Neoliberalizmden kamuculuğa mı?
SORU: Kapitalizmin niteliğine dair çeşitli tartışmalar yaşanıyor. Örneğin Financial Times’ın köşe yazarına göre neoliberalizm dönemi hızla geride kalıyor, sarkaç ekonomide kamunun rolünün arttığı bir yöne doğru salınıyor. Neoliberalizm gerçekten geride mi kalıyor; sermaye çevreleri kamucu bir sürece mi yöneliyor?
YANIT: Bu vb. türden çokça değerlendirme yapılıyor. Sermayenin sınıfsal niteliğinin, dolayısıyla da kapitalizmin işleyiş yasalarının üzerinden atlayan hiçbir değerlendirmenin isabet şansı yoktur. Bunlar ya çeşitli hesaplar eşliğinde bilinçli olarak yapılmakta ya da duygusal veya psikolojik etkileşimlerle bilimsellikten uzak ortamların ürünü olmaktadır.
Çok özel döneme has nitelikler taşıyan bir süreçten geçiliyor. Ancak bu nitelikler uzlaşmacı, kamucu, halktan yana vb. değil, tersine bir durumu tarif ediyor. Son 50 yıllık süreçte, sosyalizm tehdidini yok ettiğini, önündeki tüm engelleri kaldırdığını ve muhalif kesimleri silahsızlandırdığını düşünen/gören veya en azından konjonktürel fotoğrafı böyle okuyan egemen sınıflar, 200 yıllık kazanımları gasp etmek dahil emeğe karşı çok cüretkâr adımlar atıyor. Ancak süreci tanımlayan sertlik bundan ibaret değil. Giderek kapsam büyüten hegemonya ve paylaşım savaşında, devletlerle büyük ölçüde iç içe geçmiş olan sermaye güçleri tüm kozlarını kullanıyor.
Bu aşamaya nasıl gelindiğinin bilinmesi aynı zamanda kapitalizmin bugünkü niteliği ve olası gelişmelere dair da ipucu verecektir.
Bilindiği gibi neoliberalizm, sermayenin önündeki tüm engellerin kaldırılarak tam hakimiyetin sağlanması, tüm kamu mallarının ve doğal kaynakların özelleştirilmesi, taşeronlaştırma ve piyasalaşma ile beraber anılır. Böylece uluslararası yeniden paylaşım eşliğinde bir çeşit yeniden sömürgeleştirme yaşanacak, kapitalizmin girmediği hiçbir kör nokta kalmayacaktı. Bu konuda bir çeşit laboratuvar olarak düşünülen Şili’deki Pinochet darbesini de Türkiye’de 1980 12 Eylül’ünde gerçekleşen darbeyi de 24 Ocak Kararları’nı da zorunlu din dersini de bu kapsamda sayabiliriz.
Bırakalım yabancılara mülk satışını, yabancı sigara satışının dahi yasak olduğu süreçten bugüne adım adım planlanarak gelindi. Dirençlerin kırıldığı, sınıf örgütlülüğünün dağıtıldığı veya geriletildiği, bu alandaki örgütsel/kurumsal yapıların tasfiye edilebildiği veya işlevsiz kılınabildiği oranda adımlar hızlandırıldı. 20 yıllık yapısal uyum yasalarını 2000’li yılların başında bir çeşit sivil darbe niteliğindeki müdahaleler tamamladı ve “15 günde 15 yasa” ile bilinen Derviş’li dönem başladı.
Sonuçta bugün dünyada ve Türkiye’de yaşanmakta olan süreç, neoliberalizmin bittiğini veya geride kaldığını değil, toplumsal olan her şeyin parçalanması dahil, amaçlanan aşamaya gelindiğini gösteriyor.
Bugün kriz eşliğinde dünya ölçeğinde yaşanmakta olan paylaşım savaşının sorunları, küresel boyuttaki sınıf savaşı tablosuna dair önemli veriler sunuyor. Elbette sermaye için ortalık çiçek bahçesi olarak tanımlanamaz anacak sanıldığı gibi bugünün küresel hakimiyet sağlayan güçleri neoliberalizmin sonuçlarından hiç mi rahatsız değildir.
Gezegen açısından gidişat bağlamında bir risk okuması yapılsa da burada sermaye güçlerinden çevreci, emekten yana vb. adımlar beklemek sınıfsal cehalet veya saflık olur. Bugün dünyanın hemen her noktasında sol adına atılan geri adımlar ve uzlaşma eğilimleri de Amazonları yakmayı açıkça savunan Bolsonaro’nun Lula karşısında aldığı hafifsenmeyecek oy oranı da Kılıçdaroğlu’nun sağ taklidi politikaları da bu çerçevede gelişmelerdir/örneklerdir.
Kimi sermaye sözcülerinin ve liberal çevrelerin tanımlarının sol söylemlerle iç içe geçmesi de sürecin niteliklerindendir. Kafalar öylesine karışmış ve duruşlar kayganlaşmış durumdaki Amasra maden cinayetinden birkaç gün sonra TÜSİAD, DİSK’i ziyaret etti. Heyetler birbirine raporlarını sundu. “Bir ziyaret işte ne olacak” deyip geçilmez ve üzerinde durulabilirse sendikaların ve sınıf uzlaşmacılığının bugün geldiği aşamayı anlamak açısından çok şey anlattığı görülecektir.
Emperyalist sermayenin tahakkümü altında dünya sınıfsal bir yumuşamaya doğru değil keskinleşen ve derinleşen çelişmeler eşliğinde çeşitli açılardan belirsiz ve zorlu bir sürece giriyor. NATO’nun son Madrid toplantısında Mukabele Kuvveti’nin 40 binden 300 bine çıkarılması; Japonya, Güney Kore, Avustralya gibi NATO üyesi olmayan ülkelerin toplantıya katılması, NATO’nun yeni süreç için işlev tazelediğini ve silahlarını bilemekte olduğunu gösteriyor.
Metaverse de “ben doğayı yeterince kirletemedim al sen kirlet” dercesine hazırlanıp pazarlanan Karbon Karnesi de erimekte olan buzulların altındaki muhtemel maden vb. kaynaklar için tekellerin hazırlık yapıyor olması da bu kapsamdaki arayışa, yeni düzenin ipuçlarına dair verilerdir.
Bugünkü kapitalizm emek-sermaye çelişmesi bağlamında elbette öz itibariyle aynı kapitalizmdir. Ancak fotoğraf büyük çekildiğinde çok çelişmeli ve çok cepheli bir süreç görülecektir. Bunu yine en iyi/isabetli değerlendirecek olanlar Marksistlerdir/devrimcilerdir. Bu yapılabildiği oranda sınıf ilişki ve çelişmelerinin (sınıfsal dizilimin) bugünkü niteliği okunabilecek, mücadele araç ve yöntemleri buna göre şekillenecektir.
Büyük savaşın fragmanı
SORU: Bu kapsamda Ukrayna’da yaşanmakta olan savaş nasıl değerlendirilmelidir; bir Putin cinnetinden veya Zelenski’nin kişisel niteliklerinden mi bahsedilmeli yoksa bu savaş daha kapsamlı gelişmelerin fragmanı olarak mı değerlendirilmelidir?
YANIT: Bu konuda değerlendirme yapılırken düşülebilecek en büyük yanılgı, sorunun kişiselleştirilmesi olur. Mesele kişisel niteliklerden ve niyetlerden çok öte nedenlere dayanıyor. Örneğin “savaşı kim başlattı” sorusuna “Putin” diye yanıt vermek nasıl eksik kalırsa, Rusya’ya karşı savaşı Ukrayna veya Zelenski’nin yürütmekte olduğunu söylemek de en az o kadar eksik/yanlış olur.
Yaşanmakta olan, dar anlamda NATO’nun da değil bizzat emperyalizmin savaşıdır. NATO burada bir askeri araçtır. Fotoğraf Ukrayna’ya kadar daraltıldığında bile savaşın 2014’ten beri yaşanmakta olduğunu söylemek mümkün. Ama daha doğru ve bütünlüklü/sınıfsal tanımlarla söylersek bu, hegemonya ve paylaşım savaşının lokal cephesidir. Bu lokal cephe dahi Ukrayna sınırlarının dışına taşmıştır. ABD tarafından Kuzey Akım hatlarının tahrip edilmesi de Kreç Köprüsü’nün bombalanması da hatta sürece Polonya’nın çeşitli biçimlerdeki dahli de bu kapsamdadır. Savaşa onlarca ülke silah, uzman, istihbarat verisi vb. göndererek katılmakta hatta Ukrayna Genelkurmayı bizzat ABD tarafından yönetilmektedir.
Savaşın uzaması, dışsal aktörlerin katılımıyla ve özellikle ABD’nin savaşın bitmesini istememesiyle doğrudan ilintilidir. Bu savaşta ABD, Rus silahlarına karşı kendi silahlarını denerken aynı zamanda Rusya’yı kuşatıp etkisizleştirebildiği oranda Çin’e yönelik hamlelerini büyütecektir. Çünkü bu, lokal olanla sınırlı olmayan, lokal cepheleri olan global bir savaştır. Rusya’nın İran silahları kullandığı nasıl doğruysa, Batı’dan Ukrayna silah yağdığı da doğrudur. Özetle bu, askeri olanı da içeren, çok cepheli bir savaşın kesitlerinden biridir.
SORU: Askeri olanı da içeren derken neyi kastediyorsunuz?
YANIT: Uzun süredir ABD’nin 2. Paylaşım Savaşı sonrası sağladığı hegemonyanın sarsıldığı, dünya ölçeğinde çeşitli biçimlerde gözleniyor. Bunun giderek bir hegemonya ve paylaşım savaşına dönüştüğü, ancak önceki savaşlardan farklı olarak askeri olanın yanında ticari vb. boyutlar taşıdığı, bunun yanında vekalet savaşlarına başvurulduğu görülüyor. Bir taraftan emperyalist paylaşım savaşı çeşitli saflaşmaları ve yeni düzen ipuçlarını bağrında taşıyarak devam ederken diğer taraftan egemen sınıflar sınıf karşıtlarıyla mücadelede muhalif güçleri etkisizleştirme, amacından uzaklaştırma, uzlaşmaya zorlama vb. yöntemlere başvuruyor. Dünya ölçeğinde uzun süredir halk hareketlerinin bir devrimle sonuçlanmaması, sınıf uzlaşmacılığının (sosyal demokratlaşmanın) yaygınlaşması, bir yanıyla içsel sebeplere dayansa da diğer yanıyla da dışsal müdahale ve yönlendirmelerden kaynaklanmaktadır.
“Başarılı olamıyorsan başarının tanımını değiştir”
SORU: Dünya ölçeğinde yaşanmakta olan emek, doğa ve insan karşıtı gelişmelerin solu büyütmesi gerekirken sağı, faşist hareketleri büyütmesi, deyim yerindeyse düzene karşı öfkenin neofaşist parti saflarında karşılık bulması, sağın ancak sağla yenilebileceği kanaatinin yaygınlaşması veya Şili, Brezilya vb. örneklerde görüldüğü gibi sol adayların ancak burjuvazinin bir kesimiyle uzlaşarak seçimi kazanabilmesi ne anlama geliyor; bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor?
YANIT: Sözü edilen durum, bugün solun en büyük, en önemli sorunlarından biridir. Benzer tartışmalar Gezi bağlamlı da yapıldı. Sol kendini güncelleyerek güne yanıt olamadığı oranda, düzen aktörlerini taklide yöneliyor. Günü kurtarmayı öne çıkarıyor. Hatta örgütsüzlük övgüsü yapılıyor. Şili’de olduğu gibi kimlikçi liberal bireyler, aktivistler öne çıkarılıyor.
Sri Lanka’da Saray basılıyor. Sudan’da 30 yıllık diktatör düşüyor. Ama süreç düzen kadroları arasında nöbet değişimi ile sonuçlanıyor.
Özellikle son dönemde seçim bağlamlı çalışmalara bakıldığında büyük oranda “reel politiğin” tercih edildiğini söyleyebiliriz. Bunu da politik yapıların, stratejik hedefini, temel önemdeki ilkelerini dikkate almadan gündelik fotoğrafa ve güç dengelerine göre hareket etmesi, günü kurtarmayı temel amacın önüne çıkarması olarak özetleyebiliriz. Bu, bir yanıyla pragmatizmdir, bir yanıyla geleceği güne, büyük amacı küçük kazanımlara feda etmektir. Kimilerinin “halk nereye bakıyorsa orada olmak” olarak tanımladığı bu durum, edilgenliği kutsarken önderliği yok sayıyor.
İşin paradoksal yanı bugün bilgiye ulaşmak, araştırma yapmak, dünyanın öbür ucundaki pratikten öğrenmek çok daha mümkün. Ama yaygın tablo, kolaya kaçıldığını, temel önermelerle bağın koptuğunu gösteriyor. Hatta “başarılı olamıyorsan başarının tanımını değiştir” diyebileceğimiz bir durumun yaşandığını söyleyebiliriz.
Bu konu tabii ki yazımızın kapsamını aşacak boyutta bir çalışmayı, üretkenliği gerektiriyor. Lenin, İki Taktik kitabına önsözde, “Devrim olayları bize bugüne kadar çok şey öğretti. Ama şimdi sorun devrimin özneleri olarak bizim ona bir şey katıp katamayacağımızdır” der. Marx ise Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i adlı eserinde “Proleter devrimleri, sürekli özeleştiri yapar, koşarken hep ara verir, halledilmiş görünene geri dönüp yeniden başlar.” der. Bugün bunun solda genel anlamda yapıldığını söylemek zor. Gerçekte bilim ve devamlılık da böyledir. Ama burada öznellik gerçekliği baskılıyor. Küreselleşme karşısında kolektif aidiyetler erirken, en etkili rolü oynaması/üstlenmesi gereken devrimci sol yapılar deyim yerindeyse sınıfsal muarızını taklide varacak düzeyde parlamentarizme düşüyor.
Adı konulmamış ve itiraf edilmemiş de olsa stratejik hedeflerle bağ kesilmişçesine kısa erimli güncel hesaplarla hareket ediliyor. Ve sonuçta solun alternatif olamadığı durumlarda neoliberal programlarla ezilmiş, öfkesi büyümüş halk kesimlerinin ilgi ve enerjisi faşist hareketlere yöneliyor.
Sınıflar mücadelesi sertleştikçe sol sosyal demokratlaşıyor
SORU: Gelir uçurumunun yaşandığı, orta sınıfların çözüldüğü, sermayenin tüm kozlarını saldırganca oynadığı, dolayısıyla da muhalif kesimlerin çeşitlenerek büyüdüğü bir konjonktürde daha radikal bir karşı duruş geliştirmek yerine sanki çelişmeler derinleştikçe ve sınıflar mücadelesi sertleştikçe sol sosyal demokratlaşıyor. Bunun nedeni nedir?
YANIT: Sınıfsal programlara sahip, Komünizm/sosyalizm iddialı yapıları da büyük oranda etkisi altına almış olan bu durum, aynı zamanda yönteme ve amaca yabancılaşmaktır. Günü kurtarma ufuklu siyaset giderek en iddialı yapıları dahi teslim alıyor. Bu konunun üzerinde neden-sonuç ve güncel ihtiyaçlar bağlamında ciddiyetle durmak gerekiyor.
Öncelikle belirtelim ki bu, dünya ölçeğinde bir sorundur. Reel sosyalist zeminde yaşanan çözülme dahil pek çok gelişme ile ilişkilendirilebilir ama sonuçta bugün, bir çeşit “sosyaldemokratlaşma” diyebileceğimiz sınıf uzlaşmacı duruşun yaygınlaştığını, devrim ufuklu sınıflar mücadelesinin yerini aldığını söyleyebiliriz. Pragmatizmle ve sınıf uzlaşmacılığıyla malul bu alanda pek çok pratik sayılabilir.
Seçimleri kazanmak için burjuvazinin bir kesimiyle uzlaşmaktan, dünyada NATO’ya-ABD’ye güzelleme yapmaya, Türkiye’de ise programına ve sınıfsal duruşuna/işlevine bakmaksızın 6’lı Masa’ya yapılan olumlu atıflara kadar pek çok örnek verilebilir. Seçime ve sonuçlarına yüklenen abartılı anlam, mücadeleyi dört yılda bir sandığa gitmekten ibaret gören bir insan için anlaşılabilir ancak aynı anlam yüklemesi ve abartı devrimcilik/komünistlik iddiası ile beraber yapıldığında bir şeyler ters kurulmuş oluyor.
Bugün anı kurtaran güncel kimi tablolar kazanımmış gibi görünüyor ve ne yazık ki bunun neoliberal politikalarla yorulan halkın öfkesini massetmek anlamına gelebileceği, buna hizmet edeceği akla bile gelmiyor.
Solun bu süreçte kendini yenileme, toplumun önünden gidip yol açma ve perspektif sunma nitelikleri hatta moral değerleri giderek zayıflıyor. Bunda elbette 1990’ın payı var ama sorunu bundan ibaret göremeyiz. Dünyada uzun süredir devrim diyebileceğimiz bir toplumsal gelişme yaşanmıyor.
Türkiye’ye baktığımızda bugün hemen herkes ufkunu seçimle sınırlanmış durumda. Üstelik yakın vadede seçim yok. Ve süreç her an müdahaleyi gerektiren gelişmeler eşliğinde derinleşiyor.
Bugün sınıflar mücadelesinin güncel durumu dediğimiz tabloda orta sınıfların çözüldüğünü görüyoruz. Aslında bütün bunlar büyük oranda tekelci burjuvazinin hemen her alanı ele geçirmiş olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla da geliştirilmesi gereken direnç de bu sınıfsal gerçekliğin bilince çıkarıldığını gösteren politikaları gerektiriyor.
Sınıfsal körleşme ve hafızasızlık
SORU: Türkiye’de siyaseti ve gündemi büyük oranda düzen siyasetinin belirlediği bu koşullarda bazı siyaset çevreleri gün geçtikçe daha fazla seçim atmosferine doğru çekiliyor. Bu gerçekliği hem düzen siyasetinin ihtiyaçları açısından hem de sosyalist siyasetin yapması gerekenler bakımından değerlendirmek gerekirse neler söylenebilir? Düzen siyaseti buna neden ihtiyaç duyuyor, sosyalistler bu atmosferde doğru bir yerde mi duruyor?
YANIT: Seçim yaklaşınca, hepsi sermayenin temsilcisi olsa da burjuva partiler arasında rekabet sertleşir. Bu, atılan adımları da etkiler. Yasak koymak da af çıkarmak da 7 milyon kişinin kayıt yaptırdığının söylendiği “sosyal konut projesi” vb. de bu kapsamda değerlendirilebilir. Ancak iktidar tarafından atılan adımları, yasak-yasa ve kararları salt seçimle açıklamak eksik kalır. Benzer şekilde örneğin Erdoğan’ın 3 ay içinde Putin’le 4 kez görüşmesini de bir açıdan seçime hazırlık kapsamında değerlendirebiliriz. Ne var ki bu adımları salt seçim hesaplarından ibaret görmek, eksik bir bakış olur. Sonuçta kararların ekseninde hep sermayenin çıkarları vardır. Bu nedenle sınıfsal bakamayan yani sistemi analiz edemeyen, seçimleri de doğru değerlendiremez.
Sınıflar mücadelesinin bu denli sertleştiği, çelişmelerin keskinleştiği, gelir dağılımı uçurumunun oluştuğu bir dönemde seçime dönük çözüm beklentisi oluşturmak, umudu sömürmek/ertelemek, milatlar oluşturmak her burjuva iktidarın veya partinin işidir. Zaten seçim özünde budur. Bugün büyük ölçüde parlamento etkisizleştirilmiş olsa da seçim için bu beklenti devam etmektedir. Özetle bu, düzen siyaseti açısından anlaşılabilir. Çünkü adı üzerinde düzenin devamını sağlamak ve bunun için rıza oluşturmak amacıyla yapılan siyasettir; yalanı da aldatmayı da abartıyı da kaldırır. Ama sosyalist/devrimci siyasetin buraya sıkışması, tüm beklentileri seçim vaadiyle kitlemesi çok sorunlu bir duruştur.
Her şeyin seçimle çözüleceği imajı oluşturmak, tüm olumsuzlukların örtüştürülüp kişiselleştirildiği Erdoğan’ın gitme ihtimalini tüm sorunların çözüm zemini olarak görmek, siyasal-sınıfsal gerçeklikten uzaklaşmadır; amaca yabancılaşma, amaçtan kopmadır. Bugün sokakta yani sandık dışındaki hayatın her kesitinde yapılacak olanları da yok saymaktır…
Gerçekte Marksizmin seçim olgusuna bakışı karışık değil. Örneğin Bolşevikler de parlamentoyu bir kürsü olarak kullandı ama karşımızdaki tablo, parlamentoya Bolşeviklerin bakışından çok daha öte anlamlar atfedildiğini gösteriyor. Üstelik bu, burjuva siyaset tarzının bir döneminin bittiği, araçların işlev yitimine uğradığı bir tarihsel kesitte yaşanıyor.
Mücadele hattı/ufku seçim odaklı çalışmalarla sınırlanmış durumda. Ki bu konuda bir çalışmadan çok ittifak hesaplarına, milletvekili sayısına vb. sıkışmış; bir edilgenlikten, sınıflar mücadelesi karşısında bir körleşmeden, birikime dair hafızasızlıktan söz edebiliriz. Amasra’da olduğu gibi 41 madencinin yaşamını yitirdiği iş cinayeti bir örnektir. Bu ülkede sizi her an sokağa çağırabilecek gelişmeler yaşanabilir. İşte bu gerçekliği gölgeleyen parlamenter ufuk sizi bu alana giderek yabancılaştırır ve sol söylem eşliğinde düzen partilerini taklit eden bir duruma düşersiniz.
Biriken öfkenin nöbet değişimi için kullanılması
SORU: Şu an için Haziran 2023’te yapılacağı söylenen seçimlerde iki büyük ittifak var. Birincisi AKP ve MHP’nin Saray ittifakı, diğeri ise CHP’nin başını çektiği ve 6 partiden oluşan Millet İttifakı. AKP’nin ve Erdoğan’ın karşısında en güçlü kamp Millet İttifakı kampı olarak görülüyor. Bu ittifakı politik, sınıfsal ve toplumsal olarak nasıl tanımlamak gerekir? Millet İttifakı’nı desteklemeyi Kurtuluş Savaşı’na benzetenler oldu. Bu nedir?
YANIT: Bu durum aklımıza sosyal medyada her konuda dolaşan, ayaküstü çekilmiş, içerik yoksunu videoları veya Brecht’in “yarı aydın” tanımını getiriyor.
“Kurtuluş savaşı” benzetmesi veya genel boyutuyla Millet İttifakı’na büyük anlamlar atfedilmesi meselesi üzerinde durmaya bile değmez.
Politik ve sınıfsal açıdan baktığımızda Millet İttifakı Türkiye’de oligarşinin yıllardır oturtmaya çalıştığı iki partili sisteme bir anlamda denk düşüyor. Buna mevcut üretim ilişkilerinin ve burjuva düzenin değişmediği ama yıpranan iktidarın muadili ile değiştirildiği bir işleyiş diyebiliriz. Örneğin ABD’de böyle bir işleyiş oturmuş durumda. Türkiye’de çeşitli nedenlerle parçalı bir tablo var.
1980 öncesini anımsayalım. CHP-AP veya Ecevit-Demirel tercihi vardı. 12 Mart darbe sürecini takip eden dönemde “Umudumuz Ecevit” sloganıyla yapılan çalışma da sonrasında yıprananın gidip yerine diğerinin geldiği, “Sağ yanımda Sülo var Eco’ya dönder beni” şarkılarının söylendiği o dönemi bugün bir daha düşünelim. O süreçte devrimcilerin gücü ve sokak hakimiyeti, hayata soldan bakışı besleyip güçlendirmesi aynı zamanda CHP gibi yapıların önünü açıyor, oy potansiyelini artırıyordu.
Sonuçta 12 Eylül’e gelindi. O ana kadarki seçimlerde köpürtülen umut ve beklentiler düzenin niteliği bağlamında bir şeyi değiştirmedi. Bunun nedenini, kapitalizmin bugünkü niteliğini anlatmak, bu türden yanılgıların tekrarını önlemek gerçekte devrimcilere düşer ama maalesef devrimcilerin de kafası az karışık değil. Özetle bugün burjuva siyaset tarzının gereklerini yerine getirmek üzere rol alan burjuva partileriyle onları soldan taklit edenler arasındaki fark açısının giderek kapanmakta olduğunu söylemek abartılı olmaz. Söylem farkı, lafzi düzeyde olabilir ama bunun bugünkü sınıflar mücadelesi tablosunda ne anlamı ne de karşılığı vardır.
Toplumsal olarak ise belki partilerin tabanının niteliğinden söz edilebilir. Sonuçta burjuva partilerin tabanı halktır. Partilerin niteliği, ideolojik politik hatları ve önderliği üzerinden ölçülür. Sonuçta nüans farklarına rağmen burjuva partilerin sermayeye hizmet bağlamında birbirinin muadili olduğu unutulmamalıdır.
Özetle, Millet İttifakı’nın AKP’nin temsil ettiği sınıfsal duruş ve ilişkilerden öz itibariyle farklı olmadığını söylemek için çokça neden vardır. Bu partilerin tabanlarını oluşturan halkın biriken öfkesinin bir nöbet değişimi için kullanılacağı görülüyor. Aradaki farkın sanıldığından da sınırlı olduğu, sınıfsal olarak aynı güç ve değerlerin temsil edildiği, görmek isteyenler için pek çok veri ile ortaya konuluyor.
6’lı Masa’ya deyim yerindeyse bizzat kendi iddia ve ufkunu aşan değerler, anlam ve işlevler yükleniyor. Sadece Kurtuluş Savaşı değil, Miladi anlamlar, faşizmden kurtulma, gizli ile açık faşizm arasındaki fark gibi pek çok tanım ve yakıştırma var. Ama toplamda AKP’nin 20 yıllık iktidarına son verme olasılığı üzerinden bütün bu tanımların yapıldığını söyleyebiliriz. Ortak nokta budur.
Meseleye sermayenin egemenliği, tahakkümü, emeğin hakları, emperyalizmle kurulacak ilişkiler vb. açısından baktığımızda, sonuç ne olursa olsun Haziran sonrasında daha da kötü bir ülke tablosunun ortaya çıkması bizi şaşırtmayacaktır. Dikkat edilirse başta CHP olmak üzere bileşenler sermayeye görücüye çıkmış durumda; Kılıçdaroğlu’nun ABD ziyareti de bu kapsamdadır. “Biz çıkarlarınızı daha iyi savunuruz” noktasındalar.
İşte bu nedenle halkın biriken öfkesinin cumhurbaşkanlığı koltuğundakini değiştirmekle sınırlı bir seçim tercihinde harcanması yerine, halkın acil ve daha kapsamlı taleplerini de içeren bir mücadeleye/programa odaklanması çok daha önemli ve anlamlı olacaktır.
Söze değil sınıfsal temsil ve niteliğe bakılmalıdır
SORU: Kılıçdaroğlu’nun son açıklamalarında düzen karşıtı bir ton varmış gibi görülüyor, neoliberalizmden bahsediyor. Hatta “İşte ben bu vahşi düzene meydan okuyorum” diyor. Bununla mücadele edeceğini söylüyor. Kılıçdaroğlu gerçekten düzene meydan okuyor mu? Bu mümkün mü? Neden bu söylemin karşılığı yok?
YANIT: Öncelikle şunun bilinmesinde yarar var. Bizim işimiz kimseyi kişisel olarak tartışmak değil; kimsenin niyetini sorgulamıyoruz. Ama sınıfsal bakış; sistemi, işleyiş yasalarından güç ilişkilerine, kurumsallaşmaya kadar bütün içinde değerlendirmeyi gerektiriyor. Örneğin gelinen aşamada artık her şeyin özelleştirildiği bir dünyada, mevcut sistem içinde, devrimden bahsetmeden kamulaştırmadan bahsetmek, bunu Kılıçdaroğlu da söylese, TİP veya Sol Parti de söylese gerçekçi değildir…
Kılıçdaroğlu’nun algıyı değiştirdiğinin, SADAT önüne güderek büyük bir cesaret örneği gösterdiğinin söylenmesi; böylesi anlık fotoğraflara, lafzi olana bakılarak nasıl yanılgıya düşüldüğünü gösteriyor.
Kim, kimin malını, kimin devletiyle, kim adına kamulaştıracak? Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı olması halinde SADAT kapatılacak mı? Veya mevcut sürecin ekonomi politiği neyi işaret ediyor? Bir kez daha bir çeşit Derviş dönemini, IMF’li süreci yaşama ihtimali hiç de zayıf değilken, bu jargon, gerçekliği ne kadar yansıtmış oluyor? Daha da önemlisi, 1-1,5 yıl sonrasında çökmüş, iflas etmiş bir ülke ihtimalinden söz edilirken, dolayısıyla da bugünden harekete geçmek gerekirken, seçime yüklenen bu abartılı anlamlar, bu ertelemeci duruşlar neden?
Millet İttifakı’nın bileşenlerine bakılırsa, vaktinde AKP içinde yaptıklarını dahi savunur konumdalar. Veya AKP’yi, fabrika ayarları ve sonrası diye ayırarak gerçeklikten uzak değerlendirmeler yapılıyor. Bu, siyaset bilimi açısından gerçekten vahim bir durumdur.
Sorun şu ki Kılıçdaroğlu’nda da burjuva siyaset tarzının bilindik yöntemine, gerçeklikten kopuk söylem ve vaatlere rastlıyoruz. Örneğin salt 5’li Çete’yi hedef alması, sanki tek sorumlu onlarmış gibi bir algı oluşturuyor. Veya Kılıçdaroğlu’nun sermayenin sömürüsüne, talanına karşı olduğu yanılgısını büyütüyor. Halbuki tüm sermaye bu süreçte hedef alınmalıdır. Çünkü değerli iktisatçıların da söylediği gibi son 5 yılda ihya olmuşlardır. Bankacılık sektörünün Ocak-Ağustos dönemi net kârı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 420 artarak 252,2 milyar TL oldu. Sömürü oranı yüzde 77’den yüzde 211’e çıkmış, sermaye büyürken ücretler erimiştir. Buna rağmen beklentilerin büyütülmesi ve yapılan umut sömürüsü, neoliberal politikalarla yorulan halkın enerjisini massediyor.
Burjuva siyasetinin ve öznelerinin taklidi onları yaşatır
SORU: CHP öncülüğündeki 6’lı Masa dışında sol içinde “Sosyalist Güç Birliği” ve “Emek ve Özgürlük İttifakı” adıyla iki farklı bir araya geliş söz konusu. Her iki toplanmanın da deklarasyonlarında seçim ittifakı olup olmadıklarına, güç birliğinden ne anladıklarına ilişkin açıklamalar yer alıyor. Sol içindeki bu arayışlar, bunun yöntemi nasıl değerlendirilmelidir?
YANIT: Mücadelenin en geniş halk birlikteliğini, muhaliflerin/ezilenlerin toplamını gerektirdiği koşullarda bu nedir? Ezilenler, tarihinin en zorlu süreçlerinden birinden geçerken gerek nicel toplamları gerekse çeşitliliği hiç olmadığı denli büyümüşken, gidişata itiraz her alanda gözlenirken, bu türden daraltıcı, sığ ve öznel ittifaklara “kurucularının ihtiyacı” demek hiç de abartılı olmaz veya haksızlık sayılmaz. Bu keyfilik ve öznellik, yürünecek yolun her aşamasında oluşumların kendisi için de bir ayak bağıdır, bir ölü doğum sebebidir.
Ne yazık ki ortada yapısal bir sorun var. Tabii ki kimse cahil değil. Herkes ittifakın veya güç birliğinin anlamını biliyor ama öznellik öylesine ağır basıyor ki olgunun temel niteliklerine ters bir duruş sergileniyor. Biz kâhin değiliz ama şunu görmek hiç güç değil; gerçekte birliğe, çoğaltıcılığa “omuz” değil “ayakbağı” olacak türden bu duruş ve anlayışla bir arpa boyu yol almak mümkün değil.
Kısaca özetlemek gerekirse HDP eksenli ittifaka katılmayan TKP ve Sol Parti, TKH ve Devrim Hareketi ile “Sosyalist Güç Birliği”ni kurmuş ve “Tüm ilericileri, sosyalistleri, komünistleri, devrimcileri, yurtsever emekçi halkımızı” o zemine çağırmıştır. Gerçekte çağıranlar ile çağrılanlar arasındaki bu orantısız ilişki, ancak burjuva temsil sisteminde rastlanacak boyutlardadır.
Daha da önemlisi, her iki oluşum da Millet İttifakı’nın olası iktidarına, sınıfsal ölçüleri aşan, gerçeklikle bağdaşmayan işlev ve anlamlar yüklüyor. Bu, açıkça ifade edilmese de söz ve duruşun toplam niteliğinde gözlenebiliyor.
Tüm bu nedenlerle diyebiliriz ki kolaya kaçarak; sınıf karşıtını, düzen partilerini taklit ederek başarılı olduğunu sanmak, hatta onların taktik ve ritüellerini taklit etmek; günümüzün ihtiyacı olan devrimcilik veya mücadele biçimi olamaz. Gerçekte bu, devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzına dair temel önemde bir sorundur.
Seçim zemininde sınıfsal farklar eriyor
SORU: 2023 seçimlerini ve seçim sonrasını sınıf siyaseti açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP ve Erdoğan’ın bir kez daha iktidar olması ya da seçimi kaybetmesi durumunda sınıflar mücadelesi açısından sonuçlar ne olacak?
Bu süreçte “İşçi emekçi hükümeti” kurmayı, “tarikatları dağıtmayı” vb. yakın hedef olarak görenler oluyor; bu nedir, devrimsel anlamdaki programatik duruştan nasıl bir uzaklaşmadır?
YANIT: Bugün sermaye büyük ve sert oynuyor. Bu oyunu/savaşı seçim zemini ile sınırlı görmek veya sırf oradan bakmak deyim yerindeyse tuzağa düşürür. Süreç çok boyutlu ve ciddi bir değerlendirme gerektiriyor. Büyük resim çok şey anlatıyor. Buna yukarıda da çeşitli biçimlerde değindik.
Sosyalistlerin bir özelliği de siyasi gerçekleri açıklamak, yanıltıcı faktörlerden uzak bir dil kullanmaktır. Bir süredir solun önemli bir kesiminde pragmatizmin, günü kurtarma eğilimlerinin atılacak her adımı belirlediğini görüyoruz. Özgüven yitiminden konjonktürel güçlere yedeklenmeye, seçime abartılı anlamlar yüklenmesinden, düzen içi muhalefetle sosyalist alternatifin karıştırılmasına kadar geniş bir yelpazede etkili olan bu sağlıksız eğilim solu adeta teslim almış, basiretini bağlamıştır.
İttifaktan, güç birliğine veya cepheye kadar bu alandaki birikim ve tecrübelerin reel politiğe kurban edildiği, bu konuda en bilindik geleneklerin/kuralların çiğnendiği bu süreç, sakin-kapsayıcı ve sağlıklı biçimde değerlendirilip gereken müdahale yapılmadığı takdirde, korkarız ki sonuç hayal kırıklıklarını ve demoralize edici gelişmeleri beraberinde getirecektir.
Zorlu bir süreçten geçildiği, halkın geleceğini karartan adımların atıldığı doğru; bunun karşısında zamanı adeta ayakta geçirmek, tüm güç ve imkanları birleştirmek çok önemli. Ancak süreci salt seçimden ibaret görmek, tehlikeli gidişatı da seçim sonuçlarına bağlamak, yüksek matematik problemini dört işlemle çözmeye benzer.
Bugün yukarıda andığımız sol/sosyalist söylemli her iki ittifakın program ve talepleri gelip Millet İttifakı’nın adayının seçimi kazanmasına dayanıyor. Bu elbette ki moral olacaktır. Ancak bu moral beklentiye eklenen devrimsel nitelikteki program ve talepler, en yumuşatılmış ifadeyle söylersek kafaların karışık olduğunu, günü kurtarmak adına seçime yüklenen abartılı anlamların temel önemde hatalar yaptırdığını gösteriyor.
“Tarikatlar ve Cemaatler dağıtılacak” diyen de “6 saat çalışılacak” veya “İşçi emekçi hükümeti kurulacak” diye vaatte bulunan da devrimci-demokratik bir iktidarı kastetmiyorsa (ki etmediği belli) bu vaadini Millet İttifakı’na atfen yapmış oluyor.
Bu konuda söylenecek çok şey var. Devrimcileri, sistem içi düşünen, devrimsel ufka sahip olmayan, sorunları düzen partileri içinden yapacakları “isabetli” tercihle çözeceğini sanan kesimlerden ayıran nitel farklar vardır. Bu farklar ne yazık ki kimileri için eriyor. Ve öyle görünüyor saflar yeniden biçimleniyor…