TEKEL DİRENİŞİ TURNUSOLUNDA
SENDİKALAR VE SOL
Mücadele edenler her zaman kazanamayabilir.
Ancak, kazananlar hep mücadele edenlerdir.
Tekel direnişi, içinde derslerle dolu bir miras bırakarak 78 günün ardından sona erdi. Emekçilerde ve solda yarattığı heyecandan sonra yenilgi mi yoksa zafer mi ikilemini de akıllarda bırakacak şekilde bitti. Süreci yakından izleyen ve dahil olmaya çalışan kesimlerden sendikacılara kadar tüm kesimlerde bir kafa karışıklığı kendini gösteriyor.
İşçilerle sendikaların, sendikalarla devrimci yapıların arasındaki mesafenin büyüdüğü şu koşullarda, Tekel direnişinin doğru okunabilmesi için üç aşamalı( işçiler, sendikalar ve sol) bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır.
Sınıflar mücadelesinde örgütlülük seviyesinden bağımsız, amaçlananı da aşan başarılar zaman zaman görülse de, genellikle kazanımlarla örgütlülük seviyesi arasında sıkı bir bağ vardır. Buradan bakıldığında Tekel işçilerinin yarattıkları azımsanamayacak kazanımlarla doludur. Ancak, sınıf mücadelesini bir program dahilinde yürütme hedefiyle hareket eden devrimciler cephesinden bakıldığında, başarıdan söz etmek mümkün değildir.
İŞÇİLERİN POTANSİYEL GÜCÜ SINIFSAL KARAKTERİNDE ARANMALIDIR
Direnişin asıl mimarları olan işçilerin büyük bölümü, daha önce uzun soluklu sayılacak bir eylemin içine hiç girmemişti. Sistem dışı seçeneklere sıcak bakmadığı da son seçimlerdeki ağırlıklı olarak tercihlerini AKP’den yana kullanmalarından anlaşılıyor. El yordamıyla başladıkları direnişte yarattıkları etkiyi de kendinde sınıf ama kendisi için sınıf olmadığı tanımıyla açıklamak sanırız yerinde olur. Tekel işçileri, politik seviyeleri ve mücadele deneyimleri göz önünde tutulduğunda beklenenden daha fazla direndiler. Çünkü tepelerinde bulunan uzlaşmacı, sarı bir sendika vardı. Tek-Gıda İş Genel Başkanı daha başlangıçta vicdanlara seslenerek merhamet dilenciliği yapacağını belli etmişti. Sürekli “hükümeti deviririz” demediğini anlatmaya çalıştı. Daha da ileri giderek, Başbakanı tanıdığını, sert görünse de yüreğinin yufka olduğunu dile getirdi. Tek Gıda İş Genel Başkanı Türkel, bununla da yetinmeyerek, Başbakanın 4C’nin içeriği konusunda yanlış bilgilendirildiğini söyleyip, 1 Şubat’ta çözüm konusunda % 60-70 umutlu olduğunu ifade etmişti.
Bir birey veya bireyler toplamından oluşan bir yapı, bağrında taşıdığı potansiyel güçle ayakta durur. Bu nedenle sistem, hedefine koyduğu yapının içsel dayanaklarına saldırarak onu tek başına ayakta duramaz hale getirir. Sonra da bir koltuk değneği uzatarak iyilik yapmış gibi gözükür. Bu ölümü gösterip sıtmaya razı etmenin bir başka biçimidir. Sistemin saldırılarını kabaca hükümetin tehditlerine indirgemek, en hafifinden sistemi tanımamakla eş anlamlıdır. Devlet güçleri işçilere, özlük haklarını tümüyle gaspetmekten fiilen saldırmaya kadar psikolojik abluka örerken, uzlaşmacı sendikal önderlik de işçileri hak almaya değil, hükümeti ikna turlarına yöneltti.
Tekel işçilerinin bütün olumsuz şartlara ve geri durumuna karşın mücadele havuzuna kattıklarıyla değerlendirilmesi önemli bir ihtiyaçtır.
Tekel işçileri, çağımızın devrimci sınıfını bir kez daha anımsatmıştır. Reel sosyalizmin yenilgisinden sonra elveda proletarya söylemleri Türkiye’de solda da karşılık bulmuştu. Tekel direnişi, “artık eski yöntemlerle ve dinamiklerle yürünemeyeceği, bunun yerine dışlanmışlara ve diğer sosyal gruplara bakmak gerektiği” yönündeki düşünceleri yerle bir etmiştir. Bu direniş, emekçi sınıflara, işçi sınıfı ideolojisine dayanmayan hiçbir gücün egemenler karşısında var olma şansının bulunmadığını göstermiştir. İşçi sınıfının örgütsüz ve geri olduğu dönemlerde yapılması gereken, emekçi dinamiklere güvensizlik değil; emekçilerin potansiyel gücüne inanarak yol gösterici rolü üstlenebilmektir.
Tekel direnişi sola mücadele eksenini göstermiştir. Uzun yıllardır emek merkezli çalışma yerine sosyal olgular üzerinden yürüyen ve bunu da halkları yakınlaştırıcı değil, karşı karşıya getiren bir yüzeysellikle yapan sola; halkların kardeşliğinin ve gönüllü birlikteliğinin nerede aranması gerektiğini Tekel direnişi yeniden hatırlatmıştır. Ülkenin dört bir yanından gelen Kürt, Türk, Alevi, Sunni tüm işçiler tam bir kardeşleşme örneği sergilediler. Mevcut hükümet, demokrasi taleplerini kolayca istismar edebiliyor hatta kimi kesimleri de peşine takmayı başarıyordu. Ancak bu direniş, özelde hükümetin genelde de sistemin maskesini düşürmüş ve halk düşmanı karakterini açığa çıkarmıştır.
Taban inisiyatifini sendikal işleyişe kabul ettirmiştir. Eylemlilik süresince karar mekanizmasında yer alan işçiler, söz ve karar sahibi olma çabasıyla; sendikal bürokrasiye karşı fiili bir tartışma da başlatmıştır. Eylem komiteleri kurarak emekçilerin demokrasi kültürlerine katkı sunmuşlardır. Komite tipi örgütlenme sayesinde kendi gücünün farkına varan işçiler, çare bekleyen durumdan çözüm üreten, eylem biçimleri geliştiren noktaya gelmiştir.
4C’de hükümete geri adım attırmayı da başardılar. 4C, hükümetin attığı adımlarla neredeyse 4B statüsüne yaklaştı. Ancak burada aslolan çalışma güvencesi ki bu kazanılamadığı sürece zaferden söz edilemez. Hükümet bu direnişin örnek teşkil etmesinden çekindiği için, kimi kırıntı sayılacak iyileştirmeler yaparak süreci sessizce bitirmek istedi. Kıdem tazminatı, istediği ilde çalışma hakkı ve 11 aylık çalışma süresi gibi işin özüne dokunmayan kısmi adımlar attılar ancak güvenceli (kadrolu) çalışma hakkını hiç gündeme dahi getirmediler. Doğal olarak bu adımlar işçileri ikna etmeye yetmedi.
Yukarıdaki bölümde, sendikal bürokrasiye ve politik seviyenin düşüklüğüne karşın, işçi sınıfının yaratıcı ve devindirici gücünün kazanım hanesine yazdırdıklarını sıralamaya çalıştık. Bundan sonraki kısımda ise sendikaları ve genel olarak solu değerlendirmeyi bir ihtiyaç olarak hissediyoruz.
SENDİKALAR SINIFLARARASI UZLAŞMA DEĞİL MÜCADELE ÖRGÜTÜDÜR
Ankara’da Tekel direnişinin başlamasıyla birlikte gözler DİSK ve KESK’e yöneldi. Hemen herkes dayanışma eylemleri ve grevlerle moral değerlerin yükseltileceği beklentisine girdi. Çünkü biliyoruz ki böylesi lokal direnişler dışarıdan dayanışma grevleri veya benzer eylem programlarıyla güçlendirilmediğinde, direnişin barutu çabuk tükenebilir. Oysa DİSK ve KESK, eylem programı oluşturup hükümeti kuşatma yerine, genellikle miting desteği vermenin ötesine geçemedi. Bütün bu yetersizliklerin yalnızca siyasi gerilikle ilgisi yoktur. Aynı zamanda bu konfederasyonların kendi içinde örgütlü olmamasıyla da ilgisi vardır. Tabanıyla yabancılaşmış bu yapılar, mevcut gücünü harekete geçirme yeteneğinden oldukça uzak olduklarının farkındalar. Onun içindir ki 20 Şubat eylemine yalnızca yönetim kurullarından oluşan sınırlı sayıda insanı götürme kararı almıştır.
DİSK ve KESK’in bir başka edilgenliği de Tek-Gıda İş’in alacağı kararlara uyacaklarını deklere etmeleriydi. Oysa halen içinde az-çok devrimci değerlerin bulunduğunu düşündüğümüz bu iki yapının sürekli motivasyon arttırıcı bir rol oynaması gerekirdi. İşçilerin öz güvenlerini yükseltme yerine sık sık hükümetle görüşme ve diyalog için adeta aracı olmaya soyunmaları devletin cesaretini arttırıcı bir rol oynamıştır.
Gelinen noktada sendikalar toplamda kötü bir sınav vermişlerdir. Tek-Gıda İş’in, 1 Nisan’da Türk-İş’in önünde bin kişi ile yeni eylem programını açıklayacağız demesi ne kadar anlamlıysa; içinde DİSK ve KESK’in de bulunduğu sendikaların 26 Mayıs’ta genel eylem kararı alması da o kadar anlamlıdır.
Aslında sendikaların bu denli edilgen ve geri durumda bulunuyor olmasının, genelde solun yetersizlikleriyle de yakından ilgisi vardır.
Devrimcilerin işçi sınıfı ve sendikalar içerisinde yeterince örgütlü olmaması, mücadelede geriliği ve uzlaşma eğilimlerinin boy vermesine neden oluyor.
SENDİKALARIN ARKASINDA YÜRÜYEN SOL EMEKÇİLERE ÖNDERLİK EDEMEZ
Sınıf mücadelesi sendikal mücadeleyle eşitlenemeyecek bir kapsamı ifade eder. Sendikalar özü itibariyle ekonomik mücadele araçlarıdır. Ve sermayenin saldırılarını durdurmaya, işçi sınıfının kazanımlarını arttırmaya çalışırlar. Daha açıkçası sömürü sisteminin sonuçlarına dönük bir mevziiyi ifade ederler. Sendikal mücadelenin önünü açmakla görevli siyasal özne ise, yalnızca sonuçlara göre değil, asıl olarak sisteme karşı bir konumlanışı ifade eder. Yani sömürünün kaynağını kurutmaya yönelik kapsamlı bir mücadele aracı olarak, birden çok araç ve yöntemi bir arada kullanma becerisine sahip politik bir araçtır.
4C (güvencesiz çalışma) yalnızca Tekel işçilerini ilgilendiren bir yıkım değil, tüm çalışanları hedefleyen bir saldırı olduğu için; bütün halinde sendikal hareketi bağladığı gibi asıl olarak politik merkezler tarafından üstlenilecek bir sorundur. Çünkü yüz yılı aşkın bir sürece dayanan kazanımlar, küresel sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hızlı bir şekilde ortadan kaldırılıyor.
Tütün işletmelerinin özelleştirilmesi süreci kabaca değerlendirildiğinde bile, sorunun AKP ile sınırlı olmadığı görülecektir. Tarımın çökertilmesi programında, özellikle endüstriyel ürünlere kota uygulanarak bu ürünlerin ekimi bitirildi. Bunların başında tütün ve şeker gelmektedir. Bu durumda ekimi yapılmayan ürünlerin fabrikalarının kapatılmasından daha doğal bir sonuç olamaz. Emperyalist tekeller önce tütün yasasını çıkarttırarak üretimi sınırlamış, daha sonra da yerli tütünü tümüyle bitirmiştir. Böylece boş kalan işletmelerin özelleştirilmesine zemin hazır hale getirildi. Özelleştirilen işletmelerin arazi değerinden çok, uluslar arası tekellere açılan pazar daha önemli bir amaçtı. Şimdilerde ise Türkiye’nin kimi bölgelerinde Virjinya tütünü üretiminin uluslar arası tekellerin denetiminde yapıldığı düşünüldüğünde, oynanan oyunun ne kadar planlı yürütüldüğü görülmektedir. Yaşanan bu durum sık anlatılan bir öyküyü akla getiriyor:
Türk, Kürt ve Ermeni üç arkadaş bir üzüm bağına girerler ve üzüm yerler. Bu sırada bağın sahibi gelir ve durumu görür. İlk hamlesini Ermeni’ye yapar:
-Bunlar üzüm yediyse bile benim din kardeşim. Peki, sen ne demeye yedin? Der ve Ermeni’yi hastanelik oluncaya kadar döver. Bu arada Müslümanlıktan kurtardıklarını düşünen Türk ve Kürt ses çıkarmaz. Arkasından Kürt’e döner ve der ki:
-Bu adam üzüm yiyebilir çünkü O benim soydaşım der ve Kürt’ü de hastanelik edinceye kadar döver. Artık tek kişi kalan Türk için açıklama bile yapmaz ve O’nu da döver. Kendilerine geldiklerinde ilk sözü Türk alır ve der ki:
– Biz yanlışı Ermeni dayak yerken yaptık!
Elbette ki amacımız yaşanan gerçekliği öyküleştirmek değil, en azından bunu uzmanlarına bırakabiliriz. Bizim söylemek istediğimiz aslında, sorunu bütünlüklü kavrayıp, emperyalizm ile emekçiler arasındaki çelişkileri açığa çıkartmak gerektiğidir. Uluslar arası tekeller, depolarında biriken ürünlere pazar alanı açmak için, yeni sömürge ülkelerin üretimlerini çökertiyor. Tarım kesiminde çöken üretim, sanayiyi de doğrudan etkileyip işsizliğin sebebi olmaktadır. Bu nedenle Türkiye distiribitörler cenneti haline gelmiştir. Burada asıl görev halkın öncü güçlerine düşmektedir. Emperyalizm ve yerli işbirlikçileriyle çelişki içinde bulunan tüm sınıf ve katmanlar arasındaki açıyı daraltıp çözüm programında ortaklaştırmak kazanımları da ortaklaştıracaktır.
Güvencesiz çalışma yaşamı, kısmi zamanlı çalışma, düşük ücret, sağlık hakkının yitirilmesi ve işsizlik gibi birçok sorunun emperyalizm ile ilişkisi anlaşılır kılınmadıkça, halkın devrimci potansiyeli harekete geçirilemeyecektir.
Örneğin Tekel direnişinde sol, içinde örgütlü olmadığı işçilere dışarıdan bayrak sallama yerine, tüm gücünü uluslar arası tekellerin ülkedeki varlığına yöneltebilirdi. Düşünün ki bir sabah, uluslar arası sigara tekellerinin (British American Tobacco, Phılıp Morrıs Sabancı, Japon Tabacco Intrnatıonal, European Tobacco ) ana dağıtım merkezleri binlerce emekçi tarafından kuşatılmış olsun. Dağıtımın engellenmesi, emekçilere sorunun kaynağını işaret edecek ve politik seviyeyi yükseltici bir rol oynayacaktı. Bu arada sendikaların kazanılmış haklarını korumak üzere başlattıkları grev vb. direnişler de daha etkili sonuçlar verecekti. Bu tip eylemlerin bir çok biçimi düşünülebilir ve güç/imkanlar ölçüsünde hayata geçirilebilir. Devrimci özne, sonuçlarla sınırlı bakış açısı ile ancak sendikalizm batağına saplanabilir.
Özetlersek sol, asi yanını kuşanarak mücadeleye dahil olamamıştır. Sermaye cephesinin yerel veya uluslar arası güçleriyle, her yolu deneyerek, emeğin vaktinde kazanılmış tüm haklarını tasfiye için uzun süredir saldırıya geçtiğini görmezden gelen sol, sınırlı çaptaki itirazlar sonrasında, “merhamet” dilenen sendika başkanları üzerinden söz konusu saldırıların durdurulabileceğine inanmıştır. Hatta kimi sol yapıların, işçilerin mitingde kürsü işgaline karşı çıkması da bu duruma ibret verici bir örnek oluşturmaktadır. Direniş süresince sol yapılarda görülen birçok hastalıklı duruşa tanık olduk. Bunların başında ise sınıfı örgütleme kaygısının yerine kendini büyük gösterme çabasıydı. Öyle ki kimi yapılar işçilerin birkaç yüz metre uzağına kurdukları çadır ve ses düzenleriyle adeta kendi mitingini yapıyordu. Emekçilere yabancılaşma halinin doruğa çıktığı böylesi durumlarda, destek için gelen kesimlerin kendilerini asıl zannetmeye başlamaları, sınıfı değil, kendilerini örgütleme ihtiyacının dışa vurumu olarak okunmalıdır.
Direniş süresince yapılan konuşmalarda ve atılan sloganlarda, ağırlığın Başbakana ve AKP’ye verildiğine bir kez daha tanık olduk. Ampul Tayyip türü sloganların solun diline yerleşmeye başladığını şaşkınlıkla izliyoruz. Biz, Başbakanın sistemin yerine geçirilmesini doğru bulmuyoruz.Başbakan her ne kadar sistemin temsilcilerinden biri olsa da sistemin kendisi değildir. Öncelleri gibi yüzü eskidiğinde devre dışı olacaktır. Kitleleri iktidar partisine endeksli muhalefete çağırmak, sistem içinden başka bir seçeneği bilince çıkartacağı için tehlikeli ve yanlış buluyoruz.
Direnen işçilerin örgütlülük seviyesine bakmaksızın, onların yerine akla çok uygun da olmayan önermeler havada uçuştu. Söz gelimi, 4 Şubat genel grevinin (!) ardından üç günlük genel direniş öneren ve sınıfın biricik öncülüğüne de soyunan bu kesimler, grevden hatta genel grevden ne anladıklarını açıklamakla yükümlüdürler. Zira KESK’in örgütlediği 25 Kasım grevi bile 4 Şubat grevinden daha etkili sonuçlar doğurmuştu. Hiç olmazsa kimi yerlerde ulaşım araçları çalışmamış, halkın da desteğiyle birçok iş yerinde işler, yarım yamalak yürütülmüştü. 4 Şubat grevinde ise bırakın hayatı durdurmayı kısmi aksamalara dahi tanık olunmadı. Bu durumu, konfederasyonlar asılmadı biçiminde açıklamaya çalışmak, devrimcilerin kendini inkarı anlamına gelir. İçinde örgütlü olunmayan sınıfa genel grev önermenin politik bir ciddiyeti olmadığı gibi grev kavramının da içini boşaltmak anlamına geldiğini belirtmekte yarar görüyoruz. Grev önerisi ya tutarsa biçiminde ele alınacak bir konu değildir. Çünkü sonuçsuz veya başarısız her eylemin geriletici bir yanı olduğunu da görmek gerekiyor.
İşçi sınıfının biriktirdiği deneyimler içerisinde grevin üç biçimini biliyoruz. En sık başvurulan hak grevi toplu iş sözleşmesi sürecinde başvurulan ve iş kolunu ilgilendiren bir grevdir. Dayanışma grevi ise sınıf desteğini büyüterek grevdeki işçilerin kazanmasına yardım amacıyla gün veya günlerle sınırlı üretimi durdurma faaliyetidir. Bu grevde işçi sınıfı gücünü göstererek hakkın alınmasını ve tıkanmanın aşılmasını sağlar. Bunların hepsinden daha kapsamlı olan genel grev ise daha çok siyasi bir grevdir. İktidarın emekçilere karşı yürüttüğü yapısal ve siyasi saldırılara karşı uygulamaya konur. Diğer iki grev türünde politik öncülük olmasa da başarı şansı vardır. Ancak genel grev, yapısı ve hedefleri nedeniyle siyasi önderliğin belirleyiciliğini zorunlu kılar. Çünkü hayatın bütün halinde durdurulması sendikalar üzerinden yürütülecek bir eylem değildir. Genel grevde yalnızca şalter inmekle kalmaz, tarım kesiminden hizmet üretimine kadar çalışma yaşamı tümüyle durur. Tüm grevlerde halkın desteği önemli bir yer tutar ancak genel grevde bu destek olmazsa olmazdır. Ayrıca genel grevin süre sınırlaması olmamalıdır. Hayatın geneline yayılan, geniş bir desteği arkasına alan ve hedefine ulaşıncaya kadar devam eden direniş, yaşamın her alanına yayılmış önderliği de ihtiyaç haline getirmektedir. Çünkü genel grev aynı zamanda sistemi bunalıma sokma girişimidir. Böylesi büyük hedeflere sendikalarla ulaşmayı düşünmek birçok sapmayı bağrında taşımakla birlikte, iktidar hedefinden uzaklaşmanın da göstergesidir.
Ülkemiz solunda birçok konuda olduğu gibi genel grev konusunda da kavramlar yersiz bir şekilde savurganca kullanılmaktadır. Örgütlülüğün olgunluk seviyesine bakmaksızın önerilen genel grevin, günümüz koşullarında slogandan öte bir anlam taşımadığı açıktır. Oysa Tekel direnişini büyütmek için; Ankara’yı Türkiye’ye, Türkiye’yi Ankara’ya taşıyan bir dayanışma zinciri, bir direniş diyalektiği çok şeyi değiştirebilirdi.
Tekel direnişinde bir kez daha araba atın önüne koşulmuştur. Devrimcilerin görevi, bu tür lokal ve barutu sınırlı kıvılcımları alkışlamakla yetinmek (yani arkasına sığınmak) değil, öncülük ve yol göstericilik işlevini yerine getirmektir. Bugün ülkemizdeki en önemli sorun (temel siyasi görev) budur.
16 MART 2010
DEVRİMCİ HAREKET