İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik kolektif bilinçtir. Ve insan, eylemlerini milyonlarca yılda süzülüp dağarcığında biriken ortak hafızaya dayanarak gerçekleştirir. Sosyalizm kolektif bilincin ulaştığı en ileri aşama olmuştur.
Burjuva ideolojisi ise yakaladığı konjonktürel avantajı sadece siyasal yapıları çözmek için değil; insana dair ne varsa yok etmek için kullandı. İşçi sınıfının, emekçilerin ve mazlum dünya halklarının geçmişten bugüne büyük bedeller ödeyerek biriktirdikleri değerler, ölçekler, değişim adı altında erozyona uğratılmaya çalışıldı. Sosyalizmin köklerine yapılan saldırılar kitlelere “yenilik” adıyla sunuldu. 150 yıl önce Marksizm tarafından mahkûm edilmiş pek çok görüş, düşünce kimi yapılarca yeniden keşfedildi. Aslında yeni olan sadece o yapıların algısında ve bilincinde ortaya çıkan erozyondu. Reel sosyalizmin dağılması sürecinde Romanya,
Yugoslavya vb. ülkelerde yaşananları olumlamaktan, AB’den demokrasi beklemeye, Irak işgalinde alınan tutuma kadar dünyadaki gelişmeleri doğru okuyamayan sol, pek çok sınavda başarısız oldu. Özgüven eksikliği ise solu çözümü kendinde değil de başarısı tartışmalı alanlarda aramaya götürdü. Silahlı mücadeleyi bırakmış deneyimler keşfedildi. Brezilya İşçi Partisi, Zapatistler, Chavez, vb. gibi isimler ve hareketler ise 21. yüzyılın sosyalist modeli olarak görülmeye başlandı. Hatta kimileri Marksizm’in temel teorik tespitlerini dahi unuturken emperyalizmden faşizme; devletten demokrasiye kadar herşeyi karıştırmaya ve adeta köklerini yitirmeye başladı.
Bugün “Arap Baharı” adıyla yürütülen emperyalist müdahaleleri alkışlamanın yanında, Libya’ya NATO saldırıları yapılırken, Libya halkıyla dayanışma adı altında “iliştirilmiş muhalefet”i destekleyen eylemler düzenlemenin, hatta ‘bahar Türkiye’ye ne zaman gelecek’ diye heyecanlananların sayısının giderek arttığına tanık oluyoruz. Ancak tüm bu yaşananların bir tesadüf olmadığı gibi yeni bir olgu olmadığını da söylemek mümkün.
Bilinir ki Marksizm doğmalar bütünü değil, bir eylem kılavuzudur. Devrimci değerleri dua okuyan bir dindar gibi sürekli tekrarlamak kadar yenilik uğruna kurban etmek de yanlıştır. Niceliğin niteliğe dönüşmesi diyalektiğin temel yasalarından biridir. Doğrular gibi küçük yanlışlar da birikerek zaman içinde önemli sonuçlar doğurur. Bir insan en doğruyu, en güzeli hedeflese de tuttuğu yol hedeften ne kadar uzaklaşırsa amacına ulaşması da o kadar güçleşir. Hatta bazen çıkmaz yola bile girildiği olur. Marks ise bu durumu “cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla örülür” diyerek açıklar.
İdeolojik mücadelede sınıfsal duruş/kavrayış işçi sınıfının ve emekçilerin bağışıklık sistemini oluşturur. Sınıfsal perspektifini yitirenler burjuva ideolojisinin aşındırıcı etkisine karşı savunmasız kalmış olur. Örgütlenmeler istediği kadar kitlesel ve büyük olanaklara sahip olsun yine de sınıfsal duruştan uzaklaştığında burjuva ideolojisinin anaforunda yitip gidecektir.
Devrimci yapılar için sınıf perspektifi pusula gibidir. Pusula bir kez şaştığında artık yön kavramı da anlamsızlaşır. Örneğin ormanda yönünü şaşıranlar için ağaçların birbirinden farkı kalmaz.
Ağaçların, patikaların, çiçeklerin artık bir şey ifade etmemesi gibi pusulasını şaşıranların da refleksleri zayıflamaya ve zamanla tepkisizleşmeye başlar. Amaçsız bir şekilde kaybolup gider. Türkiye’de sol, geçmişte çeşitli defalar fiziki yenilgiler tatmış, acılar çekmiş ancak hiçbir zaman son yıllarda yaşanan kadar sınıfsallıktan uzaklaşmamıştır. Günümüzde sol için en büyük tehlike fiziksel yenilgi değil ideolojik yenilgidir.
Mevziler karıştırıldığında hiç farkında olmadan düşmanın cephaneliğine mermi taşır duruma bile düşülebilmektedir. Tayyip Erdoğan’ın “dindar bir gençlik yetiştireceğiz” çıkışının ardından AKP’nin eğitim sistemine 4+4+4 modelini getirmek için meclise kanun teklifi verdiği günlerde bir TV programına aleviler adına çağrılan konuşmacının “ tekke ve zaviyeler açılmalıdır ” biçimindeki talebi en basit anlamıyla kafa karışıklığının ifadesidir. Talep edilen şeyden, zamanlamasına kadar çok düşündürücü olan bu çıkış, çözülmenin had safhaya vardığının da en açık göstergesidir.
SİYASAL YAPILARDA GÖRÜLEN TIKANMA PRATİK TAVIR ALIŞA DA YANSIYOR
8 Mart’larda karşılaşılan manzara ne ilk ne de son olacağa benziyor. Uzunca bir süredir sol, 1 Mayıs, 12 Eylül, 2 Temmuz vb. günlerde de inisiyatif almak, eylemlere devrimci bir tarzda yön vermek yerine sanki hiçbir sorun yokmuşçasına yoluna devam etmektedir. İşçi sınıfı ve ezilen diğer sınıf ve tabakalar adına hareket ettiğini söyleyen siyasal öznelerin son dönem sıkça gösterdiği basiretsizlik ise bu anlamda bir tesadüf değildir. Süleyman Çelebi’nin 1 Mayıs tartışmalarında solun ağırlıklı bir kesimince adeta zafer kazanmış komutan olarak görülmesi ve karşılanması da yine bir tesadüf değildi. Çelebi’nin CHP’den milletvekili seçilmesi ardından hedefine ulaştığı görülüyor. Ancak sol, gerekli dersleri çıkarmadığı sürece elde fener yeni “komutanlar” aramayı sürdürecektir. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının anmasını örgütleme sürecinin Alevi derneklerine; 12 Eylül’ün 78’liler Vakfına; 8 Mart’ın ise feministlere havale edilmesi solun önemli bir kesiminin politik olarak yaşadığı tıkanıklığın göstergesidir. Üstelik ne yazık ki bu duruma her geçen gün yenilerinin eklendiğini görüyoruz.
İdeolojik savrulma örgütlenme biçimlerinden eylem biçimlerine kadar her alana yansıyor. Sivil toplumculuk hızla yaygınlaşıyor. Burjuva basın tarafından görülmek uğruna toplu saç kestirmek/kazıtmak, gürültü çıkararak ya da hoplayıp zıplayarak protesto etmek, yumurta atarak polisle “çatışmak”, ağzını ya da gözünü bantlayarak protesto etmek vb. eylemler sol kesimlerde sıkça tercih sebebi olabiliyor. Bu tarz eylemlerin on yıllardır dünyanın çeşitli yerlerinde sivil toplum kuruluşlarının, çevrecilerin, hayvanseverlerin vb. gerçekleştirdiği eylem biçimleri olduğu bilinmesine rağmen tercih edilmesi ise son tahlilde ideolojik duruşun sulandırılmasında payanda işlevi görüyor.
Sol, kitlelerle bağı zayıfladıkça özgüven yitimine uğruyor. Kendine güvensizlik ise yenilik, değişim adı altında bugüne kadar biriktirilen ölçek ve normları esnetmeye, eğip-bükmeye yol açıyor. Siyasal mücadeleyi yürütmesi gereken yapılar DKÖ veya sendikaların arkasına geçerek sınıfsal zeminin kaymasına pirim tanımış oluyor. Egemenlerin darbe koşullarında dahi göze alamadığı pek çok saldırı, paketler halinde meclisten geçerken siyasal yapıların yaşadığı kısırlığı anlamak ise çok zor. Kriz sürecinde toplum, kentsel dönüşüm, GSS gibi pek çok saldırı dalgasıyla karşı karşıya gelirken siyasal özneler ya yetersiz kalıyor ya da gündemi ıskalayıp ikincil sorunlara hapsoluyor.
8 MART’TA KİMİ SOL YAPILAR CHP’NİN BİLE SAĞINA DÜŞMÜŞ DURUMDA
Solun sınıfsallıktan uzaklaştığı zeminlerden bir diğeri de 8 Mart’tır. 1910 yılından beri dünyanın her yanında Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanan 8 Mart yaklaşık 7 yıldır Türkiye’de burjuva medyanın da desteğiyle kadınlar gününe indirgenmeye çalışılmaktadır. Başlangıçta 8 Mart mitinglerinde gülüp geçilen ve etkisi pek önemsenmeyen feminist ve eşcinsel gruplar zaman içinde bir çekim merkezi haline gelerek erkek düşmanı bir pozisyon alıp yanlarına kim sol yapıları da alarak ayrılmışlardı. Bugün kadınlar günü olarak örgütlenmeye çalışılan 8 Mart’lara ideolojik rengini veren baskın karakter feministler ve eşcinseller olmuştur.
Erkeklerin yanlarından bile geçemediği bu etkinlikler, burjuva medyanın ilgi odağı durumundadır.
BM’nin (Birleşmiş Milletler) 1977 tarihinden itibaren 8 Mart’ın emekçi yönünü saklamaya, görmezden gelmeye çalışması emperyalistlerin amacını ele vermekteydi. Ancak bugün kimi sol yapıların amacını anlamak oldukça zor. CHP’nin yıllardır 8 Mart için astığı pankartlarda “Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” sloganını tercih etmesine rağmen çoğu yapının 8 Mart’ı salt kadınlar gününe indirgemeye çalışması düşündürücü ve üzücüdür. Sosyal Demokrat olarak bile görülmeyen CHP’den sınıf siyaseti açısından daha geri durumda olmak kaygı vericidir. Yıllardır ideolojik zeminde yaşanan erozyon hep kitle siyaseti, halka ulaşma çabası olarak gösterilmeye çalışıldı. Bugüne kadar bu tavizlerin, bırakalım kitleselleşmeyi, eldekinin bile kaybedilmesine yol açtığına sıkça tanık olduk. 8 Mart “ Kadınlar Günü” adıyla düzenlenen mitinge katılan siyaset sayısı her yıl artmasına rağmen kitlesellik tersine sürekli düşmektedir.
2012 yılında bu görüntü daha da pekişmiştir.
Devrimciler feminizm düşmanı değildir. Devrimciler; halkın çeşitli sınıf ve tabakalarının sorunları üzerinde bilimsel temelde çalışma yapan, üretimde bulunan kişi veya çevrelerin faaliyetlerini önemser, alabileceği her şeyi almaya çalışır. Çevrecilerden de, feministlerden de alınabilecek şeyler vardır. Sadece belli konularda yoğunlaşan, düşünen, araştırma yapan kişilerin o konu özgülünde detaylı bir bilgi birikimine sahip olabileceği yadsınmamalıdır. Sorun, bir kişi veya çevrenin; kadın, çevre, mezhep, milliyet vb. üzerine daha derin ve detaylı bilgiye sahip olmasında değil; bu bilginin bütünlüklü bir kurtuluş programının parçası haline getirilememesindedir.
Siyasal mücadele yürüten yapılar için en büyük tehlike; ilgili kesimlerin bakış açısını doğru bir süzgeçten geçirmeden kendi zeminine taşımasıdır. Bir başka deyişle o bakış açısına teslim olmaktır. Devrimci bir yapı halkın çeşitli sınıf ve tabakalarının taleplerini dikkate alır. Hatta devrim programında ona yer de verir, ancak hiçbir öznenin taleplerini diğerlerinin önüne geçirip öncelik tanıyamaz. Programda ve pratik çalışmalarda bu yönde yapılacak bir yanlış diğer bileşenlerin ilgisini, katılımını düşürecektir. Böyle bir program ve pratik faaliyet ölü doğuma sebep olacaktır.
8 MART’IN SINIFSAL YANINI ISKALAMAK KADININ TUTSAKLIĞINA ONAY VERMEKTİR
Kapitalizm için işçinin dini, dili, renginin bir önemi olmadığı gibi kadın, erkek veya çocuk olmasının da bir önemi yoktur, burjuva, elde edeceği kara bakar. Bir tarım tekeli için yanında çalıştırdığı ya da mahsulüne el koyduğu köylünün cinsiyeti veya milliyeti değil sömürü oranı önemlidir. Hatta kapitalist sistemde en vahşi sömürü sınıfsallığın maskelendiği durumlarda gerçekleştirilir. O yüzden akrabalık, dil veya mezhep bağlarına göre işçi çalıştırdığını söyleyen işletmelerde işçiler daha ağır koşullarda ve daha uzun çalışma sürelerine tabi tutulur. Bu bağlarla işyerine giren işçinin itiraz etmesi, karşı çıkması ya da hakları için eylem, grev yapması yine aynı bağların baskısıyla çoğu zaman mümkün olmaz. Bu nitelikteki işçi diğerlerine göre daha hızlı ve daha uzun süre çalışmak zorundadır.
Kapitalist sistemde işçi ve emekçilerin ayrışmaya değil, burjuvazi karşısında birleşmeye ihtiyacı vardır. Emperyalizm ve faşizm koşullarında kadın erkeksiz, erkek de kadınsız kurtulamaz, özgürleşemez. Erkeğin elini bırakmış kadın ya da kadının elini bırakmış erkek, karşılaştığı sorunlar karşısında çaresizleşir, daha fazla ezilir.
Burjuva bir kadının cinsiyeti yoktur; sınıfsal kimliği vardır. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Alman Başbakanı Angela Merkel, Sabancı Holding Başkanı Güler Sabancı, TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner veya adı katliamlarla anılan Tansu Çiller ile işçi veya köylü bir kadının sorunları kadar, çözümleri de aynı değildir. Burjuva siyasetinde cinsiyet yoktur; sömürü, talan ve yağma vardır. Burjuvazinin emekçi kadına uzattığı el sarılmak için değil, cebindeki son meteliği de almak içindir. Shell, BP, Microsoft, Bayer vb.nin ağaç dikmesi, park açılışı yapması, bazı çevreci kuruluşlara kaynak aktarması doğaya verdikleri değeri veya doğa sevgisini değil; reklam yapma, suçlarını unutturma amacını taşır. İleride yapmayı tasarladıkları daha büyük felaketler için kamuoyunu susturmak ya da tepkileri hafifletmek hedeflenir. Kadın sorunuyla ilgilendiğini söyleyen burjuva kadınların amacı; ezilen, dövülen, sövülen, öldürülen ve sömürülen kadınların sorunlarına sahip çıkmak değil, toplumun biriken öfkesini sulandırmak, faşist sistemin labirentlerinde boğmak içindir.
“KADINLAR GÖĞÜN YARISIDIR” (Mao Zedung)
Kadın olmaktan kaynaklı toplumda karşılaşılan yakıcı ve acil sorunlara karşı çözüm aramak doğru ve gereklidir. Şiddete uğrayan bir kadına “Erkek değil, sistem düşmanımızdır” demek sorununu çözmüyor. Öncelik, içinde bulunduğu şiddet ortamını sona erdirecek, psikolojik travma haline bir son verecek çözümlere verilmelidir.
Genel doğruları ana iz düşürebilme yeteneğini gösterebilen devrimciler bir yandan karşılaştıkları fiili duruma son vermek diğer yandan şiddetin asıl kaynağı olan sistemi hedef göstermek zorundadır.
Devrimciler hiçbir tarihsel kesitte Marksizm’in genel doğrularını, ezberlenmesi gereken hazır formüller olarak görmediler. Marksizm’i yaşamın içinde karşılaşılan sorunlara çözüm ararken başvurulan bir eylem kılavuzu olarak gördüler.
Anı geleceğe feda etmek yanlıştır; ama anı gelecekten koparmak da aynı derecede yanlıştır.
Karşılaşılan sorunlara çözüm aramak yerine devrime havale etmek kadar yaşamın tüm zorluklarından, sıkıntılarından yalnızca bir tanesini ya da bir kesiti diğerlerinden koparıp öne çıkarmak diğer sorunların ıskalanmasına yol açacağı için eksiktir, yanlıştır.
Türkiye’de son yıllarda kadınların sorunları çözülmek bir yana daha da artmıştır. Meclis’te Adalet Bakanı’na yöneltilen soru önergelerine verilen yanıtlar çarpıcı bir gerçeği ortaya çıkardı. Bakanlığın yanıtında resmi verilere göre 2002-2009 yılları arasında kadın cinayeti oranı 14 kat (%1400) artmıştır. 2002 yılında 66 kadın öldürülmüşken bu sayı her yıl artmış; 2009’un ilk yedi ayında 953 kişiye çıkmıştır. Kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz vakalarını tespit etmek ise neredeyse imkânsızdır. Baskı, korku vb. çeşitli gerekçelerle belgelenmesi pek mümkün olmayan bu vakalar yapılan kısmi araştırmalarda bile korkunç detaylar ortaya koymaktadır.
Baroların çeşitli tarihlerde yaptığı basın açıklamalarından bir kısmını paylaşalım:
“…Türkiye’de her 10 kadından 4’ü şiddet görmektedir…İstanbul’da her yıl boşanma başvurularının %85’inin nedeni şiddettir.
…Evli kadınların %42’si fiziksel veya cinsel şiddete uğrarken %44’ü ise duygusal şiddete maruz kalıyor.
…tecavüze uğrayan kadınların %50’sinin 18 yaşın altında olduğu, her 4 kız çocuktan birinin cinsel şiddete uğradığı belirlenmiştir.
Türkiye’de var olan kadın sığınma evi sayısı 65’tir fakat olması gereken sayı 3.800 dür.”
Bu veriler çoğaltılabilir ancak kadınların sorunları bu araştırma kapsamından çok daha derindir. İş yaşamında da kadın aşağılanır. Maaş adaletsizliğinden, çalışma koşullarının ağırlığına, taciz, küfür, hakaret hatta şiddet kadınların iş yaşamında karşılaştığı sıkıntılardan bazılarıdır. Bunun dışında doğum yapmayı düşünen bir kadın ya sağlığını ya da meslek hayatını tehlikeye atmış olur. Doğum izni olmadığı gibi doğum sonrası için de hiçbir düzenleme, güvence söz konusu değildir. Bu durumdaki kadınlar genellikle gözden çıkarılır, yerine hemen bir başkası alınır.
Kadının yaşamını zindana çeviren bir başka sorun ise küçük yaşta ve zorla evlendirmedir. Para karşılığı çocuk yaşta zengin erkeklere satma dışında, berdel, görücü usulü vb. yollarla evlendirmeye devlet tarafından göz yumulmakta ve hatta medyanın da desteğiyle teşvik bile edilmektedir.
Dini ve feodal baskı kadının karşılaştığı bir başka sorundur. Peçe, çarşaf, türban vb. egemenler tarafından yıllarca bir tercih ve özgürlük olarak sunuldu. Solun kimi kesimlerinin de bu girdaba kapılıp eylemler düzenlemesi yaşanan bir başka talihsizliktir. Özgürlük insanı çevreleyen duvarları kabullenmek ya da teslim olmak değil; onu parçalamaktır. Ahlak, namus, gelenek adı altında kadını ezen, özgürleşmesinin önünde engel olan geri değer yargılarını halkın değerleri olarak görmek sola yakışmaz. Devrimciler, kadının gerçek kurtuluşu önünde engel olarak gördükleri her sorunla mücadele etme kararlılığını göstermelidir.
Egemenler binlerce yıldır kadını bir eşya ya da cinsel obje olarak görmüştür. Günümüzde kapitalist sistem her alanda olduğu gibi reklam sektöründe de çoğunlukla kadının cinselliğini öne çıkarmaktadır.
Kadının sorunlarının kökeni mülkiyetin ortaya çıkışı kadar eskidir ve binlerce yıla dayanır. Sınıflı toplumların son biçimi olan kapitalist sistem kadını çevreleyen sorunların doruk noktasına ulaştığı, kadının kurtuluşu önündeki en büyük engeldir. Erkeği dışta tutan çözüm arayışları ise sorunların daha fazla ağırlaşmasından başka hiçbir sonuç getirmemektedir.
“KADIN ERKEK EL ELE MÜCADELEYE”
Kadının düşmanı erkek değil, sistemdir. Kadına yönelik şiddetin, tecavüzün, baskının sorumlusu özünde erkek değil kapitalist sistemdir. Faşizmin Avrupa’da yükseldiği dönemlerde Yahudi, Çingene, Slav, vb. olmak öldürülme gerekçesi idi. Devrimciler, Alman ulusunu hedef alan toptancı öç alma yaklaşımlarına hiçbir zaman pirim tanımadı ve faşizmin sınıfsal niteliğini gösterip faşizmden zarar gören herkesi birleştirerek zafere ulaşmıştı. Yine emperyalist işgal dönemlerinde direnen halklar, toptancı davranmadan tepkilerini işgalcinin sınıfsal niteliğine göstermiştir. ABD’de ırkçılığa karşı mücadele hiçbir zaman sadece siyah derili insanların işi olarak görülmedi, derisinin rengi ne olursa olsun herkes kavgada yerini aldı.
Kadınların sorunlarına dönük geçici çözüm arayışları doğrudur ve gereklidir; yanlış olan kadını bir meta, cinsel bir obje olarak gören sistemin hedefe konmamasında daha acısı yer yer devletten çözüm bekler duruma düşülmesindedir. Kadına dönük baskının, şiddetin ve katliamın sorumlusu olan sistemin vicdanına seslenmek, yasalarla sorunun çözülebileceğine inanmak saflık olur.
Türkiye’de faşizmden zarar gören halkın hemen her kesiminin birbirinden ağır sorunları vardır. Hiçbir kesimin sorunu ertelenemeyeceği gibi diğerlerinden koparılıp tek başına ele alınamaz.
Bütünlüklü bir program eşliğinde yürütülecek çalışmalar sonuç almayı kolaylaştırır.
Bugün kadınların karşılaştığı sorunların ağırlığı karşısında tek başına mücadele etmesi ve başarılı olması zor gözüküyor. Ancak örgütlü kadının sorunlara çözüm üretme şansı vardır. Örgütlü bir kadın yenilmez. Kadının söz, yetki ve karar sahibi olduğu koşullarda yapının sorunları daha iyi kavrama, acil ve önemli sorunlara müdahale etme şansı da artacaktır. Kadın ruhsuz bir dünyanın ruhudur. Kadının olmadığı yerde devrim de olmaz. Kadının örgütlü yaşam içinde görev alması pozitif ayrımcılık, kota vb. şekilsel yollarla değil özgürleşmesinin önündeki engelleri kaldırarak olacaktır.
TEK YOL DEVRİM
DEVRİMCİ HAREKET 23 MART 2012
Sayı 36 (Mayıs – Temmuz 2012)