Sistem sahipleri, genelde dünya ölçeğinde sosyalist zemindeki kaybı, özelde bölge ve ülke koşullarının özgünlüğünü basamak edinerek olağanüstülüğü olağanlaştırma, tüm hak arayışlarını kriminalize ederek bastırma ve suskun bir toplum yaratma hesaplarıyla hareket ediyor.
Tüm ezilenleri ve haklarını boy hedefi yapan iktidar hesaplarının, 20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara saldırılarıyla başlaması, ilkin halkın örgütlü güçlerinin katliama maruz kalması bir tesadüf değildir. Bu bağlamda Sur-Cizre saldırıları da “hendek” değil sistem meselesidir, dünya ölçeğindeki yeni düzen tasavvurunu ülkeye taşımak isteyen güçlerin, “anti geziyi” yaratarak sermayeye dikensiz gül bahçesi oluşturma gayretlerinin Türkiye Kürdistanı’ndaki dışavurumudur.
Sermaye rövanş alıyor
Sermaye güçleri, 20. yüzyılın sınıflar mücadelesinde kazanılmış hemen her hakkı geri alma, deyim yerindeyse vahşi kapitalizm koşullarına dönme hesapları yapıyor. Bunun için sendikalar, odalar dahil demokratik kitle örgütleri bir taraftan etkisizleştirilmekte diğer taraftan toplumun dokusu Ensarvari örgütlenmelerle değiştirilmek istenmektedir.
İstihdamın esnekleştirilmesi, geleceksizlik ve güvencesizliğin yaygınlaştırılması ile dinselleştirme aynı sürecin birbirini tamamlayan unsurları olarak devreye sokulmuştur. Hak arayan, özgüvenli, sınıf bilinçli bir halk değil, beklentilerini öte dünyaya ertelemiş, az anlayan ama çok inanan bir toplum isteniyor. Bunun için Gezi’den kalan tüm değerler tasfiye edilmesi amaçlanmaktadır.
Tam da bu nedenle iktidar, canlı bombalar eşliğinde ve tehditlerle güvenlik kaygısına düşürülmüş halkı soldan bütünüyle yalıtma, hak arama ve itiraz bilincini köreltme, örgütlülükleri işlevsiz kılıp dağıtma hesaplarıyla hareket ediyor; edilgenliği, kendiliğindenciliği dayatıyor.
Mayıs-Haziran diyalektiği
Faşizmin saldırılarını yoğunlaştırması, iklimin bahara dönmekte olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu, umuda en yakışan iklimdir; önce Mahir’le sonra Deniz ve İbrahim’le anılan diyalektiktir. 2013’te olduğu gibi Mayıs’ın Haziran’ı doğurmasıdır. Bugün de sınıflar mücadelesi bilincinin devamlılık ve üretkenlik gerektirdiği bir süreçten geçiyoruz. Bu aynı zamanda dün-bugün diyalektiğidir. 8 saatlik işgünü mücadelesinden özgürleşme mücadelesine uzanan birikimin bütünüdür. Güncel ifadesi, halkların mücadele birliğidir; tüm ezilenlerin aynı barikatta yoldaşlaşmasıdır. Bu, August Spies’in kendisini idam edecek olanlara “burada bir kıvılcımı yok edeceksiniz, ama orada, önünüzde ve arkanızda her yerde başka kıvılcımlar çakacaktır,” derken işaret ettiği ezilenlerin birleşik mücadele potansiyelidir.
Bugün bizler, “Hareket etmeyen zincirlerini fark edemez” diyen Rosa Luksemburg’un öngörüsüyle, August Spies’in düşünü gerçek kılmak üzere kıvılcımları çoğaltarak, Mayıs’ı Haziran’a taşıyan halkaları oluşturmalıyız.
Unutmamak gerekir ki zincirlerimizi fark edemeyeceğimiz bir hareketsizlik hali toplumsal tutsaklığı büyütür, kalıcılaştırır. Bu nedenle biz, 1 Mayıs’ta kolaya kaçmayacağız. Çaresiz değiliz. “1 Mayıs bir alana da bir güne de sığmaz” bilinciyle hareket edecek, günü kurtarmakla yetinmeyecek, geleceği kazanmanın basamaklarını örgütlemeye devam edeceğiz.
27 Nisan 2016
DEVRİMCİ HAREKET