F TİPİ REJİMİ
VEYA
12 EYLÜL’ÜN YARGILANMASI PARODİSİNE SOLUN MÜDAHİLLİĞİ
12 Eylül referandumu ile beraber kapsamlı bir boyut alan ve bir saflaşmayı olduğu kadar, bir yanılgı ikliminin yaygınlığını da haber veren gelişmeler, 12 Eylül Davası’nda, adeta zirve yapmış durumda. Bu konu yargılama meselesini de aşan çok boyutlu bir zeminde yürüyecek tartışma ve saflaşmaların habercisi (hatta kırılma noktası) olarak görülmelidir.
Bizler, uzun süredir yöntem meselesine; sınıfsal perspektifteki doğrudan veya utangaç kaymanın sebep olduğu teorik ve pratik sorunlara dikkat çekmeye çalışıyoruz. 12 Eylül Davası’nda yaşananlar, kaygımızı arttıran bir yönde etki yapmıştır.
ÖRGÜTLÜ AKIL ZAYIF DÜŞÜRÜLDÜ
Bilinen bir örnektir; 12 Eylül’den hemen sonra dönemin TİSK Başkanı Halit Narin, “Şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde”, demişti. Eğer bir ölçüyse bu, darbe koşulları için; bugün, 12 Eylül’den daha fazla gülüyor patron kesimi. Çünkü 12 Eylül, geçici olarak gelmedi; amaçlanan, bir daha askeri müdahaleye ihtiyaç bırakmayan bir rejimdi. Bu amaç, süreç içerisinde adım adım gerçekleşti. AKP eliyle ise, daha da boyutlandı; sermayenin “12 Eylül idealleri”, yaşamın her alanına taşındı.
Sistemin bugünkü ihtiyaçlarına göre biçimlenmiş öz çocuğu konumundaki özel yetkili AKP’nin, darbecilere-çeteciliğe karşıymış gibi gösterilmesi ve devrimci kişi ve yapıların, AKP’nin uygulamalarına karşı duruyor diye “darbeci” olarak suçlanması, gerçekte teşhiri büyük tahliller gerektirmeyen bir durumdur. Ne var ki, gelinen aşamada dışa vuran tercihler, saflaşma ve eğilimler, sadece akıl ve algının değil, toplumsal kişiliğin de bozulduğunu gösteren sonuçlar ortaya koymaktadır.
Elbette genelde sistem, özelde AKP değerlendirilmeli, gerçek yüzü ortaya konmalı ve teşhir edilmelidir. Ancak, ortada bilgi ve yorum eksiğinden çok, bir yöntem sorununun olduğu da görülmelidir. Sözünü ettiğimiz yöntemin niteliğini ortaya koyan ölçülerden biri de AKP karşısındaki duruştur. Gerçekte AKP’nin “ileri demokrasi”sinin demokrasi ile ilgisi olmadığını, ülkenin tepeden tırnağa tekellerin ihtiyaçları paralelinde anti-demokratik yasalar eşliğinde yeniden düzenlendiğini, toplumun büyük bir kesimi bilmektedir. Buna rağmen bugün bu tür konulara/olgulara yaklaşımda da fiili karşı duruşta da yaşanan sorunlar, örgütlü aklın zayıf düşürüldüğüne işarettir.
HANGİ GÜÇ, SİYASAL SONUÇLARINI KENDİ LEHİNE KULLANIYORSA SÜREÇ ONA HİZMET EDER
Alpaslan Türkeş, 12 Eylül döneminde yargılanırken “Biz içerideyiz, fikirlerimiz iktidarda”,demişti. Bugün de Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya yargılanıyor, onların yaptırdıkları doğumun çocukları iktidarda. Yani ne 12 Eylül’ün bir rejim olarak yargılandığı doğrudur, ne de Başbakanlığın müdahil olması anlamlıdır. Hele de müdahillik; tam bir arap saçı haline gelmişken… Böyle anlarda, mesele gürültülü ve karmaşık bir hal aldığında, kimin sesi çok çıkıyorsa, süreç/olgu ona hizmet eder.Ergenekon yargılamalarının başladığı süreçte de “müdahil” olanlar, Silivri’de pankart açanlar olmuştu. Bugün dönüp baktığımızda, her şey daha net görünüyor. Gerçekte ne çete yargılandı ne çeteci. Ama bu görüntü altında, toplumdaki beklenti istismar edilerek, deşifre olmuş kontrgerilla (Gladio) örgütlenmesinin yerine, daha meşru (sivil ve kalıcı) bir yapı ikame edildi. Rejimin eskiyen organ ve işlevleri, emperyalizmin ihtiyaçlarına göre, halkın destek ve alkışı da alınarak yenilendi.
Sanıldığının aksine, ne mezarların açılması, ne Veli Küçük’ün veya işkenceci bir polisin yargılanması; ne de bugün 12 Eylül’ün yargılanıyormuş gibi yapılması, rejimi demokratikleştirmenin adımları/basamakları değildir.
Oluşturulan her gündeme müdahil, her ikileme taraf olmak; güç ve imkânları elinde bulunduranların oluşturduğu gündemlere yedeklenmeye ve hazır olunmayan çatışmalara girip sürekli mevzi ve kan kaybetmeye sebep olur. Bu nedenle devrimciler, kendi program ve gündemlerini oluşturmalı, ona uygun araç ve yöntemler geliştirmelidir.
SOL, KENDİ SAĞINA RAZI EDİLMİŞ DURUMDA
Bugün devrimci zeminde, “ehven-i şer”in “hiç yoktan iyidir” demenin veya “azla yetinmenin” neden bir duruş olarak sunulamayacağını temellendirerek anlatmanın ihtiyaç haline gelmesi bile, ciddi bir eksikliğe/soruna işarettir. Deyim yerindeyse adeta sol, kendi sağına razı edilmiş durumda. Hemen her konuda bir özgüven sorunu, bir geri çekilme ve özden çok biçime ağırlık verme eğilimi gözleniyor.
Güncel bir örnektir; HDK (Halkların Demokratik Kongresi) tartışmalarının henüz mürekkebi bile kurumadı. Ama o süreçte edilen büyük lafların, yükseltilen iddia çıtasının yerinde adeta yeller esiyor. En bildik/tanıdık sonuç gerçekleşti. Kimi konularda, sınırlı sayıda insanla basın açıklaması yapan bir kurumumuz daha oluştu. Bu kez de, tıkanmanın/başarısızlığın (gerçekte ölü doğumun) nedeni yine biçimde aranıyor ve “HDK partileşirse başarılı olur” mealinde açıklamalar yapılıyor.
Gerçekte bugün, “müdahillik” dahil, sistemin açtığı kulvarlarda “yedek oyuncu” durumuna düşme olarak özetlenebilecek bu eğilim, salt bir yapının yanlış algısı veya duruşu ile açıklanamayacak denli yaygın bir hal almıştır.
Teoride, Marksizm’in krizi safsatalarını, pratikte sınıftan kaçısın nedenlerini gerçekte tek bir fiilde (olguda) gözleyip anlamak mümkündür. Ama mesele, öylesine ciddi ki, çok daha kapsamlı ve boyutlu tartışılmalıdır. Çünkü 12 Eylül, öyle bir kapsamdır ki; MGK, YÖK, Seçim Barajı, Kenan Evren veya Özal’da bu sorunun boyutunu, hesaplaşılacaksa eğer, nelerin hedefe konulacağını anlatmaya yetmez.
NİYET YEDEKLENMEYİ ÖNLEMİYOR
Müdahil olan sol-devrimci çevrelerin, hem “cambaza bak oyunu” hem de “göstermelik yargılama oyunu”nu bozma iddiasıyla (niyetiyle) hareket ettiğini biliyoruz. Ancak, niyetin bu olması, yedeklenmeyi önler mi? Önlemeyeceği, pek çok örnekte olduğu gibi, “Arap Baharı”nda yaşanan tercih ve eğilimlerde de görülmüştür. Son olarak, “Suriye Dostları” olarak bilinen, emperyalist denklemlere iliştirilmiş işbirlikçi güçlerin oluşturduğu masalardan çıkan sonuç bildirgesi içinden bile “yarar” damıtma çabalarına girildiğine, hep beraber tanık olduk. Bu, 12 Eylül davasında ortaya çıkan görüntünün ardında yatan nedenleri anlamak açısından önemli, öğretici bir örnektir. Bu nedenle, biraz daha açmakta yarar görüyoruz.
Irak’tan Afganistan’a, oradan Libya’ya uzanan “demokrasi ve özgürlük” söylemli işgal, talan ve yıkım senaryoları, Suriye’de neler yapılmak istendiğini net biçimde ortaya koymuşken; Tunus, Mısır, vb. örnekler “ek” bir öğreticilik sağlamışken, hala “Suriye’nin Dostları”nın Kırmızı Başlıklı Kız hikayesindeki kurttan farklı olmadığını (kurulanın bir kurtlar sofrası olduğunu) görememek; söz konusu senaryolardan, “devrim, özgürlük, özerklik, vb.” beklemek, kendisine sunulana razı olan Kırmızı Başlıklı Kız’ın saflığından öte bir durumdur; duruş ve kavrayış sorunudur.
Türkiye’de toplanan “Suriye Dostları”nın aldığı hemen tüm kararlar (27 maddelik sonuç bildirgesi) ABD, İngiltere ve Fransa eksenli emperyalist odağın hesaplarının, Libya senaryosundan pek farklı olmadığını ortaya koymuşken; ortaya atılan gerekçeler, “büyükanne kolların neden büyük?” diye soran Kırmızı Başlıklı Kız’a kurdun verdiği; “seni daha iyi kucaklayabilmek için” cevabından pek farklı değilken; nerede, kimlerin yanında ve kimlerin karşısında durulacağı konusunda yaşanan yanılgı veya bocalama, gerçekte sınıfsal bakış (Marksizm) eksiği ile ilintili bir durumdur. Bu durum Tayyip Erdoğan’ın Kentsel Dönüşüm ile ilgili olarak “Şimdi gideceğiz, gerekirse evleri yıkacağız. Bunun yetkisini aldık mı aldık. İşimizi kolaylaştırın” demesinden farklı değildir. Evet, bilerek veya bilmeyerek, AKP’nin ve ona “özel yetki” veren güçlerin işi kolaylaştırılmaktadır.
DARBE VE İZLERİ DOĞRU YERDE ARANMALIDIR
İddianamenin/yargılamanın 12 Eylül’den hesap sormayı değil, aklamayı amaçladığını, bu yazı kapsamında uzun uzun anlatmaya bile gerek yok. Bugün artık, 12 Eylül, yaşayan bir darbeye dönüşmüşse, aktörleri güncellenmiş, çeşitlenmiş ve meşru kamuflajlara bürünmüşse; işimiz, duruşmaya müdahil olmakla geçiştirilemeyecek boyuttadır; kapsamlı ve zordur.
Soruna, doğru düzlemde ve temel alanlarda karşı durup mücadele edecekler; karşılarında, iddianamenin de ölçü olarak benimsediği “Dünyanın ve ortak aklın kabul ettiği liberal ekonomi”nin de bulunduğunu bilerek, duruş ve yön tayini yapmalıdır. Darbe günlerinin TÜSİAD’la anılan “egemen”lik alanının, bugün MÜSİAD ve TUSKON’la çeşitlenerek arttığı görülmelidir. Dün (12 Eylül’de) darbeye alkış tutan Fetullah Gülen’in bugün iktidar bileşeni olduğu unutulmadan darbe ve izleri doğru yerde (postalda, şapkada veya şekilde değil) sınıfta-özde-içerikte aranmalıdır.
Hangi sebeple olursa olsun, duruşmada faşistlerle, CHP, MHP ve AKP ile yan yana durmak; 12 Eylül Referandumu ile övünen AKP’nin elini güçlendirmektedir.
Gerçekte Mısır’da Mübarek’in yargılanması kimlerin yararına olmuşsa, Türkiye’de Kenan Evren’in yargılanması bundan farklı olmayacaktır. Bunlar, emperyalizmin, işgale ‘demokrasi’, yıkıma ‘bahar’ diyen ve halkların tepkisini yeni süreçte bir kaldıraç gibi kullanan yönelimine uygun tercihler; araç ve yöntemlerdir. Yalnızca Mısır’a veya yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. AKP isminin bile yerel değil ithal olduğu ve planlanmış bir sürecin aparatı olarak gündeme sokulduğu artık biliniyor. AKP, bu nedenle, yalnızca bir parti değildir. ABD’nin kurdurup özel yetki verdiği; Türkiye’de faşizmin, bölgede emperyalizmin icrasını güncellemekle görevli “kâhya” olarak tanımlanabilecek bir organ, bir güçtür. AKP’nin Sivas Katliamı’nı bile bir başkasına fatura edecek denli cüretkâr davrandığı bu koşullarda, kiminle nerede nasıl durulacağı titizlikle kararlaştırılmalı; yedeklenmenin, tepkileri istismarın, oyalama ve okşamaların ötesinde bir duruş, bir program ve eylemlilik süreci geliştirilmelidir.
“Yeni rejimin kendisini aklamasına meydan vermemek için müdahil olmak gerekiyor”(Oğuzhan Müftüoğlu) dense de, darbecilerin geçmişte işkenceyle bile sağlayamadığı “karıştır-barıştır” olgusu, o gün duruşma salonunun önünde ve içinde (niyetten bağımsız olarak) gerçekleşmiştir.
Cuntayla hesaplaşmak için; cuntanın ne olduğunu, bugün devam eden varlığını ve dolayısıyla AKP’nin neden böyle bir hesaplaşmayı yapamayacağını bilmek gerekiyor. Dünyada bu tür hesaplaşmaların yaşandığı ülkeler olmuştur. Bunlardan biri de Arjantin’dir. Arjantin’de cuntanın çökmesi ve seçim yapılmasından hemen sonra (1985’te) dava açıldı. Yargılanan sadece generaller değildi; isnat edilen suç da, darbe yapmakla sınırlı kalmadı. Yargılama aynı yıl içinde tamamlandı ama, bu sürecin takipçisi olma ve suç organizasyonunun yargılanmasını sağlama çabaları bugüne dek devam etti. Bugün Türkiye’de ne böyle bir siyasal çerçeve, ne de zemin vardır. Bu nedenle, alınacak rolün, aklanmaya hizmet etme olasılığı göz ardı edilmemelidir.
Daha da önemlisi, mevcut iktidarın sahip olduğu yanıltıcı atraksiyon ve imkânlarla, duruşmaya hangi sebeple olursa olsun gidenleri, yönetmenliğini kendisinin yaptığı tiyatroya alet etme şansı/olasılığı yüksektir. Bu nedenle, duruşmaya gidip “12 Eylül çocukları 12 Eylül’ü yargılayamaz” diye slogan atmak, bir alternatif üretmekten çok, alet olmanın bir başka biçimine dönüşebiliyor. Çünkü AKP bu oyunda, devam edecek hamleleri de planlamış durumda. Bir taraftan son 50 yılda Türkiye’de yaşanan tüm darbe girişimleri için araştırma önergesi veriyor. Adeta, ses çıkaran, görüntü veren tüm imkân ve organları tekeline almış durumda. Bu durum, karamsarlık ve edilgenliğe (veya yan yana durup alet olmaya) değil alternatif bir söylem ve duruş geliştirmeye sebep olmalıdır. Böyle bir duruş, öncelikle geleceği kazanmaya olan inancı zayıf düşürdüğü oranda; ilkeyi taktiğe, programı pragmatizme feda etmekte ve şu veya bu biçimde sisteme yedeklenir duruma düşmektedir.
12 Eylül 32 yıldır (sadece MGK ve YÖK’le değil) bütün kurumlarıyla daha yoğun ve geliştirilmiş biçimde ayaktadır; üstelik sandıktan %50 oy alacak kadar, faşizmin demokrasi olarak algılattırılması illüzyonunda başarılıdır. Gösterge bununla da sınırlı değil; dün 24 Ocak Kararları’nın uygulanması için uğraşılıyordu; bugün dört başı mamur biçimde gerçekleşen uygulamaya sermaye, “yetmez ama evet” diyor, 12 Eylül’ün bile cüret edemediği türden (kıdem ihbar tazminatının gaspı gibi) hakların da gaspını istiyor. Yargıda Özel Yetkili Mahkeme, yasada TMK, eğitimde 4+4+4, Ortadoğu’da edilgen taşerondan saldırgan taşerona terfi, Meclis’te fotokopi hızıyla yasa çıkarma, güncelleşen 12 Eylül için akla gelen ilk örneklerdir. Yani 12 Eylül’ü tarif etmek için tanımalı, hesaplaşmak için de doğru yerde aramalıyız.
17 Nisan 2012
DEVRİMCİ HAREKET