12 EYLÜL FAŞİZMİNE KARŞI DİRENMEK
HALKIN İKTİDAR MÜCADELESİNDEN AYRI DÜŞÜNÜLEMEZ
Darbe dönemleri, faşizmin kendi yasalarına dahi tahammül edemediği ve tüm araçlarıyla halka karşı saldırıya geçtiği dönemlerdir. Türkiye gibi yeni-sömürge ülkelerde faşizm, oligarşinin en başından itibaren dışa bağımlı olmasından ve kapitalizmin çarpık gelişmesinden kaynaklı kurumsal bir biçimde varlık gösterir. Günlük yaşamın en küçük hücresine dahi kendi varlığını aşılamak isteyen egemen sınıflar, baskı ve sömürü aracı olan devleti de tepeden tırnağa faşist bir karakterde örgütlemiştir. Bu bağlamda faşizm, Türkiye’de zaman zaman ortaya çıkan değil; süreklilik arz eden bir olgudur.
Seçimler ve meclis gibi kurumlar ise bizimki gibi ülkelerde faşizmin çirkin yüzünü makyajlamaktan öte hiçbir işlevi olmayan göstermelik yapılanmalardır. Egemenler, kendi saldırı yasalarını rahatça uygulayabildikleri ve sömürü çarkını sorunsuzca döndürebildikleri oranda darbeye ihtiyaç duymazlar. Diğer bir ifadeyle darbeler, emperyalizmin ve onun işbirlikçilerinin politikaları, hayat içerisinde uygulanamaz duruma geldiği oranda gündeme gelir. Bu kural, bugüne kadar Türkiye’de egemenlerce tertiplenen tüm askeri cuntalar için geçerlidir. 27 Mayıs’ın da, 12 Mart’ın da ve son olarak 12 Eylül’ün de ortak amacı kapitalizmin önünü biraz daha açmak ve emperyalizme bağımlılığı daha da arttırmak olmuştur. Özellikle 12 Eylül bu anlamda bir kırılma noktasıdır.
12 Eylül, faşizmin çirkin yüzüdür. 12 Eylül emperyalizmin ihtiyacı olan ekonomi politikalarının hayata geçirilmesi için tüm halkın tutsak alınmasıdır. Gümrük duvarlarından tarımdaki desteklerin kaldırılmasına, özelleştirme uygulamalarının önünün açılmasından emperyalist tekellerin serbest dolaşımının sağlanmasına dek, kapsamlı bir saldırı paketi olan 24 Ocak Kararları’nın o günün koşullarında darbe yapılmadan uygulanabilme koşulu yoktu. Devrimci yapılanmaların ulaştığı nitelik ve halk muhalefeti karşısında 24 Ocak Kararları’nı normal yollarla hayata geçiremeyen emperyalist tekeller ve onun Türkiye’li işbirlikçileri 12 Eylül 1980’de açık faşist diktatörlüğü hayata geçirdiler.
12 Eylül, salt ekonomik bir müdahale olarak algılanmamalıdır. Darbe beraberinde sosyal, kültürel, siyasal vb. birçok yapıyı bütünüyle değiştirmiştir. Toplumsal yaşamda bencilliğin ve köşe dönmeciliğin yeşermesi, kişisel kurtuluşun her türlü değerin önüne geçmesi, popüler ve yoz kültürün moda haline gelmesi, eğitimin dinci, faşist bir yapıda tekrar örgütlenmesi bu sürecin bileşenleridir. Bugün, hepimizin toplumsal çürüme olarak değerlendirdiği birçok şey, büyük oranda 12 Eylül’den kaynaklanmaktadır.
12 Eylül, toplumun tepeden tırnağa egemenlerin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden şekillendirilmesi ve halkla beraber yaratılan değerlerin taşıyıcısı konumundaki devrimcilerin zindanlarda, işkencehanelerde, okullarda, sokak ortalarında katledilmesidir. Darbe ile başlayan süreçte öncelikli hedef olarak devrimci, yurtsever ve örgütlü güçlerin seçilmesinin amacı ise uzun dönemde oluşabilecek direniş potansiyelini ortadan kaldırmaktır. TÖB-DER ve DİSK gibi o dönemin atmosferinde ciddi güçleri olan emek örgütleri kapatılmış ve tüm maddi varlıklarına da el konulmuştur.
12 Eylül’le birlikte topluma empoze edilen çözülme, çürüme ve hiçleşme halinin baş sorumlusu emperyalizmle işbirliği içerisindeki egemenlerse de, diğer bir sorumlusu da; darbeyle başlayan süreçte örgütsüzlüğü, parçalanmayı ve sisteme rücu etmeyi sol içerisinden dayatan kesimlerdir. Dikkat edilirse 12 Mart’ta faşizm özellikle devrimci önderleri yok etme yöntemini uygulamış ve o sürecin sonunda Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve Deniz Gezmiş gibi önderler çeşitli biçimlerde katledilmişti. Onların katledilmesi ise daha büyük bir sahiplenmeyi ve toparlanmayı getirmişti. 12 Eylül’de ise cunta, devrimci hareketlerin önderliklerini katletme yönteminden çok yerellerde ve halkın içindeki direngen unsurları yok etmeyi tercih etmiştir. Önderlik konumu taşıyan unsurları ise hapishanelerde, zaman içerisinde sistem içine kanalize etmeye çalışmış ve büyük oranda başarılı da olmuştur.
Bugün kimi sol kesimlerde, devrimcilerin on yıllara yayılan bir mücadele pratiği sonunda yarattıkları değerleri ‘eskimiş’ ve ‘demode’ olarak adlandıran, örgütsel yaşamın yerine bireyciliğin labirentlerini ören, mücadele içerisinde ölümsüzleşen yoldaşlarımızı anmayı ‘şehit edebiyatı yapmak’ olarak değerlendirenlerin olması, cuntanın söz konusu kesimler üzerindeki başarısı sebebiyledir. Anarşizm, troçkizm ve feminizmin öncelikle bu zeminde filizlenmesi ve devrimciliğin yerine ikame edilmesi bu anlamda şaşırtıcı değildir. 8 Mart’ı feminist grupların, 12 Eylül’ün yıl dönümlerini 78’lilerin inisiyatifine terk etmek; iktidar alternatifiyle yürüyen politik öznelerin devre dışı bırakılma çabaları faşizmin sol içerisindeki bozucu çabalarının sonucu olarak okunmalıdır. Bilinmelidir ki devrimcilik cinsiyetçilikle veya kuşakla açıklanamayacak denli kapsamlı bir iştir. Devrimcilik, tutarlılık ve kesintisizlik isteyen, yaşamın bütününe içerilmesi gereken bir duruştur. Bugün, salt darbecileri yargılama talebi ile gündeme gelen ve faşizme karşı bütünsel mücadeleyi dışta bırakan çalışmalar, devrimciliğin kavranışındaki sığlıktan kaynaklıdır. Bu noktada şehit düşen yoldaşlarımıza verdiğimiz sözleri tutmanın da birilerinden hesap sormanın da ön koşulu devrimci mücadelenin gereklerini bütün yönleriyle yerine getirmektir.
Bugün gittikçe derinleşen kriz, ard arda hayata geçirilen saldırı yasaları ve uygulamaları 12 Eylül döneminden daha da şiddetlidir. Diğer bir ifadeyle 12 Eylül esasen bugün de farklı bir biçim altında sürmektedir. Emekçilerin on yıllara uzanan mücadeleleri sonucunda elde ettikleri haklar birer birer ellerinden alınmaktadır. Sağlıktan sosyal güvenliğe ve eğitime kadar her alan çökertilmekte, işsizlik ve açlıkla halka sömürünün en katıksız biçimi dayatılmakta, tarım yok edilmekte, esnaf büyük tekel gruplarının hâkimiyeti karşısında kepenklerini kapatmaktadır. Ancak darbe dönemlerinde görülebilecek saldırılar bugün işbirlikçi AKP eliyle hayata geçirilmektedir.
AKP’nin son zamanlarda darbe karşıtlığına soyunarak bunu kendi politik manevralarında bir dolgu malzemesi olarak kullanması, bu konjonktürde AKP’nin kendi ihtiyaçlarından dolayıdır. Belirli bir süredir yaşanan sermaye çatışmasının bir tarafı olan AKP, bunu diğer sermaye kesimini dize getirmenin bir aracı olarak kullanmakta, çatışmanın diğer aktörü Genelkurmay ise laiklik vb. argümanlara sarılarak konumunu sürdürmeye çalışmaktadır. Bu noktada şunu açıkça belirtmek gerekiyor ki; AKP de Genelkurmay da emperyalizmin işbirlikçileri olmaları dolayısıyla birbirlerinden farklı değillerdir. Her iki taraf da emperyalizmin ülkedeki hakimiyetini sağlamak için yıllarca halka kan kusturmuştur/kusturmaktadır.
Darbelere karşı mücadele ediyor gibi görünerek yanına ‘sol’ içerisinden de bazı kesimleri yedekleyen AKP, bugün emperyalist saldırının temel aktörlerinden biridir. 12 Eylül’le birlikte gericiliğin ve yozlaşmanın tohumlarını türk islam sentezli eğitim anlayışıyla ülke toprağına eken Genelkurmay’ın ise laiklik vb. refleksleri, halkı aldatma ve kendine yedekleme gayretinden kaynaklanmaktadır.
Bugün özelde 12 Eylül ile, genelde ise darbe ve darbecilerle hesaplaşmanın önkoşulu; sistemin niteliğini doğru kavrayabilmekten geçer. Faşizmin varlığının kavranamadığı koşullarda sistemle mücadelenin yerini salt Kenan Evren odaklı protestolar alır. Geleceği kazanmak gibi geniş ufuklu hedeflerin yerine günü kurtarmaya dönük atraksiyonlar geçer, ki bu da sistem içileşmenin farklı bir dışavurumudur.
Biz devrimciyiz; faşizm koşullarında direniş ve teslimiyet dışında bir ara ton olmadığının bilinci ile özgürlük düşlerimize gölge düşürmeden mücadele edeceğiz.
Biz Devrimci Yol’cuyuz. Halka karşı işlenen suçları ve ödediğimiz bedelleri unutmak, egemenlerden demokrasi ve özgürlük beklemek bize yakışmaz. Biz 12 Eylül faşizminin darağaçlarında son nefesinde;
“Devrimci Hareketimizin kazandığı prestijde hiç kuşkusuz, yiğitçe çatışarak, ya da işkence tezgahlarında direnip sır vermeyerek, ölen, sakat kalan ve zindanlara tıkılan yoldaşlarımızın payı çok büyüktür. Ne yazık ki yiğit yoldaşlarımızın kanı pahasına sağlanan bu prestije gölge düşüren, devrimci hareketimize önemli ölçüde zarar veren dönekler ve hainler de çıkmaktadır. Bunlar zora gelince “paçayı kurtarma” düşüncesiyle bir anda Türkiye emekçi halklarına karşı sorumluluklarını unutmakta ve acizlikleriyle hem kendilerini hem de diğer birçok kişiyi utanacak duruma düşürmektedirler”
…
“Her zaman için onur duyduğum ve birlikte olduğum Türkiye emekçi halklarının kurtuluşu uğruna omuz omuza çarpıştığımız Devrimci Yol saflarından beni ancak ve ancak ölüm ayırabilirdi ki bu da geride mücadelemizi ‘kurtuluşa kadar’ sürdürecek yoldaşlar olduğu müddetçe, şerefli bir nöbet teslimi olarak beni hiçbir şekilde korkutacak bir olay değildir. Ancak istemeyerek bu nöbeti teslim ettiğim için üzüntü duyabilirim.” diyen Mustafa Özenç’in yoldaşlarıyız. Bu yüzden biz biliyoruz ki, devletin faşist niteliği değiştirilmeden demokratikleşme mümkün değildir. Ve yine biz biliyoruz ki, Türkiye’de demokrasi sorunu devrim sorunudur. Bu yüzden “Kurtuluşa kadar savaş” şiarı bizim mücadele rehberimizdir.
TEK YOL DEVRİM!
12 EYLÜL 2009
DEVRİMCİ HAREKET