Yıllardır ulusal ekonomik gelir düşüklüğünün nedenlerini, esnafın ödenmeyen vergilerine, halkın “kaçak” enerji kullanımına bağlayan egemenler, kendilerine has yöntemlerle bu durumu ortadan kaldıracak emin adımlar atıyorlar. Ve bu anlayışla ekonomik yıkımın sebebini emekçilere/yoksullara yükleme işlevlerini yerine getirerek, emekçi halka kapitalistleri sırtlarında taşıyabilecek bir rol de sunmuş oluyorlar.
Bilindiği gibi kapitalistler her kriz döneminde faturayı halka ve halkın kaynaklarına çıkarmayı doğal sorumluluk olarak görürlerken, buna yönelik tüm hamlelerini de “daha iyi hizmet”, “sorun suz üretim” ve “iş olanağı” yalanlarıyla örtbas etmeye çalışırlar. Tayyip Erdoğan “Kriz Türkiye’yi teğet geçti” söylemiyle adeta yalancılık abidesi haline geldi. Zira egemen ağızlar her ne kadar kriz konusunda teğet geçti söylemleriyle nabızları yavaşlatma yolunu tercih etmiş olsalar da, içinde bulunulan somut durumun uzun süreli bir koma haline dönüştüğü ve sürecin giderek buz dağının görünmeyen kısımlarını su yüzüne çıkardığı ortada. Emekçilere ve kamuya yönelik alınan her önlem paketi bunun açık göstergesi olurken buna karşı gerçekleşen her tepki ise, sopayla, gaz bombasıyla, tutuklama ve gözaltı furyasıyla karşılaşıyor. Dolayısıyla devletin, Nazi Almanyası’nı aratmayan yöntemlere başvurarak halkı zapt-u rapt altına almaya çalışması, sömürünün şaşırtıcı olmayan klasik bir tezahürüne de dönüşmüş oluyor.
Son dönemlerde kapitalist temsilcilerin krizi önleyemediklerine yönelik değerlendirmelerde bulunmaları, varolan sis bulutunu kendilerinin yarattığının itirafı anlamına geliyor. Hatta uzun süredir krizle ilgili yorum yapmayan ünlü milyarder ve spekülatör/vurguncu George Soros, Avrupa’da yaşanan mali kaygıların derinleşmesinin ve hükümetlerin bütçe açıklarını azaltma baskısı altında olmasının, küresel krizde ikinci perdeyi başlattığı uyarısıyla krizin evrenselliğine ve sürekliliğine dikkatleri çekiyor.
Hükümetlerin açıklarını azaltmak için yapacakları kesintilerin küresel ekonomiyi yeniden resesyon/durgunluk riski ile karşı karşıya bıraktığını savunan Soros, “Bildiğimiz gibi finansal sistemde yaşanan çöküş bir gerçekti ve bu kriz henüz sona ermiş olmaktan oldukça uzak” diyordu. Bu ifade de doğruluyor ki; kriz sona ermediği gibi yayılarak ve etkisini artırarak daha da yoğun bir hale geliyor. İşte tam da bu nedenle yerel ve uluslararası hükümetler eliyle tekellerin ve sermaye çevrelerinin krizden kazançlı çıkmalarına yarayacak önlemler konusunda her türlü atraksiyon ballandıra ballandıra halkların önüne sunuluyor. Özelleştirmelerden, taşeron ihalelere kadar tüm olanakların sermayeye peşkeş çekilmesi ve buna oldukça hız kazandırılması gibi.
Özellikle 80’lerin sonlarıyla birlikte yakalanan, kapitalist sistemin tek kutuplu dünya düzeni sonrası sağlamış olduğu rahatlama, fazla uzun sürmedi. Bilindiği gibi 80’lerin sonlarında liberalizm rüzgârıyla etki altına alınmaya çalışılan halklara, serbest piyasanın ve küreselleşmenin, refahın kaynağı olduğu fikri empoze edilmeye çalışılmıştı. Ancak ne Serbest Piyasa ekonomisi ne de küreselleşme söylemlerinin ardındaki gerçeklerin, dillendirildiği gibi cennet bahçesi olmadığı görüldü. Ve aslında çok kısa denebilecek bir süreç içerisinde piyasa ekonomisinin kendi kendini dengeye getireceği, denetleyebileceği, kendi kendine istikrarlı bir büyüme, kaynakların dağılımında istikrar ve verimlilik sağlayacağı konusundaki ezberler bozulmuş oldu. Dolayısıyla toplumlara sunulan refah programının aslında serbest piyasaya dayalı uluslararası sermaye ve çok uluslu şirketler (emperyalist tekeller) yararına hazırlanan ideolojik bir yanıltma olduğu gerçeği ortaya çıktı. Hatta bunu doğrulayan bir diğer gerçek, kimi burjuva çevrelerin ‘Marks haklı mıydı?’ sorusunu sormaları ve emperyalist-kapitalist ülkelerde yeniden Keynes’yen tedbirlere (doldur boşalt/boşalt-doldur) başvurulması gerektiğinin tartışılıyor olması. Öyle ki, 14 Mart tarihinde ABD’de Bearn Stearns adlı yatırım bankası kamunun kaynaklarıyla kurtarıldığında, muhafazakâr görüşleri ile tanınan Financial Times ’ın baş ekonomisti Martin Wolf, karışık duygular içerisinde şu satırları dile getirmişti: “14 Mart 2008 tarihini unutmayı nız: Bu tarih bundan böyle küresel serbest piyasada kapitalizm dü şünün öldüğü gün olarak anılacaktır.”
Başkan Obama’nın son dönemde ele aldığı kurtarma paketinin esası ise büyük oranda ABD’nin Keynes’çi tedbirlerle varolan ekonomik sarsıntının derin etkilerini hafifletmek anlamında bir hamle olarak düşünülüyordu. Bilindiği gibi geçtiğimiz aylarda açıklanan ekonomik kurtarma paketlerinde kamu hizmetlerine yönelik yapılandırıcı yeni önlemlerin alınması bunun ifadesiydi. ABD’nin otoyol inşaatlarından, demiryollarına dek yeniden bir inşa süreci başlatmış olması ve neredeyse ülkenin tamamını bir şantiye alanına çevirmesi ekonomik canlandırmanın Keynes’yen türevi olarak sahneye çıkıyor. Bu da krizin varolan/yaşanan etkilerini kısmi oranda hafifletmenin amacı olarak düşünülüyor.
Ancak yine de yaşanan tüm bu gelişmeler ve sarsıntıları önleme çabaları kapitalizmin çöküşü anlamına gelmiyor. Zira emperyalist-kapitalist sistem her krizden kazançlı çıkma anlayışıyla kendi krizini de emekçilere ve ezilen halklara fatura edeceği önlemlere başvurur. Bu durum kimi zaman demokrasi adına bir ülkenin işgali, kimi zaman nükleer silah tartışmalarıyla bölgeler arasında gerilimler yaratmayla dışavurduğu gibi, kimi zaman da kamu kaynaklarının pazara sunulması, işsizlik, kemer sıkma politikaları ve devlet terörü olarak karşımıza çıkar. Ücret zamlarının uzun zamandır fiilen durdurulmuş olması, ‘kriz bahanesiyle’ ücretlerin düşürülmesi, iş güvencesinin kaldırılmasına yönelik gündeme gelen düzenlemeler, zaten sınırlı olan sosyal haklara dahi göz dikilmesi, yasal sendikalaşma hakkını kullanmak isteyen işçilerin devletin
polisi tarafından ‘yasadışı’ olarak engellenmesi vb. gelişmeler, sermaye ve onun sözcüsü hükümetin bir süredir ‘Krizi fırsata çevirmek’ adına hayata geçirdiği adımlarda ne kadar kararlı olduğunu gösteriyor. Kapitalizm her dönem o döneme denk düşen ihtiyaçlarınca şekillenen ekonomik, politik, kültürel yönelimlerini tüm toplumun ihtiyaçlarıymış gibi lanse etmeye çalışır. Dolayısıyla bu çaba ideolojik yönlendirmenin tüm araçlarının devreye sokulduğu bir süreç eliyle yürür. Bugün de ülkemizde görüldüğü gibi Tekel direnişine ilişkin pişkinlikle yapılan açıklamaların yanında devletin tekel direnişine karşı almış olduğu tutum ve özelleştirme atağına verilen önem vb. egemen duruşun sınıfsal özelliği olarak okunmalıdır. Bu amaçla enerjide özelleştirmenin gerekliliğinden Tekel’de 4/C uygulamasına kadar her gelişmede egemenlerin devlet destekli yalanlarıyla karşılaşılması şaşırtıcı değildir.
Ülkemiz de dâhil olmak üzere uluslararası planda sağlık, eğitim, ulaşım, haberleşme, gıda, enerji vb. temel hizmet alanları uluslararası tekellerin ihtiyacı doğrultusunda tamamıyla sermayenin hizmetine açılmak isteniyor. Özelleştirme, taşeronlaştırma, çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, sosyal hakların gaspı, örgütsüzleştirme vb. saldırılar artık kamu hizmet alanları ile çalışanlarını da kapsıyor. Manipülasyonla birlikte özelleştirmeler, ihaleler birbirini izlerken emekçilere verilen tüm hakların tırpanlandığı bir zeminde inşa edilmiş oluyor. Kamu hizmetlerine dönük satışların yapılması ise sermaye çevrelerinin yeni kazanç kapılarına dönüşüyor. Suni gündemler ve tartışmalar içerisine çekilen kimi sol/muhalif kesimler de krize karşı tepkiyi örgütlemek yerine halkı da bu suni tartışmaların içine çekecek roller oynuyor. Dolayısıyla, şekillenen yeni sömürü politikaları tepkiler minimize edilerek engellenmeden başarıyla gerçekleşmiş oluyor.
Örneğin geçtiğimiz günlerde birçoğu tamamlanmış bulunan enerji ve elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmeleri, bu kapsamdaki hamleler olarak düşünülmelidir. Bilindiği gibi 2008 yılı bütçe açığı tartışmalarında “sermaye piyasalarına derinlik kazandırma” anlayışıyla hazırlanmış bulunan
Bütçe Gerekçesi’nde AKP hükümeti tarafından alınan önlemlerde, özelleştirmelere ağırlık verileceği vurgulanmıştı. Ve alınan çeşitli kararlar ile birlikte elektrik dağıtımı ve üretiminden, limanların satışına, karayollarının piyasaya sunulmasından, tütün, şeker, çay vb. tüm üretim alanlarına yönelik bir satış planı sunulmuştu. Bugün itibarıyla yapılması planlanan birçok satış ihalesi bu minvalde gerçekleşerek tüm birikimlerin sermayeye özenle sunulduğu bir sürece dönüştü. Örneğin Bandırma Limanı 36 yıllığına Çelebi Holdinge, Samsun Limanı Ceynak‘a devredildi. Hatta Samsun Limanı, en büyük müşterilerden birine devredilmekle kalmadı, Amerikan Petrol devi Exxon Mobile‘in Karadeniz’deki petrol arama çalışmalarının da “üssü” haline getirilmiş oldu. İskenderun Limanı’nın 36 yıl süre ile işletme hakkı ise 372 milyon dolarla Limak Yatırım Enerji Üretim İşletme Hizmetleri’ne sunuldu. Bunun yanında Çay-Kur ise önümüzdeki birkaç yıl içerisinde özelleşecek kurumlar arasında bulunuyor. Dolayısıyla süreç tam anlamıyla küresel krizin faturasının halkın sırtına yıkılacağı ve ulusal kaynakların tam anlamıyla sermayeye peşkeş çekileceği bir süreç olacak.
Zaten geçtiğimiz yıllarda bu adımların atılacağı açıkça belirtilmişti. Kapitalist ekonomi çevreleri, içinde bulunduğumuz 2010 yılının özelleştirmelerle birlikte Enerji İhaleleri ve satışına yönelik ‘d amga vuracak bir yıl’ olacağı görüşünü dillendirmekteydiler. Bu anlayışla henüz yılbaşındaki verilere göre sadece enerji alanında; Toplam 9 portföy grubunda yapılacak üretim ihalelerinden yaklaşık 10-15 milyar dolarlık ‘gelir’ hedeflendiği açıklanıyordu. Ve büyüklükleri 356 megavat ile 2.795 megavat aralığında değişen 9 portföy grubundan 3 adedi sadece termik santrallerden, 2 adedi termik ve hidroelektrik santralleri içeren karma portföyden, 4 adedi ise sadece hidroelektrik santrallerden oluşan bir satış listesi söz konusuydu.
Hatırlanacağı gibi 18 Mart’ta Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, kamu kaynaklarını sermayeye peşkeş çekecek görüşleri açıkça belirtmiş ve şunları söylemişti. “Türkiye Elektrik Dağıtım Piyasası’nın yüzde 30’unu oluşturan ve 8 milyon aboneye hizmet veren Boğaziçi, Gediz, Trakya ve Dicle Elektrik Dağıtım şirketlerinin ihale sürecini bugün itibariyle başlatıyoruz. Başkent Elektrik Dağıtım özelleştirme sürecini ise sene sonuna kadar tamamlamayı planlarken hedefimiz ise, elektrik dağıtımının tamamını özel sektöre devretmektir.” “…Avrupa’nın en büyük üretim özelleştirmesi olan 16 bin megawatt kapasiteli 45 santralin özelleştirilmesiyle ilgili olarak, tamamıyla bir elektrik üretim özelleştirmesi stratejisi belirledik. Böylece 44 bin megawatt olan Türkiye’nin kurulu gücünün üçte biri özelle ştirilmiş olacaktır”
Uluslararası sermaye çevrelerinin direktifiyle gerçekleşen ancak Başbakan’ın Kasımpaşa’lı tarzı ile ülkeye gelir kaynağı sağlayacak yalanlarıyla üstü örtülüp geçiştirilmeye çalışılan bir ekonomik ve sosyal saldırı sürecinden bahsediyoruz.
Tüm bu gelişmeler ile birlikte geçtiğimiz aylarda 4 bölgede Elektrik Dağıtım Hizmetleri satışa sunuldu. Buna göre 4 bölgede yapılan satışlarda su sonuçlara varıldı.
Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş’ye (TEDAŞ) ait Van Gölü Elektrik A.Ş’nin blok satış yöntemiyle özelleştirilmesine ilişkin nihai pazarlık görüşmesinde en yüksek teklifi 100 milyon 100 bin dolarla
AKSA Elektrik Perakende Satış A.Ş. verdi. Vangölü Elektrik Dağıtım A.Ş. Van, Bitlis, Hakkari ve Muş illerini kapsıyor. Sadece 2008 yılı net elektrik tüketim miktarı 1 milyon 137 bin 226 megavat olan merkezin abone sayısı ise 402 bin 976. Yine TEDAŞ’a bağlı, Fırat Elektrik A.Ş.’nin yüzde 100 oranındaki hisselerinin özelleştirilmesine ilişkin nihai pazarlık görüşmeleri bu dönemde yapılan görüşmeler arasındaydı. Bu görüşmede ise en yüksek teklifi 230 milyon 250 bin dolar ile Aksa Elektrik Perakende Satış A.Ş. verdi.
Fırat Elektrik Dağıtım A.Ş. ise Elazığ, Malatya, Bingöl ve Tunceli illerinde faaliyet gösteriyor ve bu bölgedeki 2008 yılı net elektrik tüketim miktarının 2 milyon 145 bin 246 megavat olduğu bildiriliyor. Bölgenin abone sayısı ise 659 bin 497. Bir diğer satış ise Çamlıbel Elektrik Dağıtım A.Ş. üzerinde yapıldı. Çamlıbel Elektrik Dağıtım’ın Yüzde 100 oranındaki hisselerinin özelleştirilmesine ilişkin nihai pazarlık görüşmelerinde ise en yüksek teklifi 258 milyon 500 bin dolarla Kolin İnşaat Turizm Sanayi ve Ticaret A.Ş. verdi. Çamlıbel Elektrik Dağıtım A.Ş, Sivas, Tokat ve Yozgat illerinde faaliyet gösteriyor. Söz konusu elektrik dağıtım şirketinin 2008 yılı net elektrik tüketim miktarı ise 2 milyon 87 bin 933 megavat. Abone sayısı ise 734 bin 673.
Sermaye çevrelerinin en iyi yatırım kaynaklarından biri olarak belirtilen ve satışı yapılan başka bir kuruluş da Uludağ Elektrik. TEDAŞ’a bağlı Uludağ Elektrik A.Ş’nin yüzde 100 oranındaki hisselerinin özelleştirilmesine ilişkin nihai pazarlık görüşmelerinde ise en yüksek teklifi 940 milyon dolar ile Limak İnşaat, Sanayi ve Ticaret A.Ş. vermişti. Uludağ Elektrik Dağıtım A.Ş, Bursa, Balıkesir, Çanakkale ve Yalova illerinde faaliyet gösteriyor. Bu bölge ise sanayi kuruluşlarının en hacimli olduğu yer olmakla birlikte en karlı alan olarak da biliniyor. Söz konusu elektrik dağıtım şirketinin 2008 yılı net elektrik tüketim miktarı 10 milyon 940 bin 535 megawatt. Bu bölgenin abone sayısı ise 2 milyon 278 bin 524
Muğla’nın Yatağan ilçesinde, 3×210 Mw gücündeki Yatağan Termik Santrali de Özelleştirme İdaresi tarafından özelleştirme kapsamına alındı. Hatta bu kararın ardından Citi-Oyak-Master ve Socain firmaları tarafından oluşturulan dörtlü bir konsorsiyum bir araya gelerek satın alma çalışmalarına başladı. Geçtiğimiz aylarda bu konsorsiyumun santrale gidip gözlem yaptığı sırada işçiler tarafından bölgeden kovulmaları ve Jandarma tarafından güvenliklerinin sağlanarak gözlemlere devam ettiğini biliyoruz.
ÖZEL TEKELLER YARATILIYOR
Halkın bilincini bulandıran en önemli etkenlerden biri de elektrik dağıtım bölgelerinin özelleştirilmesi ile birlikte şirketlerarası rekabetin elektrikte ucuzluğa neden olacağı yalanıdır. Yaşanan sürecin elektrik ücretlerinin ucuzlamasına neden olması bir yana aksine katlanarak ve giderek pahalılaşan bir alana dönüşeceği gerçeğinin üstü bilerek örtülüyor. Bilindiği gibi elektrik dağıtım hizmeti teknik niteliği bakımından zaten rekabetin oluşamayacağı bir alan olduğu gibi doğal tekel sayılan bir alandır. Bu nedenle bu alana talip olan şirketlerin zaten kendi alanlarında tekel niteliğinin bulunması da bunun işaretidir. Ayrıca özelleştirme sonrası elektrik fiyatları da düşmek bir yana artacaktır. Bu fiyat artışlarını, 1 Temmuz 2008 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanan otomatik fiyatlandırma mekanizması nedeniyle zaten yaşamıştık. Özelleştirmeci anlayış yıllardır, önce bölgesel fiyatlandırma, sonra otomatik fiyatlandırma ve en son maliyet esaslı fiyatlandırma adı altında elektriği piyasalaştırarak fiyat artışlarına zemin hazırladı.
Bilindiği gibi Elektrik alanında bugüne kadar sürdürülen özelleştirme ve serbest piyasa uygulamaları ülkemizi enerji sıkıntısı ve pahalı elektrik fiyatlarıyla karşı karşıya bıraktı. Özelleştirmelerin nedenini, ülkenin ekonomik kaynaklarının kısıtlılığına bağlayan egemenler tüm enerji alanlarına yatırım yaparak kaynak aktarmak yerine bu kaynakları özel şirketlerle karşılamak eğiliminde olduklarını zaten açıkça belirtiyorlar. Oysa ki gerçeklik, enerji alanında yatırım yapmak için “devletin parası yok” söylemleriyle enerji alanında özelleştirme ve serbest piyasa uygulamaları sonucunda milyarlarca dolar kamu kaynağının özel şirketlere transfer edilmesidir. Özelleştirme ve serbest piyasa uygulamaları nedeniyle ülkemizde elektrik açığı her geçen gün artmakta, kamunun üstlendiği maliyetler de katlanmaktadır. Şirketlerin talepleri doğrultusunda devreye alınan dengeleme ve uzlaştırma sistemiyle elektrikte, “maliyet ve makul kar” ile açıklanamayacak fahiş fiyatlar ortaya çıkması/çıkacak olması ise bunun ne derece doğru olduğunu önümüzdeki günlerde ortaya koyacak. Bu artan fiyatları yansıtmak üzere otomatik fiyatlandırma mekanizmasının Yüksek Planlama Kurulu kararına göre önümüzdeki aylardan itibaren devreye alınması planlanıyordu. Söz konusu otomatik fiyatlandırma ise enerji tekellerine halkın cebinden kar garantisi sağlanması anlamına geliyor. Zaten yapılan anlaşmalarda tekellerin bu madde konusundaki ısrarı gelecek kar oranlarının gittikçe yükselmesinin garantisi olarak yorumlanıyordu.
İŞBİRLİKÇİ İKTİDARLARIN SON TEMSİLCİSİ ERDOĞAN HÜKÜMETİ
KAPİTALİZMİN GEÇİCİ YÜZÜDÜR VE YAĞMALAR, ÖZELLEŞTİRMELER KAPİTALİST TEKELLERİN İHTİYACIDIR
Kimi çevreler yaşanan tüm bu gelişmeleri AKP ve Erdoğan’ın öznel duruşuyla tanımlayarak Cumhuriyet tarihinin en kötü hükumeti tanımlamasıyla AKP karşıtlığıyla özdeşleşen bir mücadele hattı oluşturmayı ana amaç olarak belirlemiş durumda. Oysa tarihsel tüm gelişim seyri sömürünün sınıfsal çıkarlarla ilintili olduğu gerçeğini ortaya koyar. Sömürüdeki artış ise kapitalistlerin dönemsel ihtiyaçlarının karşılanması ile ilintilidir. Aciliyet ve yağmanın oranı bu ihtiyaca göre belirlenir. Dolayısıyla küresel kriz nedeniyle faturayı halka ve onun kaynaklarına çıkaran egemenlerin yağması AKP özelinde değil kapitalizmin niteliği olarak algılanmalıdır. Ve muhalif duruş buna göre bir mücadele hattı izlemelidir.
Bu bağlamda ele aldığımızda yıkım sürecinin değişen hükümetlerce adeta bayrak yarışına dönüştüğünü görürüz. Örneğin 12 Eylül Faşist Cuntası ile birlikte olgunlaşan 24 Ocak Kararları, emperyalist tekeller için cazip bir alan yaratma işlevi olarak kurgulandı. Gümrük duvarlarının kaldırılması ve ardından KİT’lerin yağmalanması bu sürecin en önemli işaretleriydi. Talana zemin hazırlandığının işaret fişeğini yakan işbirlikçi yerel iktidarlar, özellikle 1984 yılı ve sonrasında tekellerin iştahını kabartarak ‘mal bulmuş mağribi’ edasıyla yerel pazarları ele geçirmesinin önünü açmış oldu. İlk özelleştirme sürecide bununla birlikte başlamış oldu. Hatta bilindiği gibi ülkedeki ilk özelleştirme atağı bugün üzerinde oldukça spekülasyonlar yapılan enerji sektöründe gerçekleştirilmeye çalışıldı. Özal’ın ilk özelleştirme girişimi enerji alanına ilişkin çıkardığı 04.12.1984 tarih ve 3096 sayılı, “TEK dışındaki kuruluşların Elektrik Üretimi, İletimi, Dağıtımı ve Ticareti ile Görevlendirilmesi Hakkında Kanun” ve bu kanun uyarınca çıkarılan uygulama yönetmelikleriyle olmuştu. Böylece enerji sektöründe özelleştirmelerin yolu açılarak, kamu finansman sıkıntısı gerekçesi arkasında özel sektöre faaliyette bulunma olanağı tanındı. Bu kanun ile birlikte uluslararası tekellerin çıkarları için ulusal düzenlemeleri gerileten ilk uygulama da gerçekleştirilmeye çalışılmıştı. 3096 sayılı yasayla TEK’in tekel konumu ortadan kalkmış, enerji alanı imtiyazlı bir alan olarak nitelenip, görevli şirketle “imtiyaz sözleşmesi” yapılmasının yolu açılmıştı. Ancak bu yasa biraz da bürokrasinin direnmesi sonucu uzun süre uygulanma şansı bulamadı. Bu yasaya dayanılarak 1989 yılında İstanbul’un Anadolu Yakası’nın elektrik dağıtımı konusunda görevlendirilen Aktaş’la 1990’da sözleşme imzalanmış, ancak imzalanan bu sözleşme 1993’de Danıştay’ca iptal edilmişti. 1995 yılında görevlendirme yapılmasına rağmen, yeni sözleşme ancak 1998’de imzalanabildi. Hatta bu dönemde hukuki ve idari bir yığın zorlama ve kamunun trilyonlarca liralık zararıyla Aktaş’ın, 1989-1998 arası yasadışı bir şekilde çalıştığı unutulmadı. Daha sonra muhalif çevrelerin yaptığı itirazlarla birlikte Anadolu Yakası’nın Elektrik Dağıtım İşletmesi TEDAŞ’a geri dönmüş, böylece sektörün ilk özelleştirme uygulaması fiyaskoyla sonuçlanmıştı.
Ancak egemenler ve işbirlikçisi yerel iktidarlar, çeşitli atraksiyonlara başvurarak bu durumun üstünün örtülmesi amacıyla yeni girişimler başlattılar. Bu girişimlerin başında ise TEK’in idari olarak yeniden yapılandırılması geliyordu. Bu amaçla TEK’in bölünüp, küçültülerek işlevsizleştirilmesi gerçekleştirildi.. 1993 yılında TEK’in TEAŞ ve TEDAŞ olarak ikiye bölünmesiyle dağıtım şirketlerine bölünen TEDAŞ’ın satışının önü açılmaya çalışıldı. Bununla da yetinilmemiş 2001’de Dünya Bankası’nın verdiği kredilerin ön şartı olarak TEAŞ’ın; Türkiye Elektrik İletim A.Ş (TEİAŞ), Elektrik Üretim Anonim Şirketi (EÜAŞ) ve Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt Şirketi( TETAŞ) olarak üçe ayrıldığı görülmüştü. Böylece sektörün merkezi planlamayı gerektiren bütünlüklü yapısı bozularak sonuçları bugün karşımıza yolsuzluk ve kaos olarak çıkan dönemin kapısını da aralamış oldu.
Özelleştirmenin yolunu açmak için çıkartılan yasalarda da hukukun alabildiğine zorlandığı biliniyor. 1994 yılında 3996 sayılı yasayla Yap İşlet Devret (YİD) modeli getirildi. 1996 yılındaysa bu modelden vazgeçilerek 8269 sayılı yasayla artık yapılan işletmelerin belli bir süre işletilip sonradan kamuya devredilmesini öngören “devret” bölümü atılıp, Yap-işlet (Yİ) modeline geçilmişti. Bu model aleyhine de bir çok dava açılmasına ve bu davanın Şubat 1997’de yürütmeyi durdurmayla sonuçlanmasına rağmen, Enerji Bakanlığı, hukuku yok sayarak ihale süreçlerini devam ettirmişti. Her dönemde iktidara gelen işbirlikçi hükümetler ve partilerce sürdürülüp birbirine devredilen bu soygun düzeni neredeyse kamusal hiçbir alanın kalmayacağı bir zemin yarattı. Sömürücülerin bayrak yarışında AKP’nin de kulvardaki yerini almasıyla bu süreç, kapitalizmin krizi ile birlikte daha da boyutlandı. Özelleştirme saldırısı ivmesini artırarak sürdürülmeye devam edildi.
Örneğin Türk Telekom AKP hükümetinin en büyük özelleştirmesi olarak tarihe geçti. Ve Tayyip Erdoğan bu durumu zafer kazanmış komutan edasıyla bir başarı olarak gördüğünü açıkladı. Hatırlanacağı üzere 14 Kasım 2005’te yapılan ihaleler sonucunda Türk Telekom, Oger Telecom’a satılmıştı. Özelleştirmeler ardı sıra gerçekleşmeye devam etti. Yine aynı yıl içerisinde Türkiye’nin en karlı işletmeleri arasında sayılan Seydişehir Eti Alüminyum, Ce-Ka İnşaata satıldı. 2 Şubat 2006’da Başak Sigorta, Fransız şirketi Groupama İnternational’e, 26 Ocak 2006’da Türk Sanayisinin en büyük kuruluşlarından TÜPRAŞ Koç-Shell ortaklığına, Şubat 2006’da ise dünyanın sayılı demir çelik üreticileri arasında bulunan ERDEMİR, Oyak Grubu’na satıldı. 2007 yılında PETKİM Rus-Kazak ortaklığı olan TransCentralAsia Petrochemical Holding Ortak Girişim Grubu’na, TCDD’ye ait İzmir Limanı; Hutchison Whampoa, Global Yatırım Holding ve Ege İhracatçı Birliği’nin oluşturduğu üçlü bir konsorsiyuma, İstanbul’un en değerli arazisi olan Karayolları arsası Zorlu Grubu’na satıldı. Araç Muayene istasyonları da uzun yargı aşamasından sonra, Akfen-Doğuş-TüvSiüd Ortak Girişim Grubu’na satıldı.
Bunlar sadece kısa süreler içerisinde gerçekleşen önemli özelleştirmelerdi. Bunun yanında irili ufaklı daha bir çok kamu yatırımının özel sermayeye peşkeş çekildiği biliniyor.
KAPİTALİZMİN YENİ SÖMÜRÜ ALANI HİDROELEKTRİK SANTRALLERİ HES’LER NEYİN İHTİYACI?
Bir başka sorun da ülkenin Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşanan Hidroelektrik Santralleri’nin yapımı ve özel şirketlere verilmesi ihaleleridir. Bilindiği gibi Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yapılması düşünülen 2000 adet Mikro Hidroelektrik Santrali’nin yapımından bahsediliyor. Hatta egemenler yine diğer alanlarda da olduğu gibi ballandıra ballandıra ele alıp kamuoyuna sundukları projelerde “işletmelerin enerji ihtiyaçlarını kendi öz kaynakları ile sağlayacağı” yalanına başvuruyor. Birincisi, bölgede bu tür kaynağa başvurabilecek işletme sayısının olmaması bunu yalanlıyor. İkincisi ise, bu anlamda gerçekleşebilecek herhangi bir sanayi projesi henüz mevcut değil. Dolayısıyla su kaynaklarının zenginliği ile bilinen bölgede böylesine bir atraksiyona başvurulması, tatlısu kaynaklarının birilerine peşkeş çekileceği anlamına geliyor. Bu bağlamda hem tatlı su kaynaklarının sermayenin eline geçmesi sağlanmış olacak, hem de bu yatırım süreci içerisinde yapım ihaleleri ile sermayenin bir kesimi gözetilmiş olacaktır. Oysa bölgenin ekolojik korumada öncelikli sıralarda yer aldığı biliniyor. Bu projeyle bırakalım bölgede ekolojik dengeyi korumak, su kaynaklarını yitirecek bir sürecin adımı atılmış oluyor.
Bilindiği gibi bundan bir süre önce su sorununa ilişkin bir değerlendirmeyi bilgilerinize sunmuş ve bu değerlendirmede hem suyun ticarileştirilmesi hem de emperyalist tekellerin bu konudaki pazar geliştirme çabalarına ilişkin değerlendirmelerde bulunmuştuk. Birçok ülkede tatlı su kaynakları üzerindeki kamu mülkiyeti ve ayrıcalıkları özenle korunurken, birçok yeni sömürge ülkede bu kaynaklar özel mülkiyete açıldı. Önemli kaynak suları, akarsular, barajlar ve göller, hatta yeraltı sularının kullanımı tekellere devredildi. Bu ise önümüzdeki dönemde tatlı su kaynaklarının yağmalanacağı bir sürecin izlerini taşıyor.
Öyle ki sadece Türkiye’deki su pazarı dahi bunun göstergesi. Bugün Türkiye’de paketlenmiş su pazarı her yıl yüzde 10 büyüyor. 300’e yakın damacana, 100’den fazla pet şişe üreticisi var. Pazar payı Nestle’nin yüzde 29, Coca Cola’nın 18.4, Danone’nin 10.5, Yaşar Holding’in 13.7, Aytaç’ın 14.3. Piyasanın yüzde 70’i ise yabancı şirketlerin elinde. Bunun yanında tatlı su kullanımındaki artışa rağmen, kaynaklarda bir artışın olmaması, hatta giderek kirlenme, iklim değişikliği gibi nedenlerle gözlenen azalma sonucu, kapitalistler açısından su kaynaklarının mülkiyetine sahip olma önemli bir rant kaynağı haline geldi. Türkiye’de 90 milyar dolarlı k bir pastadan söz ediliyor. Bu alandaki özelleştirme için emperyalist tekeller ve Türkiyeli muhtemel ortakları özellikle AKP iktidarı döneminde bu yolda önemli mesafeler katetmiş sayılır. (Bkz Devrimci Hareket Dergisi Sayı:28)
Bölgede ise HES’ler için yalana dayalı egemen politikalarla yanıltma çalışmaları hız kazanmış durumda. Çay üretiminden önemli bir gelir sağlayamayan bölge halkına iş imkanı sunulacak yalanlarıyla HES’ler yoksul üreticilerin gözünde meşru kılınmaya çalışılıyor. Ancak bölgede işe alınacak işçi sayısının bir elin parmaklarını dahi geçmeyeceği açık. Egemenler yöre halkına santral bekçiliğini layık görürken bir yandan da çay ve fındıkta uyguladığı gibi tarım politikalarıyla bölgedeki üreticiyi HES’lere muhtaç duruma getirmeye çalışıyor. Böylelikle tekellerin çıkarları için tarımdan, ekolojiye, sağlıktan, özelleştirmelere kadar halka, emekçiye düşman bir sürecin tohumları ekilmeye çalışılıyor.
ÜRETEN BİZİZ, YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ
Artık açıkça biliniyor ki bağımlılığı işbirlikçi iktidarlar tarafından gittikçe kökleşen Türkiye’nin rolü, tüm alanlarda uygulanacak olan girşimlerle, bu bağımlılığı daha da derinleştirmektir. Egemenlerin her krizi ile birlikte onlara soluk aldırma işlevi gören Türkiye egemenleri bu rol ile birlikte yağmanın dozunu yükseltecek olanaklar konusunda daha da radikal yöntemlere başvurmaktan çekinmiyorlar. Çünkü amaç insan olmaktan çıkarak kapitalistlerin cebini doldurma görevi olarak görülüyor.
Doğumundan ölümüne kadar her insan için gerekli olan enerji, su, sağlık, eğitim vb. gibi ihtiyaçlar öncelikle yaşam hakkı, insan hakkıdır. Böylesi bir hakkın halka ücretli olarak sunulması ve hatta yoksulların ödenmeyen faturalar nedeniyle bu hizmetlerden mahrum kalması kapitalist kar anlayışının ürünüdür. Kapitalistler tarafından diktatörlükle suçlanan SSCB ve diğer sosyalist ülkelerde elektrikten suya, sağlık ve eğitim hakkından toplu taşımaya değin bir çok hizmetin parasız karşılandığı düşünüldüğünde insana verilen değerin orantısı her iki sistem arasındaki farkı açıkça ortaya koyuyor. Bugün dahi geçmişte sosyalist blok içerisinde
yer alıp revizyonizm tarafından geri dönüşle karşı karşıya kalmış ülkelerde su, elektrik gibi doğal insan hakkı olan hizmetlerin ücretsiz veriliyor olması sosyalist birikimlerin ürünü olarak algılanmalıdır. Ve bu; yaşadığımız coğrafyada insana dair mutluluğun ancak emekçi halkın iktidarı ile olgunlaşacak bir sürecin ürünü olacağının en önemli işaretidir.
TEK YOL DEVRİM!
Sayı 31 (Kasım 2010 – Ocak 2011)