12 EYLÜL’DE NEDEN SANDIĞA GİDİLMEMELİDİR
REFERANDUM KİMLERİN KİMLERLE SINAVIDIR?
Bir süredir iktidarın en büyük başarısı, kendi oluşturduğu gündemi, istediği biçimde ve tayin ettiği algı aralığında tartıştırmaktır. Bu durum, “ıslak imza” için de, “Kozmik Oda” için de; darbe tartışmaları, referandum ve YAŞ için de geçerlidir.
Tarihi boyunca fikri aydınlatma, yol gösterme ve siyasi gerçekleri açıklama işleviyle varlık gösteren “Sol”un, bir süredir özel gayretlerle etkisizleştirilmesi oranında, oluşan boşluk ya sosyaldemokrat kesimlerce, ya da solun cephaneliğinden aşırdığı kavramlar eşliğinde halkın beklentilerini istismar eden AKP tarafından dolduruldu. Özellikle AKP, eski sol ağızların liberalleşen söylemi eşliğinde, bir taraftan sermayenin ihtiyaç duyduğu antidemokratik her yasayı çıkarmış, diğer taraftan kazanılmış tüm hakları boy hedefi yapmış ve ülkeyi bir bütün halinde pazarlama yoluna gitmişken, toplumun önemli bir kesiminin “demokratikleşme” beklentilerini sömürmeyi sürdürmüştür.
Herkesin aynı anda konuştuğu, ama hemen hiç kimsenin dilini soruna değdirmediği bir durumla karşı karşıyayız. Gündemdeki her konuda yazıldı/konuşuldu, ama gelişmelerin röntgenini çeken, arka planına değinen olmadı. Gerçekte, referandumun 12 Eylül’e denk getirilmesi de, “darbecilerin yargılanması” söyleminin öne çıkarılması da aynı kapsamlı programın bir parçasıdır. Program kapsamlıdır çünkü, 80 yıllık paradigma, emperyalist sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde yeniden biçimlendirilmektedir.Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse, milliyetçi tutkalla güçlendirilmiş, içerde “komünist tehlike”ye, dışarıda ise, “dört tarafını kuşatmış düşman”a karşı savaşmak üzere eğitilmiş, kontrgerilla bileşenli 1 milyonluk ordu da emperyalizmin ihtiyacıydı, bugün de sayısı azaltılmakta ve niteliği/işlevi yeniden tanımlanmakta olan ordu da emperyalizmin ihtiyacıdır.
Kontrgerillanın yasalar içine sığdırılması ile yasal engele rağmen göz yumulan bir devlet birimi olması arasında öz itibarıyla bir fark yoktur; olsa dahi bu, devrimcilerin devlet karşısındaki duruşunu, sistem tanımını ve ideolojik-politik hattını değiştirmesini gerektirmeyecek, görece bir farktır. Halklar, kendi özgücü ile çözmesi gereken sorunları, bu emperyalist denklemin dönemsel ihtiyaçları içine yedirerek, bir anlamda, kaderini emperyalist insafa terkederek “çözme”ye kalktığında, emperyalizmin değişmediğini, bedeli ağır örneklerle görecektir.
Referandum, böyle bir süreçtir. Önceleyen gelişmelerden de, devamında programlanmış süreçlerden de bağımsız değildir. Rakamsal sonuçlar ne olursa olsun, önemli oranda tamamlanan rejimin yeni inşaatına devam edilecektir. Tam da bu nedenle, bu demokrasicilik oyununun dışında durmak, iktidarı ve muhalefetiyle bir bütün halinde çürüyen, kokuşan burjuva siyasetinin bir parçası olmamak halkın beklentilerini sandıkla örtüştürmemek, başlı başına önemli bir tercihtir.
Hemen her kesim “sayı”dan bahsetse de, yönlendirmeler böyle yapılsa da gerçekte mesele, görünürde kimin kazanacağı veya kaç oy alacağı değildir. Kaldı ki sonuçlar ne olursa olsun, tüm kesimlerin kazanması(!) da burjuva siyasetin ölçülerindendir. Sandığa gitmemek, referandumla tanımlı çerçeveden öte, halka AKP üzerinden kurulan tuzakların dışında farklı yol ve tercihlerin olabileceğini göstermek açısından önemlidir.
AKP’nin varlığında bulunan, ama diğer burjuva partilerin de muaf olmadığı, küresel sermayeye hizmet genetiğini dikkate almayan her değerlendirme eksik, dolayısıyla da yanlış olacaktır. Bu bağlamda red, basit itirazlarla değil, yaratıcı alternatif duruşla mümkündür. Örneğin demokrasinin, sınıflı toplum tarihi boyunca egemenin ihtiyacı çerçevesinde tanımlar zinciri ile bulandırılmış olması, o tanımların eşiğinde durup, kötünün iyisi duruşlar geliştirmeyi değil, bir bütün halinde alternatif bir tanımı gerektiriyor.
Siyaset ve hukukun kaba toplamından değil, bileşkesinden oluşan demokrasi kavramı, “Kim için?”, “Hangi?” soruları eşliğinde, insanlar arası ilişkinin her boyutuna taşınabildiği oranda, yaşamın tüm dokularıyla uyumlu bir bütüne dönüşebilir. Aksi takdirde, alternatif iddialı zeminlerde; bireyciliğin, tekleşme ve öznelliğin hergün yeniden üretilmesi içten bile değildir.
Dün olduğu gibi bugün de kapitalizme karşı çıkılmadan emperyalizme karşı çıkılamayacağını, darbelerin emperyalizmin ürünü olduğunu anlatacaksak; birbirinin muadili burjuva partilerden uzak durmalı ve kendi alternatifimizi geliştirmeye 13 Eylül’de devam etmeliyiz. 12 Eylül’de sandığa gitmemek bu açıdan da gerekli ve anlamlıdır.
Referandum, solun iradesini yitirdiğini ve azla yetineceğini varsayanlara, hala söyleyecek sözümüzün ve yapacak işimizin olduğunu göstermek için bir zemindir. Sandığa gitmemek aynı zamanda AKP’nin, değerleri ya çalarak ya satın alarak hiçleştirme politikasına karşı irade geliştirmektir. Sola ait değerlerin, hiçbir burjuva ağza yakışmadığını, dolayısıyla sahipsiz olmadığını göstermektir.
Bunun için ne sandığa protesto, ne de “Hayır” oyu yeterli değildir. Bu, kapsamlı ve zorlu bir süreçtir.Böyle bir süreçte, devrimcilerin belki de en çok ihtiyaç duyacağı nitelik, düzen partilerinin aldatmacalarına sırtını dönmüş ve kendi yolunu kendisi çizen bir iradedir. Devrimci geleneğimiz bu yol ve yöntemlere yabancı değildir. Kaldı ki protesto edilmediği dönemlerde de sandık, hiçbir zaman çözüm zemini olarak görülmemiştir. Bu bağlamda, “Hayır” eksenli de olsa, bugün kimi yapılarca sandığın (dolayısıyla evet veya hayır oranının) bu denli önemsenmesi düşündürücüdür.
Devrimciler, bu türden sandık oyunlarını ve ona atfedilen önemin abartılmasını geçmişte de reddederken, aynı zamanda mücadele hattında bir sapma olarak mahkum etmiştir. “Hayır” üzerinden kopartılan sol söylemli fırtınaları bu açıdan değerlendirmeli; içinde barındırdığı radikal görünümlü edilgenliğin, devrimciliği AKP karşıtlığına indirgeyen sosyaldemokratlaşma eğiliminin bir parçası olup olmadığı üzerinden kafa yorulmalıdır.
Ülkemizde uzun süredir bir toplumsal hipnoz ve sol değerleri köreltme harekatı uygulanıyor. Toplumun kendi eliyle kendi değerlerini tüketmesi demek olan, bir beyaz yabancılaşmayla karşı karşıyayız. İnsanı insan yapan değerler hedef tahtasına konmuş durumda. Ve bu tehlikeli gidişat, bu değerlerin ve dinamiklerin topyekün tasfiyesi süreci, halkın çıkarınaymış gibi gösterilmekte, halkın kendi eliyle ipini çekmesini amaçlayan tuzaklar dizisi, AKP eliyle, devletin ve emperyalizmin imkanları eşliğinde devreye sokulmaktadır.
Bu bağlamda, bugüne dek darbe karşıtlığı, Ergenekon tasfiyesi, demokratik açılım, vb. nedenlerle AKP’ye şu veya bu oranda olumluluk yakıştıran herkese sesleniyoruz; bu denli yanılgıya, tuzak ve yanlışa destek vermek, insanın kendi aklına ve öngörü kapasitesine olduğu kadar, geleceğine de kastetmektir.
Bunlar içinde, “sol” iddialı kesime sesleniyoruz: Yeter artık, yakışmıyor; sol, biraz da olguları doğru okuma kabiliyetidir. Bu doğru okuma gerçekleştiği oranda devrimcilerde hafıza tazelenmesi yaşanacak ve kendine sistem içinde yer açma eğilimini aşarak, daha uzağı görme ufku kazandıracaktır.
Yani mesele, “evet” veya “hayır” değildir; halkla beraber solun, devrimci hafızasını tazelemesi ve yolunu çizmesidir, sürece bağımsız bir iradeyle, devrimi ve devrimciliği anımsatarak müdahale etmektir. Bugün buna şiddetle ihtiyaç vardır.
DEVRİMCİ HAREKET
18 Ağustos 2010