Yanlış soruların doğru, zor soruların kolay cevabı yoktur
24 Haziran seçimlerinden hemen sonra yaptığımız kısa açıklamada, “Bugün öncelikle yapılması gereken, hızla sandık/oy hesaplarının dışına çıkmak, günlük akılla içeriksiz, ufuksuz tartışmalar yapmaktan kaçınmaktır.
Evet 24 Haziran seçimleri sıradan bir seçim değildi. Ancak yapılması gerekenler, her şeyi sandığa bağlayanların ‘karalar bağlayan’ duruşuna benzememelidir.
Halk, kendi sorunları için yağmur-çamur demeden sokağa çıkmış, sorunlarını ifade etmiş, Gezi ikliminin devam ettiğini göstermiştir.
Bu iklim, bu motivasyon, bu coşku ‘yenilgi psikolojisi’ yaşamayı hak etmiyor. Böyle bir duruşu besleyecek yaklaşımlardan kaçınılmalı, değerlendirmede de duruşta da kolaya kaçılmamalıdır” demiştik. Ancak öyle görülüyor ki bize hızla bu uyarıyı yaptıran iklimin/alışkanlıkların aşılması kolay olmayacak.
Öncelikle belirtelim ki tartışma/değerlendirme zemininde, seçim sürecinin sadece sonuçlarına değil onu hazırlayan koşullara dair şaşırtıcı ve hiçbir bilimselliğe sığmayan genişlikte bir yelpaze söz konusu. Bu, hemen her seçim döneminde rastladığımız bir fotoğraftır. Bu konuda sanılandan öte bir “değerlendirme özgüveni” ve iddia var. Seçim dönemlerinde hemen herkes adeta sosyolog, siyaset bilimci vb. edasıyla değerlendirme yapıyor. Daha da önemlisi, devrimciler arasında bile bazen meselenin sıradan bir seçim mi olduğuna yoksa rejim değişikliği gibi bir özgünlük mü taşıdığına bakılmaksızın bir ezbere başvurulduğu, dolayısıyla da alınması gereken toplumsal rolün alınmadığı görülüyor.
Gerçekte bugün, seçim-referandum süreçlerinin birbirinden farkı gibi genelde CHP meselesi veya özelde “Millet ittifakı” da yanlış tartışılıyor. Özellikle “ittifak” konusuna dair Marksist birikim solda bir hayli içerik yitimine uğramış görünüyor. Örneğin oluşan “fiili ittifaklara” bakarak, “Misyonu kompradorluk olanlar umuda yoldaşlık edemez” gibi başlıklar attığınızda, sözünüz kulağa hoş gelebilir ama aynı anda birden çok yanlış yapmış, olup biteni anlamamış olursunuz.
Açık söylemek gerekirse bugünün sınıflar mücadelesi ihtiyacını ne sosyal demokrasi ne de radikal demokrasi programı karşılamıyor. Hatta biz eğer başkanlık adımının önü kesilebilseydi, devamında buna karşı çıkan (devrimciler hariç) siyasal yapıların programının gerçekte çok sığ bir değişim içerdiği gerçekliği ile yüzleşme durumunun gündeme geleceğini söylemiş, buna dikkat çekmiştik. Ancak o farklı bir tartışma konusudur.
Yöntemsel sorun
Daha önce de çeşitli bağlamlarda, burjuva siyaset tarzının bir döneminin sona ermekte olduğuna, bunun Avrupa’da burjuva demokrasilerini tartışmalı hale getirirken yeni sömürge ülkelerdeki nispi demokratik öğeleri ortadan kaldıracağına, açık faşizmin kalıcılaşması bağlamında siyasetin egemen sınıfların ihtiyaçlarına bağlı olarak, devletin görece özerkliğini yok edecek şekilde tekelleşeceğine değinmiştik. Bunun, küresel boyuttaki kaynağının yeniden sömürgeleştirme süreci olduğunun altını çizmiş, bugüne dek emek adına kazanılmış hemen tüm hakların boy hedefi yapılacağına dikkat çekmiştik.
Böylesi dönemlerde (darbe dönemlerinde olduğu gibi) var olan hakların gasp edilmesinin ve faşizmin derinleşerek daha açık biçimler almasının karşısında durmak, genelde “insanım” diyen herkesin özelde devrimcilerin görevleri/sorumlulukları arasındadır. 16 Nisan’da “Hayır” çalışmasının solda bu denli kabul görmesinin ve o çalışmanın parlamentarizm, reformculuk vb. yakıştırmalara muhatap edilmemesinin nedeni, bu konudaki ortak akıl, ortak bilinçtir; hatta Marksizm anlamında ortak kabuller sınıfındaki genel geçer bir doğrunun hayata geçirilmesidir. Aynı ortak akıl/kavrayış, 24 Haziran’da “HAYIR’ı TAMAM’lama” biçiminde gelişmiş, farklı pratik tutumlar gündeme gelmiş olsa da yine söz konusu çalışmaların hafife alındığı veya parlamentarizm yakıştırmalarının yapıldığı bir tartışma, ancak çok sınırlı zemin ve çevrelerde gündeme gelmiştir.
Ne var ki 24 Haziran akşamından itibaren ortaya çıkan tablonun değerlendirilmesinde bir kez daha sürecin özgünlüğünü göremeyen, dar ve dogmatik yaklaşımın yaygın biçimde nüksettiği görüldü. Bunun bir yanını, süreci bütünlüklü olarak değerlendiremeyip yenilgi psikolojisine girmek, hatta “karalar bağlamak” oluştururken, diğer yanını “bir daha hiçbir koşulda oy vermem” “biz dememiş miydik, seçim çözüm değil” diyen yani sosyal olanı dahil medyadaki tartışmalara, yanıltıcı yönlendirmelere angaje olup bastığı zeminin nesnelliğini unutan duruş oluşturdu.
Eğer bugün bize, “Burjuva siyaset zemininde iş yapıp oy kullandınız. O halde, umutta da duruşta da yorumda da sınıf karşıtlarınıza benzemelisiniz” denmeyecekse; sınıfsallıktan uzak, günlük akılla ve kolaya kaçan değerlendirmeler yapmaktan vazgeçilmeli, söylediklerimiz bütünlük içinde değerlendirilmelidir.
Bölgede Türkiye’ye biçilen rol ve seçim
Marksistlerin sandığa, seçime, parlamentoya dair yaklaşımları, bu konudaki ölçüleri genel anlamıyla bilinmektedir. Yorum/değerlendirme farkları, genellikle alana-döneme özgü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu konuda gerek doğru pratik tutumlar geliştirebilmek gerekse de seçimlerin, egemen sınıfların yönetme anlayışında ne ifade ettiğini anlamak için öncelikle ülkedeki sınıf ilişki ve çelişmelerinin nasıl biçimlendiğine bakılmalıdır.
Türkiye gibi başından beri emperyalizmle bağımlılık ilişkisi içinde olan, Ortadoğu’da dünyanın kalbinin attığı bir bölgede, bölgenin jandarması rolü biçilen yeni sömürge bir ülkede, bırakalım bağımsız siyaset üretmeyi, emperyalizmin bölge politikaları ve Türkiyeli egemenlerin çıkarları konusunda tedirginlik/belirsizlik yaratma potansiyeli olan kişilere, yapılara, duruş ve eğilimlere dahi tahammülün olmayacağı bilinmelidir.
Emperyalizm tarafından önümüzdeki süreçte Türkiye’ye Ortadoğu’da, NATO’nun doğu bekçiliğinin ötesinde bölgeyi yeniden şekillendirme noktasında doğrudan bir misyon biçilmiştir. Bunu ABD’nin kendi askeriyle yapabilme şansının olmadığı çeşitli biçimlerde ortaya çıktı. Bir süredir bölgede yaşanan pratik; Suudi Arabistan, Mısır, BAE vb. ülkelerden getirilen veya getirilebilecek askerlerin, takviye güçlerin örneğin savaş içinde oluşmuş yeni Suriye ordusu ve oradaki direniş cephesiyle baş edemeyeceğini net biçimde gösterdi. Bu gerçeklik, emperyalizmin bölge politikalarının taşeronluğu açısından Türkiye’nin önemini artırırken, iktidardan muhalif potansiyellere kadar sınıfsal ilişki ve çelişmeleriyle ABD’nin neden ilgili olacağını gösteriyor.
Bugün artık uluslararası düzeyde artan, giderek boyutlanıp çeşitlenen devasa bir rekabet var. Ticaret savaşlarının habercisi olarak da tanımlanabilecek ama yaygınlıkla metaların en ucuza mal edilmesinin yanında; doğal kaynaklar, denizler, kıyılar, ormanlar dahil hemen her şeyin meta niteliği kazandırılarak pazara sürülmesine yol açabilecek “devasa bir soygunun” kapısını aralayan bir sürecin yaşanacağı görünüyor.
İşte bu gelişmelerin ve olası tehlikelerin bilincinde olan, bunu dillendirip itiraz etme potansiyeli taşıyan ve milyonlar halinde sokağa çıkabilen motivosyonlu, kararlı, dolayısıyla da seçimler süreçlerindeki alışılmış basit gösterileri nicel ve nitel olarak aşan Gezi karakterli bir kitlenin varlığı, genelde emperyalizmin özelde Türkiye oligarşisinin tahammül edebileceği bir olgu değildir.
Halk muhalefetinin boyutu onları korkuttu
Tam da bu bağlamda Gezi’den bugüne çeşitli zeminlerde ortaya çıkan ve Adalet yürüyüşünde olduğu gibi “çağrıcısını aşan” nitelikler kazanan halk hareketinin İnce’nin mitinglerinde İnce’yi aşan boyutlar ve içerikler kazanması, CHP’nin geleneksel ılımlı/uyumlu politikasına alışmış olan tekelci burjuvazinin temsilcilerini tedirgin etti. Bu tedirginlik sürecin yürütmeye aday aktörleri olan AKP ve MHP’ye de yansıdı. Bu durum tabanlarında belirli oranlarda da olsa kenetlenme refleksini tetiklerken aynı zamanda iktidar imkânlarının hile, tehdit ve şantaj dahil her açıdan kullanılması olasılığını artırdı. Hatta tarihsel olarak faşist kimliği ve kadrolarıyla devlet içinde devamlılığı bulunan MHP’nin, oylarının önemli bir kısmını, OHAL koşullarında istismar olasılığı daha yüksek olan Türkiye Kürdistanı’ndaki illerden almış olmasının bu bağlam içinde düşünülmesi abartılı olmaz.
Yukarıda saydığımız (ve gerçekte Afrika’ya, Balkanlar’a kadar uzanabilecek) taşeronluk ihtiyacı vb. nedenlerin yanında halk muhalefetinin niteliğine dair sözünü ettiğimiz bu faktör de emperyalist güçlerin Erdoğan’ın başkanlığına desteğini daha açık hale getirdi. Örneğin Henri Barkey’in deyimiyle ABD’nin Erdoğan’a “Menbiç hediyesi” veya Senato muhalefetine rağmen Pentagon’un seçime üç gün kala F-35 uçakları için göstermelik bir teslimat töreni yapması, bu konuda akla gelebilecek ilk örneklerdir.
Özetle, dünya ölçeğinde bugünün koşullarında ender rastlanabilecek nitelikte olan ve Gezi’nin devamlılığını anımsatan halk muhalefeti, onları gerçekten korkuttu. Bu korku, nedensiz veya boş değildir. Halk hareketinin Gezi’den bugüne uzanan referansları, İnce’yi de Millet İttifakı’nın kazanması halinde varsaydığı değişim ufkunu da aşabilecek bir potansiyele sahip olduğunu gösteriyor. Bu, halklar adına önemli bir deneyimdir, bir kazanımdır; Gezi-Hayır-Tamam diyalektiğinin doğru politikalar dahilinde ileriye taşımasının nelere gebe olduğunun göstergesidir.
Korkan onlar, korkutan biziz. Korkmaya da devam edecekler. Bizim kaybettiğimiz bir şey yok. Çünkü kazanımı oy hesaplarına kadar daraltmadık. Halkın önemli bir kısmı bugün başkanlığın ne anlama geldiğinin bilincindedir. “Seçim sonucu ne olursa olsun” derken, mücadelenin 25 Haziran’a sarkan sürekliliğinden söz ederken kast ettiğimiz buydu.
Önümüzdeki süreçte halk saflarında morali yükseltmenin ve kazanımları somutlayarak büyütmenin yolu, iktidarı ve temsil ettiği sınıfları korkutan toplumsal dinamikleri daha canlı tutabilmenin araç ve yöntemlerini araştırmaktan, bu alanda bir devamlılık sağlamaktan geçiyor. Sokağa çıkan halkın duruşunda çok özel şifreler vardı. Bu şifrelerin doğu okunması, kavganın örgütlülüğü ve devamlılığı açısından büyük önem taşıyor.
Bu sürecin kazanımlarından biri de iktidar eliyle bugüne dek Türk ve Kürt halkları arasında yaratılmış olan mesafeyi kapatma yönünde atılan adımlardır. Bu durum da Çiller’le, Ağar’la yol arkadaşlığı yapanları rahatsız etti. Kısacası bu süreçte çok ciddi pozitif şifreler var. Bunların hepsini kenara bırakıp sandıktan çıkan yüzde hesaplarına bakmak bir anlamda tuzağa düşmek olur. Evet devrimciler bazen burjuva siyaset tarzıyla ilişkili çeşitli araç ve yöntemleri kullanırlar ama onun esiri olmazlar, onu temel almazlar. Ve o tarzı kendi tarzları haline getirmezler. Dolayısıyla, süreci de oradan okumazlar.
Önümüzdeki süreçte, tekleşen/tekelleşen iktidar, bir taraftan sınıfsal rolünü oynayıp sermayenin çıkarları temelinde krizin yükünü halkın sırtına yıkmak üzere adım atarken, bunun karşısında gelişecek her tepkiyi bir tehdit olarak görüp baskılama yoluna gidecektir. Bu bağlamda süreç içinde kitlelerin radikalleşmesi ve sınıfsal tanımlı bir ayrışma kaçınılmazdır. Uluslararası konjonktürde ise taşeronluk bağlamında Türkiye’nin safının netleşmesi beklenmelidir.
“Zafere kadar daima”
Sınıflar mücadelesi, kısa erimli, tek rauntluk değil uzun ve zorlu bir yoldur. Kolay ve bir anda kazanacağını zanneden, sık sık ve bir anda kaybetme psikolojisine girebilir. Sonuç olarak bugün artık yapılması gereken, seçime dair siyasal dedikoduları yeniden üretmek değil somut, gerçekçi, uygulanabilir yöntemlerle halkı mahalle mahalle, sokak sokak örgütlemektir.
Aslında umudun bu denli zikzaklar çizmesi yani kolay umutlanıp kolay düşmek de bir soruna işarettir. Bu belki ayrı bir değerlendirme konusudur ama neoliberalizmin dağıtıcı, bozucu, yalnızlaştırıcı etkisinin önemli bir rolü olduğunu söylemek mümkün.
Bugün artık halkın hayatın içinde örgütlendiği, sözünü söyleyebildiği, emeğinin ve mücadelesinin sonuçlarını görebildiği, dayanışmanın ve birleşik mücadelenin artılarını birbirine değen omuzlarda hissettiği bir süreç gerekiyor. Bu, sadece mitingle, sadece mesajlarla veya sosyal medya ile olmaz. Ete-kemiğe bürünmüş, söylediğini somutlayan, güçlü ve inandırıcı bir harekete ihtiyaç vardır.
Sınıflar mücadelesinde “zafere kadar daima” diyen devrimciler için, özgürlük kazanılana dek mücadelede son yoktur; umutsuzluk de olmamalıdır. Çünkü onlar haklıdır ve örneğin daha önce de söylendiği gibi 24 Haziran’da sandıktan başkanlık lehine çıkartılan aritmetik her şeyin sonu değildir. Bugün 25 Haziran sonrasında, Gezi karakterli halk hareketinin devamlılığını sağlamak, umudu korumak ve başaracağına inanmak özellikle de bunu somutlayabilmek her zamankinden daha önemlidir. Şimdi Haziran vaktidir.