25 KASIM GREVİNİN TEK KAZANIMI
SOLA KENDİ EKSENİNİ HATIRLATMASIDIR
Sınıflar mücadelesinde kimi eylemler vardır ki, niceliğinden çok niteliği ile anılırlar. Sendikal mücadelede iz bırakan eylemlere bakıldığında, kazanımlar üzerinden zafer tarifi yapıldığı görülecektir. Oysa ortada kazanım yokken yalnızca katılım (nicelik) üzerinden değerlendirmelere başlanmışsa bilinmelidir ki orada geriye gidiş başlamıştır.
25 Kasım 2009’da KESK ve Kamu Sen, bir günlük “uyarı grevi” kararı almış ve hedefine de temelinde TİS hakkını koymuştur. Bir günlük grev denemesinin geniş bir değerlendirmesini yapmak ve gelecek örgüsünü oluşturabilmek önemli bir ihtiyaçtır.
Her şeyden önce devlet güdümlü bir sendika ile ortak grev kararı almak, emekçilerin birliğini sağlamak biçiminde yorumlansa da daha çok Kamu Sen’in meşrulaşmasına ve ‘sendika’ olarak algılanmasına hizmet etmiştir. Unutulmamalıdır ki bir çuval sağlam incirin içine çürük bir incir konulduğunda, sağlam olanlar çürük olanı düzeltmiyor, aksine çürük olan hastalığını diğerlerine taşıyor. Aslolan konfederasyonların eylem birliği değil, iş yerlerinde tabanı ortak taleplerde ve çözümlerde buluşturabilmektir. Kaldı ki 25 Kasım günü, her iki sendikanın tabanı ayrı alanlarda miting yaparak yan yana da gelmemiştir.
Bütün grevlerde halkın desteği önemlidir. Halkın grevi doğru algılaması ve desteği sınıf dayanışması olarak önem taşır. 25 Kasım’da ise gördüğümüz kadarıyla birkaç iş kolu dışında (Taşımacılık vb.) daha çok halkın verdiği destek sayesinde grev görünümü oluştu. Basın ve dağıtılan bildiriler, duyurular sayesinde birçok veli çocuklarını okullara göndermemiş, hastalar hastanelerde yığılmaya yol açmamıştır. Kısacası; grevde yapılması gereken, iş yerlerini merkez alıp buradan çevreye doğru bir genişleme yaratmakken, tersi olmuş ve işyerleri adeta çevreden kuşatılarak greve zorlanmıştır. İş yerlerinde üretimin durması (özellikle okullarda ve hastanelerde ) emekçilerin örgütlü gücüyle değil, halkın duyarlılığıyla olmuştur. Bu gerçekliği greve katılım istatistiklerinden de görmek mümkündür.
Uzun bir zaman aralığından sonra gerçekleştirilen “uyarı grevi” büyük acemilikleriyle de tarihe geçecek niteliktedir. Belki de ilk kez “grev gözcüsü” olmayan bir grev yaşandı ve iş yerleri sendikalar tarafından terk edildi. Böylelikle o gün iş yerlerinde yaşanan süreci gözlemleme şansı da kaçırıldı. Grevin disiplini tümüyle kendiliğindenci bir akışa terk edildi. Aynı keyfilik ve dağınıklık hali alanlarda da gözlemlendi. Alana katılan emekçilerin sayısı, greve katılanların sayısından oldukça eksikti. Eksik olan yalnızca sayısal değerler değil, coşku ve kararlılık da alanlara yansımadı. Elbette ki bunu yapması gereken sendika yönetimleridir. Sendika yönetimlerinin, önderlik niteliklerinin bulunmadığı bir kez daha açığa çıkmıştır. Çünkü alana çıkmak bir iddia işidir. Oysa 25 Kasım’da emekçilerin mücadele potansiyeli doğru bir kanala akıtılamamıştır.
İş yerlerindeki katılımın düşüklüğü, alanlara yansıyan zayıflık, KESK örgütlülüğünün niteliğini de açıklayan bir göstergedir. Bir defa iş bıraktığı halde alan eylemine katılmayan büyük çoğunluk örgütlü bir ilişkiden çok, yığın ilişkisini düşündürüyor. KESK ‘e bağlı sendikalar tabanıyla ilişkilerini zayıflatmış hatta yabancılaşmıştır. Eğer üyelerin hatırı sayılır bir kesimi iş bırakma yerine sevk almayı tercih etmişse, burada örgütlülükten söz edilemez. Taban ve sendikalar arasındaki kopukluk yeni fark edilen bir durum değildir. Hal böyleyken bile yapılabilecekler tükenmiş değildir. Örneğin sendikalardaki dinamikler (Gruplar) kendi tabanını daha aktif kılabilir ve süreci daha nitelikli bir hale getirebilirdi. Ancak görülen o ki, Eğitim-Sen ve KESK yönetimine hakim olan anlayışlar bu durumu değerlendirememiş ve adeta “Biz grev kararı aldık bakalım ne olacak?” tavrına girmişlerdir. Burada hemen sorulması gereken soru şudur: Kongre süreçlerinde delegeler üzerinden irade belirlenmektedir, o zaman yönetimde bulunan gruplar kendi dinamiklerini harekete geçirselerdi en az %50 katılım olması gerekmez mi? Bu sorular çoğaltılabilir. Ancak bizim dikkat çekmek istediğimiz konu, tabanla yabancılaşma sorunudur.
Sendikalarda uygulana gelen seçim sistemi ve karar alma organları gözden geçirilmediği sürece bu kopukluk giderilemeyecektir. İş yeri temelli örgütlenme ve kararların alınış biçimlerinde tabanın söz ve yetki sahibi olması, sandık demokrasisinden kurtulmakla mümkündür. Bugün ertelenmez görevlerden biri de örgütü yeniden örgütlemektir. Bunu yaparken yapısal sorunlarda köklü değişimlere ihtiyaç duyulduğu da açıktır.
25 Kasım grevinde en dikkat çekici yanlardan biri de KESK’ in grev kararını ayaküstü almasıdır. Toplu görüşme masasını reddetme ile gündemden düşme arasında sıkışan KESK, ayaküstü “TİS Yoksa Grev Var” söylemini ifade etti. Örgütlülüğün bu denli zayıf olduğu bu dönemde grev kararı almak da bunu örgütlemekte sanılandan daha ciddi bir iştir. Tabanda tartışılmadan hatta tarihi bile belirlenmeden atılan bu adımın altı da yeterince doldurulmadığı için ortaya kazanıma dönüşmüş bir sonuç çıkmadı. Adına “Uyarı Grevi” denildi. Peki bu uyarı grevi ise devamında neler yapılacak? Bir mücadele programı var mı? Bu sorulara verilmiş (ya da verilebilecek) bir cevaba rastlamadık. KESK, kendi krizine bir çare olarak ve adeta kumar oynarcasına bir karar almış ve sonuçta birkaç günlük heyecanla kendini avutmuştur. Ortada bir kazanım yoktur. Sendikacılık dernekçilikten farklı bir zeminde yürütülür. Protestoculuktan daha çok tutup koparmayı gerektirir. Bu da tabanla kurulan dönemsel ilişkilerle değil, ete kemiğe bürünmüş örgütlü ilişkilerle başarılır.
25 Kasım’da gerçekleştirilen grevin belki de tek yararlı sonucu, AKP’nin demokrasi maskesini düşürmek olmuştur. Bilindiği gibi AKP hükümeti, emekçilerin demokratik taleplerini istismar eden politik bir yöntem izliyor. Uzun zamandır demokratik halk iktidarı ile çözümlenecek toplumsal sorunları, sosyolojik bir olguya dönüştürüp içini boşaltmayı hedeflemektedir. Demokratik söylemleriyle algıları yönlendirip, devrimci bir dinamik olan halk kitlelerini düzen sınırları içine çekmeye çalışmaktadır. Kürt açılımı adı ile tasfiyeciliği ve entegrasyonu dayatırken sol söylemleri kullanmakta hiç sakınca görmüyor. Alevilerin inanç özgürlüğü temelindeki sorunlarını çalıştaylar aracılığı ile çözmeye yelteniyor. Ermenistan ile ABD’nin ihtiyaçları çerçevesinde barıştan söz edebilmektedir. Bu sorunların tamamında demokratik öz boşaltılarak biçimsel adımlarla, halkın sisteme yedeklenmesi hedeflenmektedir. Solun liberalleşenlerini bir kenara bırakırsak büyük bölümü bu durumu tespit etmesine karşın bu gidişe müdahalede güçlük çekmektedir.
İşte 25 Kasım grevi, tam bu süreçte sola rotasını anımsattı. Çünkü tüm konularda demokrasi şampiyonu kesilen AKP emekçilerin grevi söz konusu olunca maskesini çıkardı ve gerçek yüzünü gösterdi. Grev öncesinden başlayarak sürdürülen tehditler Başbakan’dan Cumhurbaşkanı’na kadar uzanıyordu. Grevin hemen arkasından verilen cezalar, işten uzaklaştırmalar, AKP’nin zayıf halkasının emek eksenli mücadele olduğunu göstermiştir. Her konuyu istismara alışmış olan devlet yapılanmasının tek bir konuda, sınıf mücadelesinde maske takma şansı yoktur. O zaman yapılması gereken demokratik haklara sahip çıkarken, bunu emekçi ortak paydasında ele almaktır. Sistemin saldırıları ancak böylesi bir duruşla zayıflatılabilir.
Bir eylem değerlendirilirken, kullanılan ölçülerden biri de, bizi ne kadar geliştirdi ve bir sonraki adıma ne kadar zemin hazırladı sorularına verilecek yanıtlarda aranır. O nedenle 25 Kasım Grevi’ni geliştirerek sürdürme niyetinde olan emekçiler, öncelikle örgütsel zayıflığı gidermekle ve iş yerlerini temel almakla işe başlamalıdır. Çünkü sonuç alıcı eylemler ancak güçlü örgüt ve programlı mücadeleden geçer.
20 Aralık 2009
DEVRİMCİ HAREKET