Bahar, meyveye duran ağacın çiçek açmasıdır.
Egemenler, insanların hemen her türlü etkinliğini kontrol altına alırken, insandışılaştırıcı her faaliyete tepki gösteren potansiyeli de denetimine almaya çalışır. Bu anlamda elinde bulundurduğu her olanağı kullanarak algıları yönlendirmekten kaçınmadığı gibi, sol argümanları, içini boşaltarak kendi çıkarı için bir silaha dönüştürmekten çekinmez. Ve kimi zaman özgürlük savaşçısı rolü oynar, kimi zaman da sol görünümlü iliştirilmiş aydınları sayesinde emperyalist operasyonları devrim olarak tanımlar.
Kuzey Afrika’da gelişen dönüşüm sürecini tanımlayan Hillary Clinton’un Suriye politikalarıyla ilgili yapmış olduğu konuşmasında Beşar Esad ve Suriye hükümetinin, kendi halkının evrensel haklarına saygı göstermesi gerektiği şeklinde bir açıklama yapmasının ardından “Suriye’ye özgürlük” gibi sol bir jargona sarılması da bu durumun açık örneklerinden biridir. Bu bağlamda manipülasyon, egemenler cephesinde hala önemli bir silah olarak kullanılmaya devam ediliyor. Bunun yanında kimi muhalif kesimlerin yaptığı değerlendirmelerde de manipülasyonun etkisinin önemli bir etkiye neden olduğu görülüyor.
Son dönemlerde Arap coğrafyasında yaşanan gelişmeleri “Bahar” söylemleriyle bir devrim olarak nitelemek moda haline gelmiş durumda. Yaşananları 1848’in “Halkların Baharı” söylemiyle özdeşleştirip, analizlerde 1848 devrimleriyle benzerlikler kurulması ise akıl tutulmasının yükselen boyutunu gözler önüne seriyor. Bu bağlamda Bahar söylemlerinin, egemenler tarafından algıları istenen yöne çekmek için dolgu malzemesi olarak kullanıldığı görülmediği gibi, yaşananlara olumluluk atfeden yaklaşımlar sergileniyor. Oysa sadece halkların mezhepsel çatışmalara sürüklenmesi ve üzerlerine bombalar yağdırılması dahi, emperyalizmin kendi ihtiyaçları çerçevesinde ortadoğuyu yeniden dizayn etme çabasının göstergesidir. Kaldı ki 1848 devrimleri ile kurulan benzerlik ise sadece, ezilen halkları/emekçileri egemenlerin kendi politikalarına yedekleme operasyonudur. Devrim süsüyle soslanıp halklara özgürlük olarak sunulan cinsten bir kandırmacanın yeni versiyonudur ve sadece aktörler değişmiştir.
OLGULARIN FOTOĞRAFINDAN ÇOK RÖNTGENİNİ OKUMANIN GEREKLİLİĞİNE DAİR
Arap Baharı’nı, “Türkiye Yazı”na dönüşecek bir süreç olarak görenlere dahi rastlayabiliyoruz derken abartılı davranmıyoruz. Öyle ki Libya saldırısından birgün önce kimi kesimlerin Libya’daki diktatörlüğü protesto etmek için konsolosluk önünde eylem düzenlemesi yaklaşımımızın doğruluğunu yeterince kanıtlar niteliktedir.
Hatta kimi sol çevreler yaşanılanları 20.yy ile 21. yy arasındaki bir değerlendirmenin ayrım noktası olarak görürken, “tarihçiler dönüp 20. Yüzyıla baktıklarında ne de sakin bir yüzyılmış diyeceklerdir” diyerek, “devrimci sürecin” rüzgârına vurgu yapmaktan kendini alamamaktadır. Şüphesiz 21. Yüzyıl daha çetin mücadelelere gebedir. Ancak bunu Mısır ve Tunus’la açıklamaya çalışmak 21. Yüzyıl’a dair değerlendirmelerin aceleciliğini ortaya koymaktan öteye gitmez.
“Mısır devrimi’nin ateşi yeniden alevlendi. Üstelik bu kez alevlerin renginde daha önce zayıf olan bazı “tonlar”ın güçlenmeye başladığı görülüyor” diyen, Cumhuriyet yazarı Ergin Yıldızoğlu ise Mısır’daki sürecin giderek kızıllaşan bir hat izlediği vurgusunu yapıp Tahrir deki muhalefeti aceleyle selamladı. Cumhuriyet’in birkaç gün sonra “muhalifler Tahrir de şeriat çağrısında bulundu” haberi ise Ergin Yıldızoğlu’nun aceleciğine cevap niteliği taşıyordu. Kaldı ki Tunus’la başlayan süreci olumlu görenlerin daha birkaç gün önce, Tunus’ta sendikaların ve sendikal faaliyetlerin yasaklanması konusunda nasıl bir tepki vereceklerini merak ediyoruz.
Acelecilik ve spekülatif değerlendirmeler konusunda en iddialı isim ise Tarık Ali oldu. Tarık Ali, Arap ülkelerindeki “isyan” hareketlerini, Avrupa’daki 1848 devrimlerine benzetirken “insanların kendilerini on yıllardır döven sopayı öpmeyi reddetmeleri ya da buna aldırmamaları, Arap ulusunun tarihinde yeni bir faslı açmış durumda” diyerek, bölgedeki gelişmeleri devrimle özdeşleştiren bir çaba olarak değerlendiriyordu.
Tarık Ali’nin “Arap halkı, 1848’deki Avrupa’lılar gibi yabancı egemenliğine karşı savaşıyor, demokratik haklarının ihlaline karşı, kendi gayrimeşru servetleriyle körleşmiş seçkinlere karşı ekonomik adalet içinde savaşıyor.” iddiasında bulunması ise, 1848 devrimlerinin temel niteliğini kavrayamadığının ifadesidir. Kaldı ki bugün yaşanılan gelişmelerde bırakalım yabancı sömürüsüne karşı durmayı, aksine emperyalizmin istediği sonuçları alabilmek için sokaklara taşan öfkenin niteliğini ve yönelimini kontrol altına almaya çalıştığı görülüyor.
Emperyalizm istediği sonucu alabilmek için bazen muhalefeti destekler gözükürken, bazen de diktatörlere açık kapılar sunar. Emperyalizmin asıl amacı dikatatörler gitse de, diktatörlerin daha sağlam tahkim edilmesidir.
Öz itibatiyle ne Tarık Ali ne de yaşadığı kafa karışıklığı bizi ilgilendirmiyor. Ancak iddialar tarihsel/bilimsel mecrada ilerlemiyorsa, gerçekleri dillendirmek de kaçınılmaz hale geliyor. Bu bağlamda 1848 devrimleriyle bugün yaşanan gelişmelere dair küçük de olsa bir değerlendirme yapmanın gerekli olduğunu düşünüyoruz.
1848 DEVRİMLERİ BİR ULUSLAŞMA SÜRECİDİR
1848 yılında Avrupa’da başlayan ve gelişen ayaklanmalar, günümüze dek uzanan ve daha da ileriye taşınacak olan devrim ve özgürlük hareketlerinin mihenk taşını oluşturur. Bu öyle bir tarihsel mirastır ki gelişiminin her adımında önümüzü aydınlatacak derslerle doludur. Her ne kadar proletarya adına yenilgiyle sonuçlanmış olsa da özünde kapitalizmin niteliğini gözler önüne serer ve “Ne Yapmalı?” sorusuna yanıt olur. Bu nedenle Marks ve Engels bu eylemler sırasında duydukları ateşli/devrimci heyecanlarının bazı yanılgılarından bahsetseler de özün biçime nasıl yansıdığından hareketle, geleceğe dönük gelişimin yol haritasını çizmekten de geri durmazlar.
“Burjuva koşullar burjuva toplumun üretim güçlerinin gelişmesine izin verdikleri sürece (şimdi 1850’de yaşanan refah bunu gösterir) gerçek bir devrimden sözedilemez. Böyle devrimler ancak modern üretim araçları ile burjuva üretim biçimleri çatışmaya girdikleri dönemlerde olanaklıdır. Coşkulu bildiriler para etmez. Yeni bir devrim yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Biri ne kadar kesinse diğeri de o kadar kesindir.” (Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-50).
1848-52 yılları Avrupa’da burjuva devrimlerinin büyük oranda tamamlandığı bir süreçtir. Bu süreç aynı zamanda bir uluslaşma özelliği de taşır. Ancak bu uluslaşma süreci Tarık Ali’nin iddia ettiği gibi bir yabancı sömürüsüne karşı direniş olarak gelişmez. Bu durum burjuvazinin istemleri doğrultusunda ticaret alanını belirlemek için ticaret hukukunun tek bir hukuk haline gelmesi ihtiyacı olarak tanımlanır. Monarşik bir yapıda ticaret burjuvazisinin özgürlüğünden bahsedilemez. Bu hem ekonomik hem de siyasal anlamda imkansızdır. Örneğin bahsedilen dönemde Almanya’da monarşik düzenin tam anlamıyla ortadan kaldırılamaması, Prensliklerin ise kendi ticaret hukuklarını uygulamaları (farklı ağırlık ölçüleri, gümrük uygulamaları ve farklı para birimleri vb.) burjuvazinin önünde engel oluşturan önemli faktörlerdir. Dolayısıyla böylesi bir durumda Burjuva demokratik bir devrim, gelişen ticaret burjuvazisi için kaçınılmaz hale gelir. Ve ticaret hukukunun tek bir hukuk haline gelmesinin ve iş yaşamının belli bir çerçeveye oturtulması zorunluluğunu doğurur. Bu bağlamda devlet yapısının Ulusal bir yapıya dönüşmesi devrimin temel niteliğini oluşturur. Ve bu doğrultuda feodal unsurların etkisi ya tamamen yok olur, ya da kapitalist sürece entegre olup etkisinin zayıflayacağı bir zeminin olgunlaşmasına neden olur. Bu bağlamda Marks, Paris proletaryasını 1848 Haziran ayaklanmasına zorlayanın salt bu nedenden ötürü burjuvazi olduğunu belirtir. Bu yüzden burjuvazinin önderliğinde harekete geçen proletaryanın yenilgisinin adeta kaçınılmaz olduğunu savunur. Ve Marks devrimin gelişimini “Proletarya, kendi mezarını, burjuva cumhuriyetinin beşiği yaparak burjuva cumhuriyetini, salt biçimiyle, açık amacı sermayenin egemenliğini ve emeğin köleliğini sonsuzlaştırmak olan devlet olarak hemen ortaya çıkmaya zorladı.” diye yorumlar.
1848 İŞÇİ SINIFI İÇİN TARİHSEL BİR SINAVDIR
Sanayi devriminin gelişmesiyle fabrika üretimine geçilmesi ve sanayi burjuvazisinin ortaya çıkması diyalektik bir sürecin sonucudur. 1848 devrimlerinin sürecide bu koşullarda olgunlaşmıştır. Aynı zamanda bu durum 1830 Temmuz Devrimiyle iktidara oturmuş mali burjuvazi ve gelişmekte olan sanayi burjuvazisi arasındaki bir hesaplaşma sürecidirde. Her şeyden önce bankerlerin, spekülatörlerin, maden ve orman sahiplerinin vs.nin çıkarlarını koruyan finans aristokrasisi egemenliği, ülkenin kapitalist gelişimi önünde bir engel oluşturuyordu. Bu nedenle sınıfsal çelişkiler keskinleşmiş, proletaryanın ve köylülüğün kapitalistçe sömürüsü artmış ve küçük burjuvazinin yaşam koşullarında keskin bir kötüleşme meydana gelmişti. Bu şartlar altında Burjuva monarşisine karşı en etkin biçimde sesini yükselten kesim ise işçi sınıfıydı. İşçi sınıfı sınıfsal taleplerini dile getiriyor, sosyalizme yönelik taleplerini bulanık biçimde de olsa ortaya koyuyordu. 1845 ve 1846 yıllarındaki kötü hasatlar, patates hastalığı ve 1847 ekonomik krizi emekçi kitlelerin devrimci ruh hallerinde büyük bir yükselişe de yol açmıştı. Devrimci rüzgarın artışıyla iktidardakilerin toplumu eski tarzda yönetemedikleri bir durum ortaya çıkmıştı. Sanayi burjuvazisi toplantılarda ve parlamentoda seçim reformu talep ediyor ve gerici Guizot hükümetine karşı sesini yükseltmeye çalışıyordu.
Devrimci patlamayı tetikleyen nedenlerden biri de 22 Şubat’ta Paris’te hükümet karşıtı toplantı ve gösterileri yasaklaması oldu. Liberal burjuvazi ise böylesi bir durumda edilgen bir muhalefeti tercih ediyordu. Ancak buna rağmen on bin Parisli sokaklara dökülmüş, mahallelerde askeri birlikler polisle çatışmaya başlamış ve barikatlar kurarak talepleri konusundaki kararlılıklarını dile getirmişlerdi. Ertesi gün gerçekleşen 23 Şubat ayaklanması ise iktidarı tehdit edecek bir seviyeye yükselmişti. Bu olaylar neticesinde iktidarda bulunan
Louis Philippe, Mali Aristokrasi tarafında saf tutan Dışişleri bakanı Guizot’yu istifa ettirdi ama bu hamle emekçilerin kavgasını durduramadı. 24 Şubat gecesi Paris’in neredeyse tüm mahallelerinde 1500’e yakın barikat kurulmuş ve kavga daha da şiddetlenerek büyük bir halk ayaklanmasına dönüşmüştü.
Ancak bu ayaklanmayı örgütleyen esas itibariyle Cumhuriyetçi (Sanayi ve Ticaret Burjuvazisi) çevrelerdi. Ayaklanma sırasında Paris’in stratejik noktaları halkın eline geçmişti. Bundan tedirginlik duyan kral yönetimi Mole’ye, Thiers’e, Barrot’ya vermek gibi tavizlerde bulunmuştu. Ancak kralın bu çabası halk tarafından kabul görmemişti. 24 Şubat’ta Louis Philippe tahttan çekilmiş, yerini Paris Kontu olan torununa bırakarak İngiltere’ye kaçmıştı. Böylece Temmuz Monarşisi, işçi sınıfının etkin rolü, küçük ve kısmen orta burjuvazinin desteğiyle başarıya ulaşan Şubat Devrimiyle yıkılmıştı.
Şubat devrimi finans aristokrasisinin tek başına iktidarı elinde tuttuğu döneme son verdi ve bir bütün olarak burjuvazinin iktidarına geçişin koşullarını yarattı. Louise Philip’in kaçmasının ve millet meclisinden krallık naipliği tasarısını geçirmek isteyen burjuva liberallerin karşıdevrimci planlarının suya düşmesinin ardından geçici hükümet kuruldu. Burjuva cumhuriyetçiler Du Pont, Marie Kreme, Garnier-Pages; küçük burjuva demokratlar Ledru Rollin ve Flocon, ayrıca küçük burjuva sosyalist Louis Blanc ve işçi Albert bu geçici hükümete katıldı.
Geçici hükümette öncü rol cumhuriyetçi burjuvalarındı.
Geçici hükümetin iktidara gelmesiyle birlikte işçilerin “çalışma hakkı” talepleri yerine getirilmiş ve hükümet tarafından bir “çalışma Komisyonu” oluşturulmuştu. Böylece Şubat devrimi işçi sınıfının bağımsız ve belirleyici bir siyasal güç olarak, kendi talepleriyle ortaya çıktığı bir dönemdir.
Bu sayede gelişen demokratik ortam muhalif çevrelerin güç kazanmasında önemli rol oynadı. Ancak burjuvazinin gerçek yüzü çok kısa bir sürede kendini ele verdi. Hükümetin lümpenlerden oluşan ulusal muhafızlar gibi silahlı ve gerici bir oluşum örgütlemesi kimileri tarafından işsizliğe önlem olarak olumlu görülürken, hükümet için baskı aracı olarak da ortaya çıkıyordu. Halkın sosyal reformların durgunluğundan hareketle hükümete baskı yapma amacıyla sokaklara dökülmesi ise elini köylülük ve küçük burjuvazisinin gerici karakteri ile güçlendiren hükümetin muhalefeti şiddetle durdurmasının önünü açıyordu. Ulusal muhafızlar ise bu durumda adeta kiralık katil rolü oynuyor ve gerçekleşen eylemleri şiddetle bastırıyordu. Bu şartlar altında 23 Nisan 1848’de yapılan Kurucu Meclis seçimleri işçi sınıfı temsilcilerine yenilgi, burjuva cumhuriyetçilerine ise zafer getiriyordu. Ve oluşan meclisin milletvekilleri arasında monarşi yanlıları ile din adamları çoğunluğu oluşturuyordu. Kurucu meclis bu bileşenle 4 Mayıs’ta görevine başlıyordu.
Bu dönemin en belirleyici olayı, Parisli işçilerin, kurulan cumhuriyetin yapısını ve kaderini belirleyen Haziran Ayaklanmasıdır. 15 Mayıs’ta Paris’te bir halk gösterisi gerçekleşti.
Göstericiler Polonya halkının özgürlük mücadelesine destek talebinde bulundular ve Kurucu Meclis’in proletaryaya karşı geliştirdiği düşmanca politikayı protesto ettiler. Ancak ulusal meclisi dağıtmak isteyen bu göstericiler yenilgiye uğradı; Blanqui, Barbes ve diğer liderler tutuklandı. Burjuva cumhuriyetçiler çeşitli provakatif söylemler kullanarak 15 Mayıs’ta işçi sınıfına tanınan hakların geri alınmasını talep ettiler. 22 Haziran’da Ulusal Atölyeler kapatıldı; bu da Paris proletaryasının ayaklanmasını hızlandırdı. Ancak Kurucu Meclis’teki burjuva cumhuriyetçi çoğunluğun saldırgan politikasının sebep olduğu, monarşistler ve din adamlarının kışkırtmasıyla başlayan ayaklanma yenilgiyle sonuçlandı.
Bu yenilgi, proletaryanın dağınık bir biçimde savaşmasından, küçük burjuvazinin ikircikli tutumundan ve köylülerin işçi sınıfına karşı düşmanca hareket etmesinden kaynaklandı. Haziran ayaklanmasının bastırılmasından sonra Cumhuriyetçi burjuvalar Monarşistlere bir dizi tavizler verdiler. 4 Aralık 1848’de Meclis içinde birçok gerici madde bulunan İkinci Cumhuriyet Anayasasını kabul etti. Özellikle yasama organını temsil eden devlet başkanına, neredeyse kralın yetkilerine ulaşan düzeyde geniş yetkiler verilmiş olması Anayasa’nın gerici niteliğini ortaya koyuyordu. Cumhuriyetçi burjuvalar monarşistlere verdikleri tavizleri artırdılar. 1848 yılı başkanlık seçimleri Cumhuriyetçi burjuvazinin temsilcisi, işçi kasabı General Cavignac’ın yenilgisine ve ardından Monarşist burjuvazinin temsilcisi III. Napoleon’un zaferine sahne oldu.
1848 BİR HALK HAREKETİDİR VE TABANDA OLGUNLAŞMIŞTIR
Bu devrimler burjuvazinin önderliğinde gelişsede, bir taban hareketidir. Ve halk kesimlerinin taleplerini büyük oranda içinde barındırır. Bugün yaşanan isyanlarla arasındaki en büyük fark budur. Ama bu durum arap coğrafyası içerisinde halkın kendi taleplerinin bulunmadığı anlamına gelmemelidir. Zira bölgede uygulanan politikaların demokrasiden uzak olduğu biliniyor. Ve halkın doğal olarak yıllardır uygulanan politikalara yönelik gelişen bir tavrı da söz konusudur. Ancak bu tavır halkın kendi özgücüyle değil aksine tavandan örgütlenmeye çalışılan bir karakter taşımaktadır. Bölge daha Clinton’lu ABD döneminde başlayan bir askeri, ideolojik ve istihbarat ağıyla yönlendirilmeye/ele geçirilmeye çalışılmaktadır. Ve bu durum bizzat ABD ve Nato yetkilileri tarafından açıklanmaktadır. Örneğin eski Nato komutanlarından Wesley Clark’a göre Pentagon uzunca bir süredir, Irak, Suriye ve Lübnan’ı ABD ve Nato’nun müdahale edeceği ülkeler olarak tanımlıyordu. Clark’tan aktarıyoruz; “2001 Kasım’da Pentagon’a geri döndüğümde, üst düzey bir askeri görevliyle sohbet ettim. Bana, ‘Evet Irak’ın peşindeyiz’ dedi ama daha fazlası vardı. Bana bunun 5 yıllık kampanya planının bir parçası olarak tartışıldığını ve Irak’la başlayan ve Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali ve Sudan şeklinde devam eden 7 hedef ülke olduğunı söyledi.“…Bu görüşü sitem ederek ve biraz da inanmayarak dile getirdi. Duymak istemediğim konular olduğundan konuyu geçiştirdim. Bu ayrıca ileride görmek istemediğim de bir şeydi. O gün öğleden sonra Pentagon’u endişe içinde terk ettim.” (Bkz. General Wesley Clark, Winning Modern Wars, syf.130)
Bu çalışmalar Aynı zamanda emperyalist ülkelerin demokrasi ve özgürlük adı altında bölgede adeta jandarma rolü oynaması ve halkın böylesi bir duruma alkış tutar hale getirilmesi ile operasyonun tavandan tabana doğru bir hat izlediğinin göstergesidir. Dolayısıyla karakteri de bu hatta göre belirlenir.Ancak kimi aydınlar bu durumu bir taban hareketi olarak değerlendirmekte ve dolayısıyla emperyalist etkiyi görmezden gelerek isyanları 1848 devrimleriyle benzer nitelikler taşıyan bir hareket olarak tanımlamaktadır..
Emperyalizm koşullarında anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir nitelik taşımayan hiçbir mücadelenin halklara demokrasi, özgürlük getirme şansı yoktur. Diktatörlük rejimlerini Arap halklarına reva gören emperyalizm ve faşizm hedef tahtasına yerleştirilmediği sürece her atışın karavana ile sonuçlanacağı bilinmelidir.
Devrimci süreci yürütecek politik bir organizasyonun (parti) olmaması ise sürecin politik amaçlarının belirsizliğine işarettir. Ve bu durum gün geçtikçe bölgedeki muhalefetin bahardan çok gerici ve emperyalizme yedeklenen bir sürecin tohumlarını ektiğine işaret eder. Nitekim Tahrir meydanında muhalefetin “birlik” gösterisinde çoğunluğu oluşturan İslamcı grupların “şeriat devleti” çağrısında bulunması da sürecin ne kadar demokratik, ne kadar halktan yana bir süreç olduğunu gözler önüne seriyor. (Bkz. 30 Temmuz Tarihli Gazeteler)
Bugün Ortadoğu’daki gelişmeler emekçilerin özgürlük mücadelesi olarak selamlanıyor. Oysa emperyalizmin talepleri çerçevesinde şekillenen mücadelenin kısmi oranda emekçileri özgürlüğe kavuşturması yalanlarıyla emperyalist kapitalist sisteme güç akıtıldığının önemi görülmüyor.
Bu bağlamda bizler ABD’nin 11 Eylül sonrasında dünyadaki dengeleri kendi lehine yeniden düzenleme çabasının Arap coğrafyasına yansımasının kendi çıkarına dayalı yeni bir hat oluşturmaya çalışması olarak tanımlarken bir analizden çok olgunun kendisini tahlil ediyoruz.
“Meselenin ne “Arap devrimi/baharı” olduğunu, ne de kendiliğinden işleyen bir “domino etkisi”nin bulunduğunu; aksine, halkların yoksulluğunun, uğradığı baskı ve zulmün istismarını içeren ve “bir hazırlık/test” niteliği taşıyıp, “çok daha zorlu gelişmelere gebe” olan bir sürecin yaşanmakta olduğunu görebilmeyi kolaylaştırır. ” (Bkz. 3 Temmuz 2011 Tarihli Devrimci Hareket Dergisi açıklaması)
Bu bağlamda ABD’nin yaşadığı kriz ile birlikte Ortadoğu coğrafyasında bataklığa saplanmış olması Tunus’la başlayan sürecin onlar için bir zorunluluk olduğunu gözler önüne seriyor. Zira yaşananlar bugüne kadar emperyalizmin uşaklığını yapmış kesimlerin yıkılması bir yana emperyalizmin makyajının tazelenmesi ihtiyacıdır. Çünkü bu makyaj küreselleşme propagandalarının kriz sayesinde prestij kaybına uğramasıyla bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Emperyalizm bu yüzden yarattığı manipülasyon ve kışkırtıcı faaliyetleriyle bölgeyi kapitalist/emperyalist pazara eklemlemeye çalışarak krizini de ezilenlere fatura etme derdinde. Bu bağlamda kendi denetimi dışında hiçbir özneye tahammül edememekte ve saldırganlığı kendinde bir hak olarak görebilmektedir.
MÜDAHALELER FEODALİZMİ TASFİYE ETMEK YERİNE KALICI HALE GETİRİYOR
Bir başka yanılgı da yaşanan gelişmelerin feodalizmin tasfiyesi olarak düşünülüp bunun sınıfsal bir tepkiye neden olacağıdır.
Feodalizmin kapitalizme göre daha geri bir aşama olması yadsınamayacak bir gerçekliktir. Ve bu anlamda feodalizmin ortadan kaldırılması anlamında kapitalizmin çarpık da olsa gelişmesi tarihsel anlamda ileri bir aşamayı ifade eder. Ancak gelişmeler yaşananların feodalizmin tasfiyesi yerine, dış dinamikler etkisiyle emperyalist pazara alan açma operasyonuna dönüştüğüne işaret ediyor. Zira emperyalizmin bir ülkeye müdahale ederek yaptığı ataklar o ülkelerin kaynaklarını geliştirmek değil sömürü amaçlıdır. Bunu daha önce yaşanan birçok pratik yeterince kanıtlıyor. Örneğin Irak’ta işgalin kalıcı hale getirilmesi için kapitalizmin geliştirilmeye çalışılması, feodalizmin yıkılmasını değil aksine daha çok tahkim edilmesini sağlıyor. Zira ABD Irak’ta aşiretleri tasfiye etmek yerine Irak’ı daha rahat yönetebilmek için onlarla uzlaşmayı tercih eden politikalara başvuruyor.
Kendi iç dinamikleriyle gelişmeyen hiçbir hareketin ilerici olma şansı yoktur. Bu bağlamda Mısır’da Mübarek’in tutuklanıp yargılanmasıyla birlikte diktatörden kurtulunduğu görüntüsü yaratılırken bir diğer yandan da diktatörlük rejimi pekiştiriliyor. Tüm bu gelişmeler sonrasında özgürlüğün kırıntı düzeyinde dahi olsa da görülmediği ortadadır.
Bu anlamda kimi kesimlerin her hareketten olumluluk damıtmaya çalışması Bernstein’in “Hareket her şeydir, hedef hiçbir şey” sloganını akıllara getirecek bir nitelik taşıyor. Ancak bilindiği gibi Bernstein dahi bu anarşist fikrini ortaya atarken, hareketin kendi iç dinamikleriyle gelişmesinin önemine vurgu yapıyordu.
TEK YOL DEVRİM
İskender Kahraman
Sayı 34 (Ekim – Aralık 2011)