Bu
çalışmanın amacı, bugünün mücadele ihtiyaçları açısından
geçmişe bakmak ve süreci ortaya çıktığı koşullar içinde
değerlendirmektir; dolayısıyla da süreçteki her olaya ve özneye
kronolojik sıralama içinde yer veren bir tarih yazımından çok
okumalarda dün-bugün diyalektiğine imkan tanıyan bir
değerlendirme yapmaktır.
***
20.
yüzyılın başında çok özgün koşullarda yaşanan 1908
devrimine ve Kemalist devrime dair tartışmalar devam ediyor. Bu
tartışmaların en azından sol açısından, öznellikten
arındırılması ve istismar olasılığının minimalize edilmesi,
olgulara dair sınıfsal bir bakış geliştirmekle mümkündür.
Çünkü sınıfsal bakış, psikolojik değil politik ölçülerle
oluşturulur ve resmin bütününü görür; yani yalnızca artıları
değil varsa eksileri de yalnızca ilericiliği değil varsa
gericiliği de dikkate alır.
Bu
bağlamda, 1908 ve
1923’te benzer (burjuva) sınıfsal içerikler taşıyan ancak
tarihsel dönemin özellikleri ve hareketin sınıfsal karakteri
nedeniyle sonuçlandırılamayarak kesintiye uğrayan müdahaleleri
nasıl okumak gerekiyor? Bu konudaki yorum
farklılıklarının/çeşitliliğinin nedeni nedir? Lenin’in
1908’e dair devrim tanımlaması ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’na
desteği ölçü alınması gerekmiyor mu? Bu şekilde sorular
çoğaltılabilir. Ama toplam tabloya bakıldığında, söz konusu
süreçlere dair yapılan değerlendirmelerde büyük oranda
bütünlüklü/sınıfsal bakış eksiğinin veya öznelliğin
olduğunu söylemek mümkün. Örneğin İttihat ve Terakki’yi salt
Ermeni katliamı üzerinden veya 1923’ü salt Kürt katliamı
üzerinden okuyan kesimlere bu hareketlerin ilerici yanının
olabileceğini anlatmak olanaksıza yakındır.
Bilinir ki olgular sınıfsal bağlamından koparılıp örneğin “vesayetçi olma-olmama” “otoriter olma-olmama” gibi ikilemler öne çıkarıldığında; çeşitli değerlendirmelerde rastladığımız gibi 1950 veya 1983’e yani Menderes’e ve Özal’a demokratiklik atfedilir. Ve yine bu anlayışa göre, 1789 Jakobenlerin, 1908 ordu içinde bir avuç subayın, 1917 Bolşeviklerin, 1923 Kemalistlerin, 1980 de TC subaylarının darbesi olur.
Bugün postmodern akıl tutulması eşliğinde toplumlar tarihi içindeki ilerlemenin reddedildiği teorik buluşlar (!) akılları çelmelerken, 1215 Magna Carta veya 1789 Fransız devrimi gibi her olguyu/kesiti tarihsel bağlamı içinde ele alıp ona göre önem atfeden bütünlüklü bir yöntemin önemi giderek artıyor. Bu bağlamda evet, 1908 de 1923 de (İran’da 1909, Çin’de 1911 gibi) ileridir; ama orada durmamak ve bugün oraya dönmemek koşuluyla…
Resmi
tarih yazımı ve türevleri değil, Lenin
1908’deki hareket “2.
Meşrutiyet” olarak da bilinir; hatta “İttihatçıların
darbesi” olarak da tanımlayanlar var. Ancak bu tanımlarda olgunun
bütünü, sınıfsal özü eksik kalıyor, dolayısıyla da tanım
yanlış oluyor.
Resmi
tarih yazımını ve türevlerini değil de Lenin’i ölçü alacak
isek, söz konusu sürece dair “devrim” tanımı daha doğru/uygun
düşmektedir. Gerçekte Fransız devriminden esinlenen ve “Kahrolsun
İstibdat Yaşasın Hürriyet” sloganı eşliğinde hem Abdülhamit
istibdadına son veren hem de 1923’e zemin hazırlayan bu
müdahalenin tanımında, dünyada benzer süreçlerde/geçişlerde
olduğu gibi en uygun ölçek tarihsel materyalizmdir ki bu en genel
anlamıyla bir üretim ilişkisinden daha ileri bir üretim
ilişkisine geçiş (veya hanedanlığa son verilmesi, meşruti
monarşi vb. örneklerde olduğu gibi bu yöndeki basamaklar)
üzerinden değerlendirmeyi gerektirir.
İttihat
ve Terakki denilince yalnızca Ermeni sorununu, Kemalizm denilince
yalnızca Kürt sorununu gören, ilericilik-gericilik ölçütünü
çekilen acılar üzerinden geliştirilmiş vicdani bir yaklaşımla
veya dönemin siyasal kadrolarının kişisel özellikleri vb. ile
ele alan kesimlerin yaygınlıkta olduğu bugünün koşullarında,
resmi tarih okumalarına da yanıt olacak şekilde tarihsel
materyalist bir bakış açısıyla yapılacak değerlendirmeler
büyük önem taşıyor.
Tarihsel
materyalizm, değerlendirmeye konu olan süreçte üretim ilişkileri
ile üretici güçler arasındaki ilişkiye bağlı olarak
ilericilik-gericilik tanımlaması yapmayı gerektirir. Bugünden
geriye dönüp bakıldığında serfliği köleliğe, ücretli
köleliği serfliğe oranla ileri kılan bu ölçü, ortaya donmuş,
koşullar üstü sonuçlar çıkarmaz. Yani Fransa’nın 1789’unu
devrim olarak tanımlar; ama aynı güçler, sistemini inşa edip
ilerici niteliğini yitirdiğinde onun da adını sınıfsal olarak
gericilik koyar. Buradaki tanımlama süreçte ödenen bedelleri,
yapılan haksızlıkları, katliam vb.ni yok saymaz; ama tarihsel
akışı yani sürecin bütününe dair sınıfsal tanımı salt bu
örnekler üzerinden değerlendirmez. Bunu, emperyalizmin bir ülkeyi
işgali sürecinde yeni duruma göre biçimlenen baş çelişmeye
bağlı olarak yapılan haklı savaş, haksız savaş tanımlarına
benzetebiliriz. Örneğin böyle bir süreçte haklı savaş
tanımının yapılması, işgal altındaki güçlerin her eyleminin
savunulduğu anlamına gelmez. Bir soyutlamadır söz konusu olan.
Tarihsel
süreçler bu perspektifle ele alındığında, görülecektir ki
bırakalım bugünün devrimcileri ile İttihatçıları, 1908
devrimi ile Kemalist devrim arasında bile doğrudan bir bağ,
aynılaştırmayı/eşitlemeyi gerektiren bir devamlılık yoktur.
Evet belki ilki ikincisine zemin hazırlamıştır ama Dünya Savaşı
ve açık işgal koşulları, 1919-1923 sürecini farklı ve hatta
benzeri mümkün olmayan özgün bir dönem haline getiriyor.
Bugün
ise aradan yaklaşık bir asrın geçtiği, gerek sermaye-sermaye
gerekse emek-sermaye ilişkisinin pek çok güncelleme sonucunda çok
özgün biçimler aldığı, mevcut dinamikleri farklı kılan
gelişmelerin yaşandığı bu koşullarda artık ne kadrosal olarak
ne de yöntemde/içerikte, birinci veya ikinci devrimle bağ kurmak
olası değildir. Bu bağlamda bugün Kemalist iktidarla CHP arasında
(kimileri hızını alamayıp bunu AKP’ye kadar vardırıyor) veya
İttihatçılıkla günümüz devrimciliği/solu arasında bağ
kurmak, kavramlara da içeriğe de bağlantılara da takla attırılsa
dahi olası değildir. Sözümüz hem Kemalizmin devamı olduğunu
söyleyenlere hem de devrimcilere “İttihatçı” yakıştırması
yapanlaradır.
I- 1908 Devrimi
İleride
değineceğimiz Kemalizm, nasıl açık işgal koşullarının ürünü,
Bonapartist iktidarlarda görüldüğü gibi bir geçiş dönemine
denk gelen ve o tarihsel koşulların özgünlüğü içerisinde
değerlendirilmesi gereken bir olgu ise 1908 devrimi de “Merkezi
Feodal Osmanlı”nın özgünlüğünden koparılarak ele
alınabilecek bir süreç değildir.
Lenin’in
isabetli bir şekilde değerlendirdiği gibi emperyalizm koşullarında
ilericiliğini, devrimci niteliğini yitiren burjuvazi, burjuva
demokratik devrime önderlik edemez. Bu süreçte artık demokrasi
sorunu proletaryanın önderliğinde gerçekleşecek devrimlerin
sorunudur. Ancak gelişmiş bir proletaryanın da olmadığı,
kapitalistleşme sürecini tamamlamamış geçiş dönemindeki
ülkelerde bu rolü küçük burjuva kesimler üstlenebilir. Bunun
Meksika’da, Arap ülkelerinde, Portekiz’de olduğu gibi çeşitli
örnekleri vardır.
Sonuna
kadar götürülerek başarıya ulaşıp ulaşmaması ayrı bir
tartışma konusudur ama üstlendiği görevler/işlevler itibariyle
söz konusu olan burjuva içerikli bir devrimdir. İşe İttihat ve
Terakki, tarihsel köklerinin de oluştuğu 19. yüzyılda
geliştirilen reformlar eşliğinde ve üstlendiği rolün sınıfsal
içeriği bağlamında değerlendirilmesi gereken bir harekettir.
1789’dan da 1848’den de 1905’ten de bir etkilenme söz konusu
olsa da feodal Osmanlı koşullarında özgün bir pratiktir.
Gerçekte
Osmanlıda Tanzimat’tan itibaren adım adım gelişen Batı etkisinde
burjuva içerikli bir hareketten söz etmek mümkün. Ancak
kapitalizmin kendi iç dinamiği ile geliştiği ve burjuvazisinin
pazarının sınırlarını ulusal çitlerle ördüğü ülkelerden
farklı olarak Osmanlıda ekonomi büyük oranda yağmaya, ele
geçirilen yerlerdeki değerlerin talanına dayalı idi. Nitekim 19.
yüzyılda, borçlanmanın arttığı, koşulların sürüdürülemez
hale geldiği ve özellikle Balkanlarda, Faransız devriminin
etkisiyle gelişen milliyetçilik eşliğinde Osmanlı devletinden
peş peşe ayrılmaların yaşandığı bir tarihsel kesitte, ilkin
düşünsel boyutta olan hareket 1889’da İttihat ve Terakki’nin
kurulmasıyla giderek eylemsel boyut almaya başladı. Ve 1908’de
küçük burjuva nitelikli asker-sivil kadroların önderlik ettiği
müdahale gerçekleşti.
Lenin’in
Portekiz devrimiyle beraber andığı ve Rusya’daki 1905 devriminin
(İran ve Çin devrimlerinde de görüldüğü gibi) derin izler
bıraktığının göstergesi olarak okuduğu 1908’i, kendisine ayak
bağı olan feodal ilişkileri aşıp kapitalizmi geliştirmek
isteyen burjuvazinin İttihat ve Terakki aracılığıyla sürece
müdahalesi olarak değerlendirmek mümkün. Burada dikkatle üzerinde
durulması gereken temel önemdeki olgu, söz konusu hareketin
yukarıdan aşağıya geliştiği, burjuvazi ile arasındaki bağın,
ilk etapta üretim ilişkileri ile somutlanmaktan çok sınıfsal
(üst yapısal) olduğudur.
Lenin,
1908’in aynı zamanda halkın geniş çoğunluğunun katıldığı,
aşağıdan yukarıya doğru gelişen devrimlerden farkına dikkate
çeker: “Örnek
olarak 20. Yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk
devrimlerini [1908 devrimi kastediliyor -ç.] burjuva devrimleri
olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu
devrimlerin her ikisi de ‘halk’ devrimi değildir; çünkü halk
yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik
ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde,
bu devrimler içinde görünmezler.”
(Lenin, Devlet ve Devrim)
Bilindiği
gibi Abdülhamit’in 23 Aralık 1876’da kabul ettiği ve birkaç ay
sonra rafa kaldırdığı anayasa, 30 yıllık aradan sonra 23 Temmuz
1908’de Makedonya’nın Manastır kentinde, top atışlarıyla
yeniden ilan edilir. Bu müdahale karşısında Abdülhamit de
Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe sokmak zorunda kalır.
Siyasi partilerin,
sendika ve kooperatiflerin kurulduğu, kız öğrencilerin
üniversiteye alındığı, ticaret okullarının açıldığı, din
adamlarının ayrıcalıklarının ve sansürün sınırlandığı,
padişahın tebaası olmaktan vatandaş olmaya doğru adımların
atıldığı, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın ilan edildiği bu
süreçte, bu değişimlerle beraber görülmesi gereken temel olgu;
ulus devlet oluşturma ve devletteki hâkimiyetini ekonomide de
sağlama hedefindeki Türk-Müslüman eksenli burjuvazinin,
Hıristiyan kökenli (Ermeni, Rum vb.) burjuvazinin elinden
ekonominin zirvelerini koparmak üzere harekete geçtiğidir.
Halkın
istibdada karşı birikmiş muhalefetini yedekleyerek yukarıdan
aşağıya müdahalelerle bir ulus devlet oluşturma ve mevcut
iktisadi imkânları ulusal bir burjuvazide toplama perspektifi,
İttihat ve Terakki şahsında süreç içinde sınıfsal çıkarlarla
Türk milliyetçiliğini iç içe sokar. Ermenilere karşı alınan
karar ve tavırlarda elbette İttihat ve Terakki’nin iktidarı
döneminde, ulusal eksenli Ermeni hareketinin yeniden varlık
göstermesinin rolü vardır. Tam da bu bağlamda ulusal olanla
iktisadi olan iç içe geçer; pazara hâkim olmak isteyen Türk
burjuvazisi tarafından tasfiye edilmek istenen hem gayrimüslimlerin
elindeki ekonomik imtiyazlardır hem de bir ulus devlet için tehdit
oluşturacak ulusal hareketlerdir.
Sürecin
ilk etabında 1909’da, Adana’da yerleşmiş olan ve genelde
ticareti özelde pamuk tarımını elinde bulunduran Ermenilere
yönelik büyük bir katliam gerçekleşir, yaklaşık 30 bin Ermeni
öldürülür. Ve sonuçta 1915’te Kürt feodal hâkim sınıfların
da katılımıyla Ermeniler tehcir kararıyla katliamlar eşliğinde
Anadolu’nun dışına sürülür. Beş yıl önce bir devrimle
iktidara gelen güçlerin bu insanlık suçunu işlemeleri, sınıfsal
nitelikleri ile ilişkilidir. Nitekim 1922 Mübadelesi ile de Rumlar
Anadolu’dan büyük ölçüde sürülür.
Klasik burjuva devrimleriyle kıyaslayarak söylersek Batı’da süreç tamamlandıktan sonra yani kapitalist üretim ilişkileri egemen hale gelip üretici güçleri engellemeye başladığı; din, felsefe, bilim vb. konuları sınıfsal ihtiyaçları bağlamında tekeline aldığı dönemdeki iktidar tablosu, Türkiye’deki kurucu irade tarafından örnek alınmış, burjuva nitelikli adımların peşinden gericileşme hızlı adımlarla gündeme gelmiştir. Kaldı ki Osmanlı’da feodal üretim ilişkileri ve yarı sömürgecilik bağları nedeniyle zayıf kalan, kendi iç dinamiği ile gelişmeyen burjuvazinin, İttihat ve Terakki aracılığıyla kapitalizmi kendi iç dinamiği ile geliştirmesi yani ulusal politikalar izleyip bağımsız davranması olanaksızdır; bu nedenle Alman emperyalizmi ile işbirliğini tercih eder ve Birinci Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında Mondros Mütarekesi’yle yenilgisi kesinleşen İttihat ve Terakki’nin iktidarı altındaki süreç, yerini açık işgal koşullarında gelişecek başka bir iradeye ve yeniden yapılanma sürecine bırakır.
II- Açık İşgal koşullarında antiemperyalist tavır alış ve Kemalizm
Bilindiği gibi Kurtuluş Savaşı’nın başlamasından önce, odağında Osmanlının paylaşılması olan bir dünya savaşının sonunda Saray’ın, emperyalist güçler tarafından dayatılan koşulları olduğu gibi kabul edip teslim olması ve her şeyi onların inisiyatifine bırakması, kendini feshetmiş olan İttihat ve Terakki’nin aktif kadroları dahil, bu teslimiyeti kabul etmeyenleri bir yol ayrımına getirmişti. Ya Saray’ın yaptığı gibi yenilgi kabul edilecek ve dayatılan sonuçlara katlanılacak ya da Saray sürecin dışına itilip alternatif bir yol denenecekti. Saray’ın teslimiyeti karşısında direnmenin tercih edilmesi, aynı zamanda çeşitli toplum kesimlerinin de beklentilerine denk düşen meşru bir zemin oluşturdu ve işte bu zemin üzerinde gelişen Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni bir ulus devletin örgütlenmesi adım adım gerçekleştirildi.
1923’ün tartışılmasında en sık rastlanan sorun, burjuvazinin önderliğinde yapılan klasik burjuva devrimleriyle benzerlik üzerinden test edilmesi veya proletarya önderliğinde yapılan demokratik devrimlerle kıyaslanmasıdır.
Bilindiği gibi ulusal kurtuluş mücadelesini yürütüp başarıya ulaştıran I.Meclis, sosyal ve ulusal bileşimin yanında ideolojik anlamda da karma bir niteliğe sahipti; saltanat ve hilafet yanlıları da Bolşevizme sempati duyanlar da vardı. Böyle bir mecliste 1922’de tarafların saltanatın kaldırılmasına ikna edilmesi de devamında Cumhuriyet’in ilanı da kolay olmadı.
İlerleyen
süreçte devletçiliğin o günün faşist rejimlerine denk bir
otorite ortaya çıkarması, milliyetçiliğin Güneş Dil Teorisi ve
Türk Tarih Tezi eşliğinde ırkçılık üretmesi, laiklik ilanına
rağmen devletin elini din işlerinden çekmemesi gibi temel
niteliklerin yanında, halkın sırtına bindirilen ağır vergi
yükleri ve çıkarılan baskıcı yasalar, kimilerince yapılan
faşizm değerlendirmelerine veya bütünlüklü/toptan yadsımalara
sebep oluşturdu. Gerçekte söz konusu sürecin özgünlüğü ve
Nutuk’un dahi objektif bir kaynaktan çok bir resmi tarih yazımı
olması sebebiyle, isabetli bir değerlendirme için sınıf ilişki
ve çelişmelerini dikkate alan tarihsel materyalist bir bakış
açısı olmazsa olmaz önemdedir.
Bir başka ifadeyle söylersek, Nutuk’un 1927’deki CHP’nin II. Kurultayı’nda (1925’teki, milli mücadeleye önderlik eden kadrolar dahil geniş çaplı temizlik sonrasında) gündeme gelmesi, olup bitenin o günün koşullarında iktidar/egemen olanlarca yazılması anlamına gelir. Bu da değerlendirme yaparken objektif olabilmek için resmi tarihin dışına çıkabilmeyi, süreci sınıf ilişki ve çelişmeleri açısından değerlendirmeyi gerektiriyor.
Türkiye
solunda Kemalizme dair yaygınlıkla kabul gören değerlendirmeler,
büyük oranda 70’li yılların başında o günün devrimci
önderleri tarafından yapılmış olan sınırlı boyuttaki
değerlendirmelerdir. THKO ve THKP-C’den mahkeme süreçleri dahil
kalan sınırlı boyuttaki metin ve açıklamalar, genellikle
Kemalizmin olumlu olarak görülen yanlarını, dönemin de özelliği
gereği özellikle antiemperyalizmini öne çıkarır. Kaldı ki
Mahkeme savunmaları, muhatapların sınıfsal kimliğinden sürecin
dönemsel niteliğine kadar çeşitli nedenlerle bir özgünlük
taşır. Bu nedenle savunmalar, kendi özgünlüğü içinde
değerlendirilirken, Mahir’in Toplu Yazılar’da yaptığı saptamalar
ölçü kabul edilmelidir.
Mahir’in
mahkeme savunmasında Kemalizmin “milli kurtuluşçu” yanına
yaptığı vurgu, toplumsal kurtuluşçu olunmadığının değil
antiemperyalizmin dönemsel öneminin işareti olarak okunmalıdır.
Ancak gerek Mahir’in gerekse Deniz’in Kemalizme dair antiemperyalizm
tespitinin yanına “antikapitalizmi” de eklemesi abartılıdır.
Tersine Kemalizm, milli bir kapitalizm yaratmak üzere sermaye
birikimi oluşturmayı temel alan politikalar izlemiştir. Benzer
şekilde Mahir’in savunmasında geçen, Mustafa Kemal’in “İstiklali
Tam Türkiye” bayrağını yükselttiği biçimindeki vurgu da
abartılıdır.
Ulaş
Bardakçı ise mahkemede tarihsel materyalist bir bakış açısıyla
“bir devrimci
memleketin içinde bulunduğu üretim şeklinin bir üst
seviyesindeki üretim şeklini stratejik hedef olarak seçer.”
değerlendirmesini yaparken, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra süreç
içinde emperyalizmle işbirliğine kadar varan değişimi, Mustafa
Kemal üzerinden şu ifadelerle özetler: “Anadolu
ihtilalinin lideri gitmiş yerine mavi gözlü dev gelmiştir. Artık
o bağımsız Türkiye için savaşan devrimci değil, şapka,
ceket-pantolon değiştiren büyük bir terzidir.”
TKP/ML
önderi İbrahim Kaypakkaya’da ise faşizm tespitine varan,
Mahirlerin ve Denizlerin tersine bir değerlendirme söz konusudur.
Emperyalizmle bağın kısmen zayıfladığı, üst yapıdaki
tasfiyelere rağmen feodal üretim ilişkilerinin yaygın olduğu,
tekellerin henüz oluşmadığı bir zeminde devlet biçimini faşizm
olarak tanımlamak, Komünist Enternasyonal’de yapılmış ve genel
kabul gören faşizm tanımının gerektirdiği sınıfsal ölçeklere
uymamaktadır. İbrahim, aynı zamanda Şnurov’un Türkiye
Proletaryası kitabını ölçü alır. Ancak Şnurov gerçekte
faşizmden değil diktatörlükten söz eder. Kısacası,
tekelleşmenin ve emperyalizmle bütünleşmenin gerçekleştiği
sürece kadar Türkiye’de devlet biçimi için yapılabilecek en
doğru, sınıfsal tanım küçük burjuva diktatörlüğüdür.
Mahir
Çayan’ın “Kemalizm,
emperyalizmin işgali altındaki bir ülkenin
devrimci-milliyetçilerinin bir milli kurtuluş bayrağıdır.
Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi
bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut
asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak
yanlıştır. Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal
kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır
alışıdır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur.
Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları
radikal politik tutumdur.”
biçimindeki tanımı, isabetli bir değerlendirme için önemli bir
veridir. Aynı Mahir’in “Eşyanın
doğası gereği Kemalizm’in belirli bir iktisat politikası yoktur
ve olmamıştır. Kemalizm’in antiemperyalist niteliği bir tarafa
bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz.”
biçimindeki değerlendirmesi, bu şekilde ortaya çıkan Kemalizmin,
sonradan küçük burjuvazinin niteliği gereği nasıl bir sınıfsal
rol üstlendiğini ve giderek nasıl bir evrim geçirdiğini görmek
açısından önemlidir.
Kemalizm,
modern sınıflar arasında yaşanan sınıf çatışmasından farklı
olarak, açık işgal koşullarında döneme has niteliklerle gündeme
gelmiş özgün bir pratiğin ürünüdür. Ortaya
küçük burjuvazi önderliğinde bir ulus devlet çıkaracak olan
sürecin ilk etabında Kurtuluş Savaşı sahasında yaşanan
ittifaklar, ilk Meclis’te ve 1921 Anayasası’nda olduğu gibi
masaya/kurumlaşmaya yansır. O süreçte hayatın/savaşın içinde
kongreler ve şuralar vardır. Bunların çeşitliliği Meclis’te ve
sınırlı maddelerden oluşan anayasada karşılık bulur.
Savaş sürerken hazırlanmış anayasada ülke, coğrafi ve iktisadi gereklilikler nedeniyle vilayet, kaza ve nahiyelere ayrılmış, bunların ‘şuraları’ oluşturulmuş ve muhtariyet/özerklik verilerek, bu şekilde halka (eşraf, ulema, aşiret reisi vb.nin de içinde olduğu bir önderlikle de olsa) yerel düzeyde ‘kendi kendini yönetme’ hakkı tanınmıştı. Savaş sürecindeki kongre iktidarlarının bir yanıyla ittifak içinde olunan Sovyet sistemine öykünme, diğer yanıyla fiili durumun zorunlu sonucu olduğunu söylemek mümkün. Bu fiili durumdan giderek bir ulus devletin ortaya çıkacağı sürece doğru yaşanan gelişmeler, önderliğini bir ara sınıf olan küçük burjuvazi yapıyor olsa da gecikmiş bir burjuva demokratik devrimin tamamlanması yönünde atılmış adımlar olarak değerlendirilmelidir.
“Altı
Ok” tartışmaları da ancak bu kapsam içinde doğru analiz
edilebilir. Yani söz konusu ilkeler, yansıtılıp resmileştirildiği
gibi başından beri “kuruluş felsefesi”
olarak sürece temel oluşturan ölçüler olmasından çok, süreç
içinde “burjuva dönüşümler” eşliğinde bir yanıyla da
çarpıklığı da içerecek şekilde oluşturulmuştur.
Bilindiği gibi 1927’de Mustafa Kemal’in Nutku’nun okunduğu Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi’nde tüzükte bir değişiklik yapılmış, partinin temel ilkeleri Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Halkçılık olarak tanımlanmıştır. 1931 yılında yapılan kongrede ise Laiklik, Devletçilik ve Devrimcilik ilkesi eklenmiştir. Daha sonra 1937 tarihinde belirlenen altı madde, Anayasa maddesi haline getirilmiş ve bu ilkeler yalnızca partinin değil devletin de temel ilkeleri olarak kabul edilmiştir. Örneğin bu ilkelerden cumhuriyet, elbette yasıtıldığı gibi “egemenlik kayıtsız şartsız milletin” anlamına gelmiyordu. Ama “monarşiyle kavgada başka yolu kalmadığı için cumhuriyet tercih edildi” denilerek, Tanzimat’tan beri Batı anlayışına evrilme gözardı edilerek, kişisel bir tercihe indirgenmesi de doğru değildir. Burjuva cumhuriyetin bir yönetme, rıza oluşturma aracı olduğunu biliyoruz. Sonuçta rejim sınıfsaldır ve kapitalist toplumda demokrasi, burjuva demokrasisidir. Bu, bir egemenlik biçimi olsa da kapitalizm öncesi toplumlara göre önemli bir ilerlemedir. Ve feodalizme, monarşiye karşı mücadeleye içerilmiştir.
1950 seçimleri öncesinde CHP yönetiminin “Tek parti devrinin icabı sayılarak anayasaya sokulmuş olan 6 umdeyi oradan çıkaracağız.” biçimindeki taahhüdü, söz konusu ilkelerin vazgeçilebilir olduğunu anlatmanın yanında, halkın yeterince özümseyemediğini göstermesi açısından da önemli bir veridir.
Sürecin ekonomi politiği ve sınıfların durumu
Kemalizmin doğru anlaşılıp değerlendirilmesinin kıstaslarından biri, açık işgal koşullarında anti emperyalist mücadele içinde orta çıkmış bir hareket olması ise bir diğer kıstas, Osmanlıdan devralınmış olan yüklerin, gericiliğin ve bağımlılık ilişkilerinin dikkate alınmasıdır. Bu süreçte saltanata son verilmesi, şeyhülislamlığın, hilafetin ve kapitülasyonların kaldırılması, cumhuriyetin ilanı vb. demokratik nitelikli adımlar kimilerinin nezdinde abartılı olumlu değerlendirmelere ve yedeklenme ilişkisine sebep olurken, dönemin ticaret burjuvazisinin ulus devlet yönünde attığı adımlar eşliğinde iktidarlaşan ve giderek tekleşen gücün otoritesini tanımayan kesimlere karşı baskı ve şiddeti ise yanlış faşizm yorumunu beraberinde getirdi.
Bu türden yanılgılara düşmeden olup biteni bütünlüklü bir perspektifle ele almanın koşullarından biri, sürece önderlik eden küçük burjuva kadroların kaygan zeminde varlık gösteren ikili karakterinin dikkate alınmasıdır. Bu da süreçte sınıfların durumunu, uzlaşmalarla, ilişki ve çelişmelerle beraber değerlendirebilmeyi gerektiriyor.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi emperyalist dönemde burjuva devrimini tamamlama görevi proletaryanındır. Kimi durumlarda devrime küçük burjuvazi önderlik etse de sonuna kadar götüremez. Nitekim Türkiye’de Kemalizmin önderliğinde yaşanan süreçte de böyle olmuştur. Sınıfsal konumları, ilişki biçimleri itibariyle mücadele edilmesi gereken toprak ağaları, eşraf vb.nin önemli bir kısmı 1923 devriminin müttefiki, toplumsal tabanıdır. Bu nedenle söz konusu kesimlere tavır alınamamış, onlarla uzlaşma yoluna gidilmiştir. Bu özgün durumu bağlamında 1923, sosyal tabanını radikal bir köylü hareketinin oluşturduğu Fransa, Çin, Meksika gibi devrimlerden farklıdır.
Özetle 1923 sonrasında Türkiye’de ortaya çıkan tablo, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na önderlik eden küçük burjuva sınıfına mensup asker-sivil aydın kesimin sınıfsal niteliği ile doğrudan ilintilidir. Bu süreçte ülke, sınıflar arasında bir iktidar çatışmasına değil uzlaşmaya sahne olur. Bir tarafta siyasal erkin en üstünde yer alan ve bürokrasi ile orduyu elinde bulunduran Kemalistler, diğer tarafta devletin üst yapısından tasfiye edilen ve iktidarı alabilecek güçte olmayan toprak ağaları ile burjuva kesimler vardır. Kemalistlerin ekonomi politikaları, söz konusu kesimlerin çıkarlarıyla temel olarak çelişmediğinden, ortaya taraflar arasında bir çatışma değil uzlaşma çıkmıştır.
İzmir
İktisat Kongresi
Kemalistlerin
sınıfsal nitelikleri gereği her türlü desteği sunarak önünü
açtıkları ticaret burjuvazisi, sanayileşmeyi değil, İzmir
İktisat Kongresi’nde de dile getirdiği gibi azınlıkların elinde
olan ticari etkinliğin, ithalat-ihracat işleriyle toptancı
ticaretinin kendilerine devredilmesini isteyerek, kolay/risksiz
biçimde gelişmeyi tercih etmiştir. Gerçekte İzmir İktisat
Kongresi’ne 1135 delegeyle yansıyan tablo, aynı zamanda sahadaki
sınıfsal bileşimin yani sınıfsal güç dengesinin göstermelik
ifadesidir. Bilindiği
gibi İzmir İktisat Kongresi Batılı emperyalist ülkelere, aradaki
ilişkinin bütünüyle koparılmayacağını göstermeyi de
amaçlayan bir boyut içermektedir.
Kongre’de,
Avrupalılar ile Rum ve Ermeni sermayedarların yerini almak isteyen
İstanbul ticaret burjuvazisi belirleyici olmuştur. Zaten talep de
onlardan gelmiş, hükümet bu konuda adım atmıştı.
İstanbul
tüccarı Kurtuluş Savaşı’ndan sonra aralarında örgütlenmiş ve
Milli Türk Ticaret Birliği’ni kurmuştur. Tüccarlar,
azınlıkların elindeki ticari mevkileri milliyetçilikten
yararlanarak devlet desteğiyle ele geçirme amacındadır.
Dikkat edilirse, Osmanlı ve İslam deyimlerinin yerini milli ve Türk
almıştır. Birlik, gerek ithalat ve ihracatta gerekse toptan veya
yarı toptan ticarette Türk tüccarın hakim olmasını amaçlar.
Tabii bu konuda devlet desteği şarttı.
Bir
anda milli ve milliyetçi olan İstanbul’un Müslüman tüccarının
gerçekte amacı, milli sanayi değil ithalat, ihracat ve toptan
ticarettir. Öyle ki yalnızca Kurtuluş Savaşı’nı İstanbul’dan
izleyen tüccar değil yabancı firmalar da Ankara’daki milliyetçi
havaya ayak uydurmuş, mümessilliklerini Rum ve Ermenilerden
Türklere doğru kaydırmıştır. Ve kimileri de Türk ortak
bularak durumunu korumaya çalışmıştır. Bu arada Kurtuluş
Savaşı’na katılan dolayısıyla da Ankara’da nispeten etkili
olan Anadolu tüccarı ve ticarete yönelen subay ve memurlar da
İstanbul tüccarıyla kolay uzlaşmış ve ticarette pay sahibi
olmuştur.
Birlik,
yalnızca tüccarı değil esnaf ve işçileri de “İmtiyazsız
sınıfsız kaynaşmış bir millet” söylemi eşliğinde
örgütlendirmiş, Türkiye Umum Amele Birliği kurulmuştur. Tüccar
eliyle işçi örgütü kurmanın gerekçesi, mütareke yıllarında
örgütlenen ve sınıf kavgası isteyen fırkalar, dernekler
karşısında başka (gerçekte sınıf bilincinin üzerini örten)
bir duruş geliştirmekti. Buna göre sınıf kavgası ihanetti. Buna
ön ayak olan Ahmet Hamdi Başar, “Biz
henüz işçisiyle, tüccarıyla, sosyal sınıfları teşekkül
etmemiş bir toplum olduğumuz için, yapacağımız iş, Türk
olarak bu sınıfları yaratmak ve aynı zamanda bunların
birbirlerine düşman olmamasına ve elbirliği ederek iktisat meydan
muharebesini kazanmalarına çalışmaktı. İşte bu düşünceyledir
ki Türkiye Umum Amele Birliği’ni Milli Türk Ticaret Birliği’nin
bulunduğu binada kurduk.”
değerlendirmesini yapar.
Birliğin;
gümrük bağımsızlığı, ortak olsa dahi yabancı sermayeye tekel
hakkı verilmemesi hatta tütün tekelinin de kaldırılması,
yabancı sermayenin memlekete zararlı olmayacak şekilde girmesi,
kapitülasyonlara son verilmesi, milli bir Merkez Bankası kurulması,
dış ticaretin millîleştirilmesi vb. taleplerle gittiği Kongre’ye
Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’in onayı ile başkan seçilir.
“Kongre’de
milliyetçi bir hava esmektedir, yabancı sermayeye karşı bir kuşku
ve düşmanlık vardır ama ekonomik gelişmenin yabancı sermayesiz
mümkün olmayacağı kanısı yaygındır.”
(Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, s:230) Nitekim yabancı
basın ve ajanslar Türkiye’nin yabancı sermayeye düşman
olduğunu yayınca dönemin İktisat Vekili Mahmut Esat Bey, Chester
anlaşmasını örnek verir. Bu konuda kısa bir anımsatma yapmak
gerekirse, Chester imtiyazı; TBMM’nin 9 Nisan 1923 günü
onayladığı ve Bayındırlık Bakanlığı’nın 29 Nisan 1923
günü imzaladığı bir dizi sözleşme ile Chester Grubuna verilen,
4400 km uzunluğunda demiryolu yapımı ile demiryolu güzergahının
sağında ve solunda 20’şer km genişliğinde bir alanda maden ve
petrol aranması ve bulunduğu takdirde 99 yıllığına
işletilmesine ilişkin bir imtiyaz sözleşmesidir. Ancak söz
konusu alanın Musul-Kerkük’te olması ve bu bölgenin Lozan
Antlaşması’yla Türkiye toprakları dışında kalması sonucu
anlaşma gerçekleşmemiştir.
Gerçekte
Kemalistlerin milli burjuvazi dolayısıyla da sermaye birikimi
oluşturma adına yaptıkları, ne kapitalizmin kendi iç dinamiği
ile geliştiği ülkelerde ticari sermayenin sanayileşmesine ne de
demokratik bir iktidar altında halkın ortak çıkarları
gözetilerek sanayinin geliştirilmesine benziyor. Ulusal Kurtuluş
Savaşı sonrasında emperyalizme karşı temkinli davranılması
Kemalist iktidarı iktisadi bağlamda sermaye sınıfından, sömürü
ilişkilerinden ayrı kılmıyor. Sömürge ilişkilerinden kalan
Osmanlı borçlarının 1954 yılına kadar takvimlendirilerek
ödenmesi de Kemalizmin burjuva sınıfıyla ilişkisinin boyutu
açısından bir başka örnektir. Ancak bu süreçte banka kurarak
veya emperyalist sermayenin elindeki satış tekellerini (Tütün
Rejisi, demir yolu kumpanyaları, İzmir ve İstanbul limanlarının
işletme hakkı dahil)
kamulaştırıp
ticaret burjuvazisine devrederek yapılan tüm desteklere rağmen
sonuçta ortaya amaçlandığı gibi milli bir burjuvazi ve güçlü
bir sanayileşme değil, belirli tüketim mallarını üreten bir
sanayi ve yerli işbirlikçi burjuvazi çıkacaktır.
Kemalizmin
siyasal ufku
Kimilerinde
burjuva demokrasisi kimilerinde de sosyalizm beklentisi uyandıran
Kemalizmin siyasal ufku gerçekte burjuva ulusçuluğuyla sınırlıdır.
Bu
da burjuva devrim girişimi içinde bir adımdır. Dolayısıyla
sosyalizme evrilmesi beklenemeyeceği gibi tarihsel olarak gecikmiş
koşullarda kendi iç dinamiği ile gelişmiş bir kapitalizm de
yaratması beklenmezdi. Nitekim Kemalizm, aynı tarihsel momentte
ortak düşmana karşı tavır koymuş olsa da sosyalizme mesafeli
durmuş, ideolojik politik bir yakınlaşma içinde olmamıştır.
Burjuva
ulusçuluğu, ulusal bir burjuvazi, buna bağlı olarak bir pazar ve
milli sınırlar oluşturmayı yani ulus devleti gerektirir. Birinci
Meclis ve 1921 Anayasası’ndaki tablo bir savaş ikliminin
yansımasıdır, fiili bir durumdur. Bu olağanüstü konjonktür
aşıldığı oranda sınıfsal ayrışmalar ve sınıfsal
gereklilikler, otoritenin/iktidarlaşmanın tesisi vb. öne çıktı.
Bu bağlam içinde ulus
eksenli üniter bir devlet örgütlenmesinin geliştirildiğini ve bu
çerçevede bir şovenizm söz konusu olduğunu söylemek abartılı
olmaz.
Benzer bir değerlendirmeyi, düzenli orduya geçiş sürecinde buna karşı çıkan “düzensiz” birliklere yapılan dayatma ve müdahaleler için de sol/sosyalist/komünist fikir ve örgütlenmelere karşı konulan mesafe ve yapılan tasfiyeler için de yapmak mümkündür. Gerçekte o süreçte Sovyetlerle kurulan ilişki veya dönemin sol-sosyalist kadrolarıyla bir dönem yan yana düşmüş olmak Kemalistlerin sınıfsal niteliğini değiştirmiyor, onlara sol-sosyalist bir nitelik kazandırmıyor. Örneğin o süreçte belirli bir silahlı güce sahip olduğu için Hükümet tarafından tehlikeli görülen ve Yeşil Ordu kanalıyla sol çevrelerle ilişkisi bulunan Çerkez Ethem’in, önce yönetiminde paşaların ve Kemalist bürokratların olduğu “resmi” TKF’nin (Türkiye Komünist Fırkası’nın) içine alınarak etkisizleştirilmek istenmesi, gerçekte solun tasfiyesi operasyonunun bir parçasıdır. Nitekim “resmi” TKF kurulurken dönemin Dahiliye Vekili Dr. Adnan (Adıvar) tarafından yayınlanan gelenelge ile bu partiye üye olmayan ve oradan mühürlü üyelik kartı almayan kimselerin komünizm ve komünizmle ilgili herhangi bir faaliyette bulunmaları yasaklanmıştır. Bakü’den Ankara’ya doğru yolan çıkan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi de Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası tutuklamaları da aynı tarihsel dönemde gerçekleşmiştir. Bu müdahaleler, bir yanıyla da dönemin köylüler dahil ezilen halk kesimlerine solun önderlik ederek süreci daha nitelikli sonuçlar doğurabilecek aşamaya taşıma olasılığının bizzat Kemalist kadrolar tarafından önlenmesi olarak okunabilir.
“Resmi”
TKF örneği, 1930’da yine Kemalist kadrolarca bir çeşit resmi
muhalefet partisi olarak kurulup yaklaşık 3 ay sonra bizzat
kurucularınca kapatılan ”Serbest Cumhuriyet Fırkası” (SCF) ile
beraber düşünüldüğünde, nasıl bir denetim ve otorite
ihtiyacıyla hareket edildiği ve farklara karşı ne denli
tahammülsüz olunduğu daha somut biçimde görülür.
Özetle küçük burjuvazinin ikili niteliğine, ikircikli, güçsüz ve güvensiz yapısına burjuva ideolojisi ile kopmama niteliğini de eklediğimizde; iktidarlaşma, ordulaşma ve iktisadi politika oluşturma sürecinde karşısına çıkan, otoritesini tanımayan kesimlere karşı geliştirdiği tavizsiz duruşun, baskı ve zorun sınıfsal arka planını görmek mümkün oluyor.
Nitekim
1934 yılında Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu çıkarıldı. Bu
kanunun ünlü 18. maddesi şöyleydi: “Fevkalade
hallerde ve devletin emniyet ve selametini ve ictimai nizamını
tehdit ve ihlal kabiliyetini haiz vaziyetlerde, bu hal ve vaziyetleri
ihdas edeceklerine veya devamına müessir olacaklarına şüphe
edilenleri, sebep ortadan kalkıncaya kadar polis nezaret altına
alabilir ve umumi ve hususi nakil vasıtalarına vaziyet edebilir. Bu
hal ve vaziyetin ve davanın takdiri en büyük mülkiye amirine
aittir.”
Görüldüğü gibi valilere kişilerin düşünce ve eylem özgürlüğünü engelleme yetkisi verilerek koyu bir polis-baskı rejimi “sınıfsız kaynaşmış bir toplumuz” örtüsü altında uygulanıyordu. Kısaca “1932’den itibaren, burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin tamamen ortadan kaldırıldığı bir baskı rejimi kurulmuştur. Cumhuriyetin kuruluşundan beri nisbi olarak korunan üniversite özerkliği de 1933 yılında çıkarılan bir kanunla son bulmuştur.” (Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, 1919-1946)
Faşizm
değil Küçük Burjuva diktatörlüğü
Bilinir
ki tarihte siyasal zor, bir sınıfın diğer sınıfa karşı
mücadelesinde, özel politikalarında kullanılmıştır. Bu süreçte
de iktidarlaşan Kemalistlerin zoru, tarımsal alanlar dahil halktan
yana değil egemenden yana halka karşı politikalar için hayata
geçirilmiştir. Örneğin 1925’te İzmir suikasti ve Şeyh Sait
isyanı gerekçe edilerek, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılmış ve
mahkemelere İstiklal Mahkemeleri adı verilerek özel yargılamalar
yapılmıştır. Mustafa Kemal’in suikast olasılığını ve isyanı,
muhaliflerini etkisizleştirmek için başarılı bir şekilde
kullandığını söylemek mümkün.
Benzer şekilde daha Lozan barış görüşmeleri sırasında komünist avı başlatılması; sürgüne, hapis cezalarına başvurulması; işçi haklarından sendikalaşmaya kadar çeşitli boyutlardaki demokratik hak ve mücadelelerin kendi iktidarına karşı bir tehdit olarak nitelenip ihanetle özdeş görülmesi; Kemalizmin sınıfsal olarak kimlerin yanında, kimlere karşı, nasıl bir duruş içinde olduğunu, ”sınıfsız, kaynaşmış bir millet” vurgusunun ne anlam taşımadığını gösteriyor.
Gerçekte burada söz konusu olan ve kimilerine şiddetin, antidemokratikliğin oranına bakılarak faşizm tespiti yaptıran olgu, önüne sermaye birikimi amacını koymuş (ki bu halka karşı sömürü, baskı ve zulüm sebebidir) olan küçük burjuva iktidarın otoritesine karşı duran tüm güçleri, tüm itiraz potansiyellerini etkisizleştirmesi durumudur. Ve çeşitli ülke pratiklerinde görüldüğü gibi küçük burjuvazinin sınıfsal kimliğiyle çelişmeyen, zorunluluklarla iç içe geçmiş bir tercihtir.
Sürecin ilk etabında ittifak içinde olunan Kürt aşiretlerle, Lozan’la beraber uluslararası meşruiyet sağlandıktan sonra ve sermaye birikimi oluşturma yönünde tercihler/adımlar belirginleştiği oranda iş birliğinin yerini baskı ve zor almıştır. Gerek Kürtlere gerekse ekonomik imkanlara sahip azınlıklara yapılan çeşitli müdahalelerin, ulus devlet oluşturmuş egemen sınıfın şovenizminin yanında iktisadi bir boyut da taşıdığını bilmek yani ulusal olanla sınıfsal olanın iç içe geçtiği gerçekliğini gören bir noktadan değerlendirme yapmak, yaşanan katliamlar dahil olup biteni daha doğru kavrama olasılığını artıracaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı döneminde merkezi yönetime karşı, büyük oranda ekonomik nedenlere dayanan pek çok isyan, ayaklanma, itiraz vb. yaşanmış ve bunlar çoğu kez katliamla sonuçlanmıştır. Bu süreçte Kürt beylikleri ile ilişkilerde de tasfiye, katliam vb. gündeme gelmiştir. Bu türden olayları, merkezi yapı ile yerel güç arasındaki ilişkinin merkezi yapı tarafından tanınmaması, dayatmalarda bulunulması, tasfiye girişimi vb. eşliğinde antidemokratik politikalarla ilişkilendirmek mümkün. Ancak henüz ulusal bilincin yeterince oluşmadığı o süreçte söz konusu ilişki ve çelişmeleri salt “Kürt olmak” üzerinden değerlendirmek, olgunun yalnızca bir boyutunu görmek bağlamında eksikliktir. 1908 ve 1923 için de bu türden bütünlüklü bir bakış, tek yanlı değerlendirmelere düşme olasılığına karşı bir sigorta işlevi görür.
Küçük burjuva diktatörlüğü ve sermayenin işbirlikçilik yönünde evrimi
Ulusal burjuva sınıfının yaratılacak olması, yabancı sermaye ile ilişkilerin bütünüyle kesildiği her türlü ilişkinin reddedildiği anlamına gelmiyor. Aksine tam da bu nedenle, yani istenilen biçimde sermaye birikimi yaratmak üzere emperyalist sermayeden de yararlanılması düşünülmüştür. M. Kemal o süreçte ”Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayesine lazım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız. Ve şayan-ı arzudur ki ecnebi sermayesi, bizim sermayemize, servetimize inzimam etsin” der.
Aslında bu süreçte Kemalizmin ikili karakterine de uygun olarak zorunlulukla tercihin iç içe geçtiğini söylemek daha doğru olur. Kararsızlık, zayıflık burjuva ideolojisinden kopmama vb. niteliklerin yanında, tarihi-sosyal-siyasal koşulların oluşturduğu zorunluluklar da söz konusudur.
Dünyanın
emperyalist güçlerce paylaşımının tamamlandığı bir tarihsel
kesitte küçük burjuva bir yapının burjuva demokratik devrimi
sonuna dek kararlılıkla götürmesi, izlenmesi gereken yol gibi
görünse de sınıfsal niteliği gereği bu pek mümkün değildi.
Geriye, yaptıkları gibi milli bir burjuvazi yaratma adına ülkenin
zenginliklerinin burjuva sınıfına aktarılması kalıyor ki bu yol
aynı zamanda, sahada askeri olarak yenilen emperyalizmin kapsama
alanına adım adım düşmek anlamına gelecekti.
1923
sonrasında yaygınlaşan aferizm salgını da sürecin niteliğini
anlamak açısından bir veridir. Kemal Tahir’in Yol Ayrımı
romanında geçen İnönü’ye atfedilen “ben
devletçilik denen şeyi anlarım, fakat, dolapçılığı anlamam”
ifadesi bu durumun boyutlarını anlamaya yardımcı olacak
niteliktedir. Özetle feodal kesimler Kurtuluş Savaşı’na destek
vermiş olmayı bir anlamda istismar ederek topraklarını
genişletmiş hatta devletin kredi imkanlarından da bolca
yararlanmışlardır.
Görüldüğü
gibi Kemalistler açısından mesele, tekrar sömürge durumuna
dönüşmeden ulusal koşullar içinde, emperyalist sermayeyi de
kullanarak kapitalizmi geliştirmekti. Bunun için sermaye birikimi
hızlandırılacak ve ulusal burjuva sınıfı yaratılacaktı. İşte
sömürünün, baskının, halka çektirilen yoksulluğun veya Kürt
ulusal hareketleri ile
ilerici-yurtsever güçlerin halkı uyandırma çabalarının sürgün,
zindan ve katliamlarla karşılanmasının gerçek nedeni buydu.
Devletçilik ve yeni sömürgeciliğe zemin hazırlayan basamaklar
Kemalizmin
sanayileşme ve milli bir burjuvazi yaratma politikasında başarısız
olduğu 1923-1932 dönemindeki uygulamalardan sonra, devletin
destekle sağlanamayan bu amaca doğrudan soyunması sürecinde de
işbirlikçi eğilimler devam etmiştir.
Gerçekte
sömürge ilişkilerinin devralındığı, kapitalizmin kendi iç
dinamiği ile gelişmediği koşullarda Kemalist kadroların tüm
çabalarına rağmen evrilmenin işbirliği ve tekelleşme yönünde
olması, devrimin ve öncülerinin sınıfsal niteliği gereği
şaşırtıcı değil beklenen bir durumdur.
Dikkat
edilirse 1932 sonrasındaki dönmede de uygulanan politikalar üretim
araçları üreten bir sanayiyi değil; sınırlı
boyuttaki metalurji ve askeri sanayinin yanında şeker,
dokuma, tütün, ayakkabı, çimento gibi tüketim malları üreten
bir sanayiyi hedeflemiştir.
Süreç
içinde ticaret burjuvazisi palazlandıkça iş birliği eğilimi
artmıştır. Hata 1932’de Celal Bayar’ın Maliye Bakanlığı’na
getirilmesi bile işbirlikçi çekirdeğin başarısı olarak
görülür. Ve Bakan bu süreçte İş Bankası’nı emperyalizme
giden basamaklarda bir kaldıraç olarak kullanır.
Devletçilik
politikaları eşliğinde 1934’te ortaya konulan
I. Beş Yıllık
Sanayileşme Planı, yerli-doğal kaynaklara dayalı sınai üretim
birimlerinin kurulmasını, temel tüketim mallarının yerli
üretimine öncelik verilmesini, sanayi kuruluşlarının yerlerinin,
hammadde ve işgücü kaynaklarına yakın olmasını amaçlamıştır.
Temel
tüketim maddelerinin yerli üretimine ağırlık vermek,
emperyalizmin meta ihracına karşı bir önlem gibi görünse de
sonuçta sömürü ilişkilerine son verilmeden halkın refaha
kavuşması mümkün değildir. Bu süreçte Türkiye burjuvazisinin
gerek bağımsız bir üretim oluşturma niyetinin olmaması gerekse
sermaye birikiminin üretim araçları üretimi yerine daha ucuz ve
risksiz alanlara harcanması, Kemalistlerin bu amaçtan giderek
vazgeçmesini beraberinde getirmiştir. Bunun yanında toprak
reformunun yapılamamış ve sınırlı
sayıdaki devlet üretme çiftlikleriyle yetinilerek
tarımda artı-değerin büyük oranda kırın egemen güçlerine
bırakılmış olması, sermayenin burjuvazide merkezileşmesini
önleyen bir başka faktör olarak işlev görmüştür. Ve sonuçta
halkın soyulmasına, bunca zulümden geçirilmesine rağmen ortaya
kendi kendine yeten bağımsız bir sanayileşme çıkmamış, aksine
bürokrasiye hakim olan Kemalist kadrolar giderek burjuvalaşmış ve
bir kısmı ticaret burjuvazisiyle birleşerek tekelleşmeye
yönelmiş, tekelleşme işbirliğini hızlandırmış ve
emperyalizmle ilişkide yeni sömürgecilik olarak tanımlanacak
bağımlılığın önü açılmıştır.
Görüldüğü
gibi Kemalistlerin başından itibaren emperyalizmle ilişki içinde
olduğunu, hiçbir tavır koymadığını söylemek gerçekliği
yansıtmaz. Örneğin 1923 yılında emperyalistlerin sermaye
yatırımı 142 milyon sterlinken, 1933 yılında bunun 26 milyon
sterline düşmesi, yaklaşan
2. Paylaşım Savaşı ve emperyalist ülkelerin bunalıma düşmeleri
gerçeğinin yanında
emperyalist sermayeye karşı mesafeli olunduğunun
göstergelerindendir. Fakat bu konuda bir istikrardan söz edilemez.
Bir taraftan emperyalist sermayenin egemenliğindeki şirketler
devletleştirilmeye devam edilirken, diğer taraftan İş Bankası
grubuna devletin tüm yatırımlarında hem ihale kolaylığı hem de
ucuza mal etme avantajı sağlanıyordu. İşte bürokrat burjuvazi,
bu ilişkiler içinde ortaya çıktı. Yani Kemalist iktidar bir
eliyle emperyalistlere mesafe koyarken diğer eliyle işbirliğine
giden basamakları örüyordu. Bu süreçte 1929 bunalımının da
çeşitli biçimlerde etkisinin olduğunu söylemek mümkün.
Devletçi
politikalar kapsamında II. Beş Yıllık Plan 1938’de yürürlüğe
konulmuş ise de II. Emperyalist Paylaşım savaşının etkisiyle
bütçe büyük oranda askeri harcamalara ayrılmış dolayısıyla
da plan tam olarak uygulanamamıştır. Yine de bu planla beraber
temel tüketim mallarının büyük ölçüde üretilebilir hale
geldiğini söylemek mümkün. Yakup KEPENEK, ”Türkiye Ekonomisi”
adlı eserinde 1927’de 14,4 bin ton olan çimento üretiminin 1933’de
220 bin tona yükseldiğini, 1939’da dokuma sanayiinin yerli talebin
%80’ini, şeker sanayiinin ise yerli talebin tamamını karşılar
hale geldiğini belirtir.
Özellikle
birinci planın sonunda gerek tüketim mallarının üretiminde
gerekse ulusal endüstrinin gelişiminde belirli bir mesafe
katedilmiştir. Tam da bu bağlamda, coğrafi bölge ve toplumsal
yaşamla beraber planlanan, Türkiye’nin ilk ağır sanayi hamlesi
olarak kabul edilen ve “Fabrika kuran fabrika” olarak işlev
görerek uzun yıllar ulusal endüstrinin lokomotifi olan Karabük
Demir-Çelik İşletmelerinin İngiliz sermayesiyle kurulmuş olması,
Kemalist iktidarın bir eliyle aldığını diğer eliyle verdiğinin
göstergesidir. Bu ikili karakter tarım dahil hemen her alanda
gözlendi.
Küçük
burjuva diktatörlüğünün kaypak niteliğini ve güç ilişkilerine
göre davranma eğilimini gösteren gelişmelerden biri de 1935
yılında parti ile devleti özdeşleştirme yönünde atılan
adımlardır. 1935’te toplanan CHP kurultayında parti program ve
tüzüğünde değişiklikler yapılarak, CHP’nin ana ilkeleri,
izlediği çizgi bütünüyle devlete mal edilmiştir.
Bu yaklaşımda Avrupa’da gelişen faşist hareketlerin etkisi de
gözardı edilemez.
Bu çerçevede İsmet İnönü’nün 1 Haziran 1936 tarihli genelgesiyle, İçişleri Bakanı parti genel sekreteri, illerin valileri parti il başkanları, denetçiler bölgelerinde parti denetçileri yapılarak, CHP’nin ilkeleri anayasaya konularak, parti-devlet özdeşliği sağlanmıştı.
Bu
otoriter anlayışla hareket eden Kemalist iktidar, kendi dışında
halkın hiçbir kesimine örgütlenme hakkı tanımamıştır. Bunun
bedelini en ağır biçimde ödeyen kesimlerin başında Kürt halkı
gelmiştir. Halkın kendi kaderini tayin hakkı bilincine ulaşması
ve kendi mücadelesi ile Kürt feodallerini tasfiyesi engellenirken,
asimilasyoncu ve katliamcı politikalar öne çıkmış; 1938’de
Dersim’de on binlerce insan katledilirken geriye kalanlar batıya
sürülmüş, katliamları asimilasyon ve milli zulüm politikaları
izlemiştir.
Bu
sürecin bir özelliği de işbirlikçi burjuvazinin
ağırlığını/insiyatifini artırması, görünür hale gelmiş
olmasıdır. Bunun en somut göstergelerinden biri 1936’da çıkarılan
İş Kanunu’dur. Sendikacılığa da greve de yer vermeyen bu kanuna
göre, iş uyuşmazlıkları mecburi uzlaştırma ile
halledilecektir. Ve devlet artık her şeyin tayin edicisidir. Bu
süreçte dünya ölçeğinde kriz derinleşirken Türkiye’de gerek
emekçilerin örgütsüzlüğü gerekse tekelci burjuvazinin belirli
bir gelişme seviyesine gelerek sınıfsal varlığını
hissettirmesi vb. etkenler, Kemalistlerin İtalyan faşizminden
etkilenerek biçimsel de olsa korporatif örgütlenmeler
geliştirmelerini beraberinde getirmiştir.
Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un, Hitler’in ve Mussolini’nin Atatürk’ü örnek aldığını söyleyip bununla gurur duyması ise otoriterliğin vardığı boyutu göstermesi açısından çarpıcıdır. Atatürk İhtilali adlı kitabında Bozkurt, “Zamanımızın bir Alman tarihçisi gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer. Tabanı halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.” değerlendirmesini yapar. (Atatürk İhtilali, s.137)
Bu
toplu durumun yansıttığı sınıfsal ilişki ve çelişmelere
bakarak, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında emperyalizmle
yaşanan bütünleşmenin, savaş öncesinde buna uygun bir sermaye
gücünün büyük oranda gelişimini tamamlamış olmasıyla
ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.