Dergimizin önceki sayısının Sunu bölümünde, Yürüyüş Dergisi’nde yer alan bir değerlendirme sebebiyle bir çalışma hazırlayacağımızı söylemiş, sorunu kısaca şöyle ifade etmiştik.
“Devrim Yayınları’ndan çıkan ‘Bu Tarih Bizim’ kitabını da değerlendirdik. Kitaba dair Yürüyüş Dergisi ‘nde çıkan Devrimci Yol eleştirisi ise, inanıyoruz ki bizim gibi tüm Devrimci Yolcuları rahatsız etmiştir. Devrimci Yol karşıtlığının bir kez daha akılları çelmelediğini gördük. Söz konusu yazıda bugüne dek yaptığımız tüm uyarıların da, sürecin de öğretici olmadığını, Yürüyüş’ün
THKP-C’nin en temel tespitlerini ısrarla yanlış kullandığını gördük. Bu türden ‘didişme’ yazılarını muhatap almama eğilimi taşıyor olmamıza rağmen, önümüzdeki sayıda söz konusu yanlışları ortaya koyan ve THKP-C konusunda bir çeşit eğitim sayılacak türde bir çalışma hazırlamayı düşünüyoruz.”(Devrimci Hareket, S:22)
Her şeyin durmadan değiştiğinden söz eden, “aynı suya iki kez girilmez” diyen Herakleitos’u önemle anan devrimciler, geçmişi “aynen tekrar” etmezler. Bunu bugün biz Devrimci Yol adına yapmıyoruz. Benzer şekilde, bugün kimsenin Devrimci Sol’u aynen tekrar ettiğini de düşünmüyoruz. Tartışma ve hatta didişme bağlamında gündeme getirilen bu kavram ve yakıştırmaların bilimsellikten uzak ve mücadeleye hiçbir yararı olmayan içerikte (sığlıkta) olduğunu düşünüyoruz.
Benzer yazılarda sıklıkla geçen bu tür kavram ve yakıştırmaların anlaşılması için, yazının bütününe damgasını vuran mantalitenin ve böyle bir tarzı ihtiyaç haline getiren duruşun anlaşılması gerekiyor.
Dikkat edilirse devrimci yapıların pek çoğu hala, Indymedia gibi bir sahada varlık gösterebiliyor. “Bu ortam kirlidir, şaibelidir, provokatiftir” deyip çekilme tavrı konamıyor. Sorun kendini anlatmak ise, herkesin sitesi var. Ayrıca internet ortamı bu iş için zaten yeterince bol ve çeşitli olanaklar sunuyor. Buna rağmen Indymedia’ya olan rağbet, yarışa, rekabete olan rağbetten geliyor.
Gerçekte bilinir ki en kolay yazılan yazılar eleştiri yazılarıdır. Kişilerin kendilerine ait bir fikirlerinin olmadığı konularda bile, eleştiri getirebildiği; ama, bağımsız fikirleri sorulduğunda bocaladıkları, bilinen ve çokça rastlanan bir durumdur. Bu belki herhangi bir insanda rastlandığında normal karşılanabilir; ama devrimcilerin bu türden bir yarış-rekabet halinin esiri olması, normal değildir ve hepimizi ilgilendiren ciddi bir sorundur.
Arşivimiz incelendiğinde Yürüyüş ve önceli yapılara verilen yanıtların benzerliği dikkat çekecektir. Yanıtı verilen, yanıldıkları anlatılan ve bir daha gündeme getirmeyeceğine inanılan konuları, tekrar tekrar gündeme getirdiği görülecektir. Mutlak a bir “tekrar”dan söz edilecekse, tekrar budur; yani Yürüyüş çevresinin yanlışlığı da anlamsızlığı da ortaya çıkmış, defalarca yanıtlanmış, fiilen aşılmış ve daha da önemlisi bugün kavganın ihtiyacı olmayan tartışmaları gündeme getirme sıklığıdır.
SORU: Peki Yürüyüş çevresi buna neden ihtiyaç duyuyor?
YANIT: Bu turnusol niteliğinde bir sorudur. Biz daha önceki yazılarımızda da böyle bir duruşu ihtiyaç haline getiren nedenlere dikkat çektik; devrimcilerin buna ihtiyaç duymaması gerektiğinin altını çizdik ve yer yer dostlarımıza, buna neden ihtiyaç duyduklarını sorduk.
21. sayımızdan okuyoruz:
“Yürüyüş Dergisi, 53’ncü sayısında, ‘Devrimci Yol ve PKK, sol içi çatışmanın en büyük suçluları olmuşlardır’ diye yazıyor. Yürüyüş çevresinin bugünlerde yer yer saldırıya uğradığı doğrudur. Zaten bu konu, platformun gündemine de gelmiştir. PKK gençliğinin yaptığı iddiasıyla gündeme taşınan saldırılar ve çözüm yolları konusunda Devrimci Hareket, platformun bir üyesi olarak gerekli rolü almıştır. Buna rağmen ve bugün çok daha sıcak ilişkileri gerektiren bir hassasiyet hali ihtiyaç haline gelmişken, Yürüyüş’ün sürece olumsuz etkiler yapacağı çok açık olan bu türden yayınlar yapması; akla, ‘gelişmelerden grupsal yarar damıtmak’ gibi tehlikeli bir yönelimi getiriyor.
Yürüyüş, 53. sayısında yer alan ve gelişmeleri olumsuz yönde etkileyip, yapıcı değil yıkıcı rol oynayacağı bilinen değerlendirmelerinin, neyin ihtiyacı olduğunu açıklamalıdır.”
9. sayımızdan okuyoruz:
“1978’de yaşanan DS ayrılığı sonrasında da bu çevrenin, hedefine Devrimci Yol’u koyan benmerkezci yaklaşımlarına da defalarca muhatap olduk. Yayınladıkları şu kısacık yazıda o kadar çok yanlışlık var ki; insan, öncelikle solda hala bu tür olgular üzerinden hesap yapan, bu hesapları hedef kitlesine taşıyacağı olumlu motifler olarak gören yapıların bulunmasına; devrimci yapıların bu türden araçlara ihtiyaç duymasına üzülüyor .”
7. sayımızdan okuyoruz:
“Peki bu nedir, nasıl bir devrimci kültürdür ve hangi ihtiyaca bağlı olarak gündeme gelmektedir; diye sorulabilir. Gerçekte devrimci çalışma tarzı içinde böyle bir ihtiyaç yoktur. Ancak, tüm devrimci dostlarını rakip olarak gören ve kendini sürekli olarak bir yarış halinde hisseden; bu duruşunu feodal değerlerle besleyerek bir iç kültür haline getiren ve bu nedenle yaşamın her alanında dostlarına kapalı/mesafeli duran bir yapı için bir ihtiyaç olabiliyor.”
Görüldüğü gibi biz, söz konusu tarzın devrimciler için bir ihtiyaç olmaması gerektiğine dair sıkça vurgu yapmışız. Bu noktada, sınırlı bilgiye sahip genç beyinlerin kolay yoldan kazanılması olasılığı akla gelebilir.
Daha önce bu olasılığa da değinmiştik:
“Herkes bilmektedir ki hiçbir yapı, ‘Ekmek ve Adalet’çilerin yansıttığı denli hatasız, doğru, mükemmel, vs. olamaz. Böyle bir yansıtma şekline ihtiyaç duymak bile başlı başına bir zaafın ürünüdür. En masum ihtimalle, böyle bir dilin; en güçlü görünene meyletme eğilimi taşıyan, araştırmadan taraf olan genç beyinleri etkileyeceği hesaplanıyorsa; bilinmek durumundadır ki, bu saiklerle gerçekleşen kazanımların kayıplara dönüşmesi ve dolanın geri boşalması zaman almayacaktır/almamaktadır.”
Biz inanıyoruz ki büyük olan, doğru olan, güçlü olan; “ben büyüğüm, ben güçlüyüm, ben doğruyum ” deme ihtiyacı duymaz. Bu niteliklerinin karşılığını yaşamda yeterince alır; bunun verdiği doygunluk hali nedeniyle hoşgörü ve mütevazılık çıtası yüksek bir duruş sergiler. Bu nedenle, solda başarının ve dolayısıyla
doygunluğun artması oranında rekabetin, yarışın ve bir diğerini zayıf göstererek güçlü olma beklentisinin azalacağını; devrimcilerin bugün birbirlerine karşı harcadıkları enerjiyi giderek sisteme karşı yönelteceklerini düşünüyoruz.
SORU: Bir çeşit “didişme” olarak değerlendirdiğiniz ve mücadelenin ihtiyacı olarak görmediğiniz Yürüyüş’teki çalışmaya değinirken neden Indymedia ile bir denklik kurma ihtiyacı duydunuz?
YANIT: “Denklik kurma” ifadesi biraz abartılı oldu. Devrimci dostlarımızın hiçbirinin yayın çalışmasını Indymedia ile aynı kefeye koymak doğru olmaz. Ama bugün Indymedia’nın gereksiz ve sağlıksız bir alan olduğu nasıl giderek ortaya çıkıyorsa; her yeni gün yeni kanıtlarla Indymedia’nın teşhirini arttırıyor, yani süreç bu konudaki iddialarımızı doğrular yönde gelişiyorsa; inanıyoruz ki, devrimci zeminde ayaklar yere erdiği ve ortak hareket refleksinin rekabeti ortadan kaldırdığı oranda, bugün “didişme” olarak tanımladığımız eleştirilerin, içeriğinden üslubuna kadar bir bütün halinde gereksizliği dostlarımızca da teslim edilecektir. Mevcut durum bize acı verse de acelemiz yok. Bunca tahribat ve erozyondan sonra bulanan ortamın, yaygınlaşan ölçeksizliğin aşılma sının zaman alacağını biliyoruz. Önemli olan, devrimciliğe yakışan bir kalitede durmak ve ona uygun değerlerde ısrar etmektir.
SORU: Yukarıda “aynen tekrar”ın bilimsel ve mümkün olmadığına değindiniz. Daha önce de Devrimci Sol ile DHKP-C arasında bile böyle bir doğrudan ilişkilenme/benzerlik olamayacağına vurgu yapmıştınız. Bununla neyi anlatmak istiyorsunuz?
YANIT: Burada asıl olarak, yanlış bir tartışma kültürüne bilimselliğin kurban edildiğini anlatmak istedik. Kızıldere’de THKP-C’nin önder kadrolarının katledilmesi sonrasında solda yaşanan arayışta dikkat çeken boyutlardan biri de THKP-C’nin teorik ve pratik mirası ile ilişkilenme oranı idi. THKP-C’nin devamı olma iddiası taşıyan yapılar arasında, bu devamlılığın nasıl olacağına dair bir tartışma vardı. Yıllarca süren bu tartışma bugüne dek uzandı. “Kalınan yerden devam” kararı alan sol kendiliğindenci duruşa sahip yapıları bir kenara bırakacak olursak, bu konuda özellikle 1978’deki Devrimci Sol ayrılığı sonrasında bir tartışma yoğunluğu yaşandı.
Bu tür ayrılıkların ortak özelliğidir; ayrılık önce öznel nedenlerle gerçekleşir, teorik nedenler sonradan ve süreç içinde oluşturulur. Ayrılığın özellikle ilk dönemlerinde ortak bilinen değerler için inkar, vb yakıştırmalar en çok başvurulan tarzdır. Devrimci Sol da bunu yapmıştır. Devrimci Yol’un teorik veya pratik hemen her adımında “THKP-C’yi inkar” bulgusuna rastlamış(!), THKP-C ile taşınması gereken bağı adeta mistik bir ilişkilenme noktasına taşımıştır. O gün için ayrılığa meşru gerekçe oluşturma ve fark koyma ihtiyacı sebebiyle bir nebze anlaşılır olan bu çabanın bugün için mantıklı veya anlaşılır hiçbir yanı yoktur. Ve hatta Devrimci Yol karşıtlığına dair ezberlenmiş olan kalıpların, süreç içinde ve gerçekler karşısında düştüğü duruma bakılmaksızın tekrar edildiğini düşünüyoruz. Örneğin, Devrimci Yol’un Direniş Komiteleri sebebiyle suni dengeyi ve dolayısıyla THKP-C’yi inkar ettiğini söyleyen Devrimci Sol’un yıllar sonra halk meclisleri, vb adlar altında direniş komitelerinin işlevine benzer işlevlerle donanmış yapılar oluşturarak bir çeşit fiili özeleştiri vermiş olmasına rağmen, ilerleyen yıllarda bir başka bağlamda aynı eleştiriyi tekrar ettiğini gördük. İşte bu tür yakıştırmaların ayrılık sürecinin duygusallığı ile kurulmuş zorlama denklemlere dayandığının kabul edilip terkedilmesi yerine bugün tekrar edilmesi, devrimcilerin duruşundaki subjektivizm oranını eleveriyor ve bu oran bizi kaygılandırıyor.
Biz zaten geçmiş ile gün arasındaki ilişkiyi hiçbir zaman Yürüyüş’ün ölçü aldığı türden “doğrudan bir ilişkilenme” olarak görmedik.
“Devrimci Gençlik dergisiyle beraber, okullardaki faşist işgaller ve onlara karşı direnişler gündeme getirildi. Farklı yerlerde oluşan, faşizme karşı direniş mücadeleleri dergide yer alan yazılarda vurgulandı. Artık THKP-C’nin anti-emperyalist temelde dar kadro örgütlenmesini sürdürdüğü mücadele döneminden farklı bir döneme gelinmişti. Süreç, anti-faşist mücadele temelinde ve daha geniş kitlelerin katılacağı bir zeminde gelişiyordu. Devrimcilerin, içinde yaşanılan somut koşulların dayattığı somut görevlerin çözümüne yönelik bir mücadele çizgisi izlemesi gerektiğine dair tartışmalar o dönemde yapıldı. Aslında bildik/ klasik gibi görünebilecek olan bu tartışma, temel önemde bir soruna işaret ediyor ve solun bugünkü durumuna bakıldığında -sanıldığının aksine- söz konusu sorunun hala aşılamadığı görülüyor. Marksist öğretiyi yaşama uygulama ve güne dair politika üretme konusunda solun bugün halen beklenen verimi ortaya koyamadığı biliniyor. Bu nedenle o günkü tartışma, temel bir öneme sahipti.
Örneğin bizler, THKP-C döneminde mücadelenin anti-emperyalist temelde geliştiğini söylerken neyi kastediyoruz; süreç ne tür farklılıklar taşıyordu; bunlara dikkat edilip, sonraki süreçle kıyaslamadan, ezberin politikasını yaparak mücadelede kalıcılaşmak ve etkili bir siyasal özne olmak olası değildir. Aslında THKP-C düşüncesi de içinde biçimlendiği dönemin izlerini taşır ve bu doğaldır. Zaten bunun kavranmaması, THKP-C’nin de kavranamamış olması demektir.
THKP-C’li yıllar; Vietnam Savaşı’nın da etkisiyle anti-emperyalist dalganın boyutlandığı ve ulusal kurtuluş hareketlerinin geliştiği yıllardı. Öyle ki, örneğin Fransa’da Komünist Partisi milyonlarca işçiyi örgütlemiş, Paris’te yüzbinlerce kişi ‘Kahrolsun Amerika’ diye gösteri yapıyor; insanlar, Lyon kentinden ve değişik şehirlerden başlayan işçi yürüyüşlerinin Paris’teki eylemlerle bütünleşip bütünleşmeyeceğinden; devrim olasılığından söz ediyordu. Bu koşullarda anti-emperyalist temeldeki tavır alış kaçınılmazdı; ama, 70’li yıllarla beraber, özellikle sol yapıların dağılması sonrasında, egemen güçler, yukarıdan aşağıya toplumu teslim almaya yönelik bir iç savaş stratejisi uygulamıştır. Karşıdevrimin strateji değişikliği anlamına gelen bu iç savaş tercihi, bizleri de bir karşı tavır alışa zorladı. İşte o süreçte bu değişimi ve ona karşı geliştirdiğimiz mücadele ve örgütlenmeleri anlamayanlar; bu kavrayış sorununun handikaplarını bugün hala taşıyorlar.” (Devrimci Hareket, S:9)
THKP-C de incelendiğinde görülecektir ki, süreci tahlil ederek politika geliştirmiş, bir yerlerden devralınan ve değişmeyen bir çizgiye sahip olmak gibi bir tarz içinde olmamıştır. Bu bağlamda THKP-C’nin devamı olmak onun yaptıklarının fotokopisini çekerek uygulamak değil, onu mevcut koşullarda yeniden üretmektir.
Anımsanacak olursa, THKP-C değerlendirmesi içinde özellikle öne çıkan yan, “volan kayışlarının” kopukluğu, yani örgüt ile kitle arasında ara örgütlenmelerin eksikliği idi. İşte bu eksikliği gidermek üzere geliştirilen direniş komiteleri, THKP-C’nin reddi değil tamamlayıcısıdır. Başka türlü davranmak; yani THKP-C’yi, geliştirilmeye ihtiyacı olmayan, eksiksiz ve ancak tekrarı yapılabilecek bir yapı olarak görmek; diyalektik bir ilişkilenme içinde bakıldığında, gerçekte THKP-C’yi anlamamak ve sonuçta reddetmektir.
Sonuçta Devrimci Sol ile ardılı yapılar arasında giderek ne tür ve hangi boyutta bir açının oluştuğunu görebilmek, dünü anımsamayı ve bugünle objektif biçimde kıyaslayabilmeyi gerektiriyor. Bugünkü yapılanmada dünü anımsama koşulu (yaş, vb nedenlerle) olan kadro sayısındaki sınırlılık, öznellikle ve gerçekliğini görmek istememe refleksiyle birleşince böyle bir kıyaslamanın yapılabilme olasılığı da büyük oranda ortadan kalkıyor. Ve dost yapılarca yöneltilen eleştiriler ne denli özenli yapılırsa yapılsın “maksatlı”, “yıpratma amaçlı”, vb olarak değerlendirilebiliyor.
Sorunuza dönersek, biz Devrimci Sol ile DHKP-C arasında biçimselliği aşan, niteliğe dair bir farkın dahi olduğunu ve iki süreci yakından gözleme fırsatı bulmuş olanlarca bu farkın görülmesinin hiç de güç olmadığını düşünüyoruz. Ama bunu uzun uzun yazı konusu yapmanın ihtiyaç olmadığı kanaatindeyiz.
SORU: Devrimci Yol’un THKP-C’yi reddine dair geliştirilen eleştirilerden biri de PASS’ı örgütlemediği ve dolayısıyla silahlı propaganda vermediği üzerineydi; bugün de gündeme getirilen bu eleştiri için ne diyorsunuz?
YANIT: THKP-C’nin kaba yorumuna en çok bu noktada rastlandığını söyleyebiliriz. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi’nin kısaltması olan PASS, Halk Savaşı stratejisidir. Öncü savaşı, bunun ilk evresinde, silahlı propagandanın temel alındığı bir aşamadır. Bunlar çok genel bilgilerdir.
THKP-C’nin temel tezleri içinde yer alan bir diğer genel bilgi de silahlı propaganda vermenin veya halk savaşını başlatmanın bir parti örgütlülüğünü gerektirdiğidir. Bu, adeta THKP-C alfabesi içinde yer alan bir bilgidir. Biz, ortaya çıkışından beri, 28 yıldır Devrimci Sol ve ardılı yapılar bu konuyu her gündeme getirdiklerinde, yani “siz neden silahlı propaganda vermiyorsunuz; PASS’ı örgütlemiyorsunuz” dediklerinde onlara bu genel doğruyu hatırlattık. Mayıs 2003’te bu bağlamda bir uyarıda bulunmuştuk.
“‘Savaşçı partinin yaratılması temel sorundur’ diye yazıldığı halde; öncü savaşının, partinin yaratılmasının sözü bile edilmediği iddiasına gelince; bilindiği gibi, Devrimci Yol süreci, ‘partileşme süreci’ olarak tanımlamıştı. 1980’e gelindiğinde ortaya çıkan yapı; bugün kendine partiyim diyen pek çok yapıdan daha nitelikli bir seviyedeydi. Ve bugün hala Devrimci Yol’un o süreçte ürettiği örgüt modeli, norm ve araçlar, çeşitli yapılarca ölçü alınıyor (yani aşılamadı).
Aslında, ‘oldu-olmadı’ biçimindeki bu tür tartışmalar bize pek sıcak gelmiyor, ama madem konuya girdik, şunu söyleyelim; 1980’de Devrimci Yol, Devrimci Savaş Birlikleri’ni dostlar alışverişte görsün diye mi kurdu? Bu, hem parti hem savaş iddiasının en somut ifadesi değil midir? Peki, Devrimci Sol; 1978’den ’80’e dek neden partileşmedi? Neden, 1994’ü bekledi? Organlarının en nitelikli olduğu an 1994 müydü gerçekten? Ayrıca, THKP-C geleneğinde en bildik niteliklerden biridir; Öncü savaşı, partili dönemle beraber başlar; parti olmayan Devrimci Yol’un öncü savaşının sözünü bile etmediğini söyleyen arkadaşlarımıza soruyoruz; parti olan ve öncü savaşından söz eden DHKP-C, öncü savaşı veriyor da biz mi duymuyoruz acaba?“
(Devrimci Hareket, S.9, abç)
Son olarak bu konuya Devrim Yayınları’ndan çıkan kitap sebebiyle değinen Yürüyüş, “Biz örgütlenelim diyorduk. PASS’yi örgütleyelim diyorduk” ifadesinde de görüldüğü gibi 1978’de, yani henüz bir gençlik örgütlenmesinden bir hareket örgütlenmesine geçiş sürecinde olan bir yapıya PASS’ı örgütlemeyi önerdiğini, bir övünme haliyle söylüyor.
SORU: Bu noktada belki “Bugün THKP-C li olmak neyi gerektiriyor?” sorusuyla devam etmek gerekiyor.
YANIT: Evet konu bu boyutta ele alındığında salt PASS açısından değil, bir bütün halinde düşülen yanlışlığı irdelemiş oluruz. Eğer devrimciler 30 yıl sonra bugün THKP-C’yi yeniden tartışacaksa bu, söz konusu duruşu/perspektifi güne izdüşürebilmeyi de amaçlamalıdır.
Öncelikle bilinmek durumundadır ki THKP-C, birkaç teorik tespitten ibaret bir olgu değil, politik bir yapıdır. Yani bugün yeni sömürge, halk savaşı, öncü savaşı gibi kavramları ard arda sıralamak kimseyi THKP-C’li veya “Mahirci” yapmıyor.
Dikkat edilirse, 1968-70’lerdeki süreç, bütün dünya genelinde yeni sömürgecilik ilişkilerinin yukarıdan aşağıya hızla örgütlenmeye çalışıldığı, emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmeye başladığı bir süreçti. İşte o günün kurtuluş savaşları, demokratik devrim mücadeleleri böyle bir sürecin tanımladığı çelişme ve dinamikler üzerinde yükseldi. Bu gelişmeler paralelinde ülkemizde de, yukarıda belirttiğimiz gibi önce hareketin özünü anti-emperyalizm oluşturmuş, daha sonra egemen sınıfların iç savaşı tercih edecek tarzda sivil faşist hareketi alabildiğine güçlendirmeleri ve devrimci hareketin gelişimini kesmeyi amaçlayan bir set olarak düşünüp beslemeleri sonucunda, mücadelenin anti-emperyalist özü yerini ağırlıkla anti-faşist öze bırakmıştır. İçinde bulunduğumuz süreci bu açıdan değerlendirecek olursak, MHP’nin varlığına ve yer yer gündeme gelen linç olaylarına rağmen, devrimci mücadelenin gelişiminin önüne sivil faşist hareketin dikilmesi gibi bir sürecin yaşandığını söyleyemeyiz. Belki bunda sınıflar mücadelesinin bugün için çok geri düzeylerde seyrediyor olmasının da etkisi vardır. Ayrıca egemen sınıflar açısından, aynı ihtiyacı daha uygun biçimde karşılayacak farklı araçların geliştirildiğini, özellikle de eski Sovyet cumhuriyetlerinde yaşanan çözülme sonrasında, mevcut dengeleri de haritaları da değiştirecek boyutta saldırıların emperyalistler tarafından örgütlendiğini görüyoruz. Bu saldırıdan diğer ülkeler gibi Türkiye de muaf değildir. Bunun yanında AB bağlamlı dayatma ve gelişmeleri de dikkate alarak; emperyalist kurumlaşma ve saldırılara karşı direnci büyütme anlamında anti-emperyalist mücadelenin gündemde önemli bir yer tutacağını söyleyebiliriz.
Tabii bugün mücadelenin hangi yönü ağırlık kazanmış olursa olsun, 30-35 yıl öncesiyle denklik kurmak veya benzerlikleri daraltıp özelleştirmek pek doğru olmaz. Amacımız THKP-C’nin içinde bulunduğu süreci nasıl değerlendirip müdahale ettiğinin yöntemine dikkat çekmek ve bugün
böyle bir yöntemin gereklerini somutlamaktır. Ayrıca bugün süreç bağrında önemli bir riski/tuzağı taşıyarak gelişiyor. Anti-emperyalist mücadele ihtiyacı, yanlış algılama ve yönlendirmeler sonucu, ulusalcı söylemi büyütmekte, sol söylemli kimi yapılardan ırkçı-faşist yapılara kadar geniş çaplı bir buluşma/ortaklaşma yaşanabilmektedir. Türkiye’de Kemalizm’in aşılamayan etkisi sebebiyle zaten her dönem benzer eğilimler yaşanmış, ordunun müdahalelerine yedeklenmek dahil, çeşitli biçimlerde yanlış duruş sergilemenin sebebi olmuştur. İşte bu noktada devrimcilere, ikili bir görev düşüyor. Bir taraftan, küresel boyutlar alan emperyalist saldırganlık karşısında bağımsızlığı, antiemperyalizmi geliştirmek; diğer taraftan, halkın büyük bir kesimini içine alma potansiyeli taşıyan bu yöndeki mücadele ve örgütlülüklerin “ulusalcı sol”un/milliyetçiliğin kulvarına sokularak sistemin temellerini güçlendirecek kanallara akıtılmasını önlemektir. Bugün THKP-C’li olmanın gereklerinden biri de budur.
SORU: Halk savaşı, öncü savaşı, silahlı propaganda açısından bugün THKP-C’li olmanın gerekleri nelerdir?
YANIT: Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu kavramları ard arda sıralamanın başlı başına bir anlamı yoktur. Önemli olan, bu kavramların o gün için mücadelenin hangi ihtiyaçları bağlamında gündeme geldiği ve bugüne nasıl taşınacağıdır.
‘70’li yıllar, yeni sömürgeciliğin yukardan aşağı örgütlenmesinin henüz tam olarak başarılamadığı, emperyalist denetimin yeterince sağlanamadığı ve halk içersinde direnen mevzilerin bulunduğu yıllardı. Bu süreçte, kırsal alanda denetimin zayıf olmasına bağlı olarak devrimci mücadelenin oradan boy vererek yükselip kentleri kuşatacağı perspektifi, devrim stratejisinin özünü oluşturdu. Gerçi daha sonra gerek THKP-C pratiğinde gerekse Devrimci Yol tespitlerinde kır-kent bütünlüğü öne çıkarıldı. Bu, halk savaşı fikrinin reddi değil, koşulların dikkate alınmasıydı. İşte bugün bu koşulların üzerinden de 30-35 yıl geçti. Bu süreçte yeni sömürgecilik ilişkileri alabildiğine kurumlaştı. Kırsal kesimde emperyalizmin/egemen sınıfların denetimi hemen hemen tümüyle sağlandı. Ne kırda ne kentte denetim dışı kalmış hemen hiçbir bölge kalmadı; hatta kentlerin varoşları egemen sınıfların en zayıf oldukları noktalar haline geldi. Kırda bulundukları bölgelerde yaşama şansı kalmayan insanların kente göçmesi, kentlerde ise var olan ekonomik çöküşle birlikte giderek işsizleşen/yoksullaşan kesimlerin her an için sistemle bir biçimde karşı karşıya gelebilme gibi bir potansiyel taşıması ve bu kesimlerin yaşam alanlı olarak büyük oranda varoşlarda kümelenmesi, kentlerin varoşlarını neredeyse temel mücadele alanları haline getirdi.
İşte bu koşullarda THKP-C’li olmak, 1978’de PASS’ı örgütlemeyi savunduğunu anımsatmayı değil, örgütlenme ve mücadeleye dair bilinen biçimlerin (dolayısıyla da PASS’ın ) bugünün ihtiyaçları çerçevesinde yeniden üretimini gerektiriyor.
SORU: Dikkat edilirse solda bugün, “geçmişi tekrar” ile “geçmişi inkar” suçlamaları bir arada yürüyor. Daha doğrusu solda birbirini suçlamak için harcanan çaba, mücadele için harcanan çabayı aşmış durumda. Bildiğimiz kadarıyla Devrimci Yol, tekrarı da inkarı da fiilen aşmış ve solda, geçmişin birikimi ile an arasında diyalektik ilişkilenme kurmaya örnek teşkil etmiş bir harekettir. Ve yine bildiğimiz kadarıyla Devrimci Hareket, bu içeriğe dolayısıyla da THKP-C’nin siyaset tarzının Devrimci Yol’da nasıl yeniden üretilerek kalıcılaştırıldığına sıkça vurgu yapmıştır. Bu konuyla ilgili derginin geçmiş sayılarından anımsatmalar yapabilir misiniz?
YANIT: Bu konuda, 1997’de yaptığımız bir değerlendirmeden aktarma yapabiliriz.
“Devrimci Yol, hiçbir zaman işin kolayına kaçmadı. Önünde çeşitli pratikler, ülke deneyleri ve hazır devrim modelleri dururken ve herkes kimliğini burada ararken; o, tüm bu örnekleri dikkate almış; ancak, asıl olarak kendi ülke gerçekliğine dayanması gerektiği bilinciyle hareket etmiştir. THKP-C’nin oluşturduğu sistematik çok önemli katkılar sağlarken, hayatı kavramaya dair bir yöntem de kazandırıyordu. Yaşamın değişkenliğini kendi içerisinde kavrayan; tartışan ve tartıştıran bir tarzdı bu. Aynı zamanda temel ile tali olanı birbirinden ayırabilen ve kitabın içinden çıkıp, yaşamın içinde çözüm arayan bir tarzdı…
Devrimci Yol, salt farklı eğilimler tarafından değil, saflarında yer alan kimi kesimlerce de yeterince kavranamamış bir siyasal harekettir. Bugün için, bir tarih, tepeden tırnağa reddedilirken kalkan olarak ‘geçmişi tekrar etmemek’ gibi ‘komik’ bir gerekçe kullanılmaktadır.
Bir Devrimci Yolcunun en son düşeceği durum dogmatizmdir; bu anlamda, geçmişi tekrar etmez. Ancak, bu gerçeklik; kimseye, konjonktürel olanla yapısal olanı birbiriyle karıştırma hakkını vermez. Geçmişi tekrar etmeme gerekçesinin ardına sığınanların, kendine hangi koordinatlar arasında yer bulduğuna dair fazlaca yazıp çizmeye gerek görmüyoruz. Her şey gözler önünde cereyan etmektedir.
Devrimci Yol’u oluşturan teorik ana eksenler konusunda, ya bir cehalet veya sindirilmemiş bir birikim içerisinde olanlar hızla bir şaşkınlık haline geçerken, ‘ne olacak şimdi’nin ağırlığı altında ezilmiş ve değerlerini savunamaz duruma düşmüştür.
(…)
Öncelikle belirtmeliyiz ki, en geniş kitle çalışması içinde en dar kadro çalışmasını temel alan Devrimci Yol sistematiğinde; sınıf fetişizmine varan abartılara ve temel-tali ilişkisindeki mekanik kavrayışa hiçbir zaman itibar edilmedi. Ancak, düne oranla değişimler elbette ki dikkate alınacaktır. Örneğin Kemalizmin ‘dolaylı ihtiyatlar’ içerisinde yer alması bugün için söz konusu değildir. Aynı zamanda, köylerde yaşanan nüfus azalması, çelişmeleri zayıflatırken; aynı çelişmeleri daha keskin biçimde kentin kırlarına taşımıştır. Dünden farklı olarak ‘kentin kırları temeldir’ saptaması yaparken; çalışma tarzımız gereği, bir alanın fazlaca öne çıkarılmaması gerektiğinin de altını ısrarla çizmeliyiz.
Devrimini nasıl bir sınıfsal kombinasyon üzerinde başarıya ulaşacağını ve geçeceği muhtemel uğrakları, ana yönelimlerin ötesinde bugünden saptamak, ister istemez mekanik bir kavrayışa götürür. Sonal amacı başa koymak veya geçilecek olan aşamaları yok saymak; bugünün görevlerini ve sınıfsal duruşu saptarken, yaşamı eldeki kalıplara uydurmak gibi zorlama bir sonuca yöneltecektir.
(…)
Halk Savaşı stratejisi, Çin’den bu yana -öz itibariyle olmasa da- çeşitli evrimler geçirerek taşınmıştır. Şehir-kır diyalektik bütünlüğü ile ifadesini bulan birleşik devrimci savaş için yukarıdaki tanımlamalar bir engel oluşturmuyor. Uzun ve zorlu bir silahlı savaş olarak kavranması gereken Halk Savaşı için, ‘kırlardan şehirlere doğru’ bir zorunlu istikamet bugünün koşulları için şart değildir. Şehir ve kır gerillasının karşılıklı beslenme içerisinde olduğu, birleşik bir mücadele hattı, Halk Savaşı’nın özüyle çelişme arz etmediği gibi bugünün ihtiyaçlarına da denk düşmektedir.” (Devrimci hareket, S: 6, 1997)
Aslında Devrimci Yol’da ve Devrimci Hareket’te THKP-C’nin izlerini/devamını salt PASS gibi konularda değil, güne dair yeniden üretimlerde aramak gerekiyor. Ve zaten bugün solun en büyük eksiği bu alandadır. Ya 30-40 yıl önce yapılmış tespitler aynen tekrar edilmekte ya da değişim adı altında üzerine basılan toprak bütünüyle değiştirilmektedir. Devrimci Hareket’in, devrimci değerlerin tasfiyesinden Kürt Sorunu’na, küreselleşmeden tarımdaki gelişmelere kadar hemen her konuyu arka planı ile beraber değerlendiren ve alternatif geliştiren tarzı Devrimci Yol’da ve dolayısıyla da THKP-C’de rastlanan siyaset yapma tarzıdır. Devrimci Hareket’te bugün aranması (ve görülmesi) gereken nitelik budur. Ama yine de sorunuza bağlı olarak, suni denge konusunda dergiden kısa bir aktarma daha yapabiliriz.
“Suni dengenin kırılması çok karmaşık bir süreçtir. Bu sürecin herkesi, her sınıfı ve katmanı aynı zamanda ve aynı oranda etkilemesi düşünülemez. Benzer şekilde hangi faktörlerin, eylemlerin suni dengenin kırılmasında çok etkili olduğu/olacağı da bugünden belirlenemez. Mesela bu doğrultuda, Susurluk olayı ölçü alınabilir; yaratıcı bir
yaklaşımla yeni yöntemler geliştirilebilir. Örneğin, Susurluk’taki kamyonun yerine duyulacak bir silah sesi, en büyük propaganda olurdu. Suni dengenin yarattığı etkilerin aşılması için halk savaşı süresince mücadele edilmesi zorunludur. (Tersi halde suni denge kırıldığında karşı devrim saflarında savaşacak kimse kalmazdı.)
Eğer mesele, ‘suni denge kırıldığında tüm sorunlar çözülecek, kırılmadığında ise halk mutlak bir hareketsizlik içinde bulunacak’ biçimindeki kaba kavrayışlar içinde yapay zorlamalara sokulmazsa, anlaşılma güçlüğü çekilmeyecektir. Sonuçta bu, bir yeni sömürge ülke gerçekliğidir ve durağan bir olgu değildir. Bilindiği gibi CHE GUEVARA, Askeri Yazılar’ında ‘Bugün Latin Amerika’da, oligarşik diktayla halkın baskısı arasında bir kararsız denge durumu gözlenmektedir’ der.(s:163, abç.) Yani ne Mahir Çayan yoldaşımız ne de biz, bir şeyleri yoktan var etmedik. Varolan bir gerçekliğin adı konmaktadır. Devrimciler önlerini daha rahat görebilmek ve somuta uygun düşecek politikalar üretebilmek için; yaşadıkları coğrafyaya ait sosyal, siyasal ve iktisadi verilerin taşıdığı ‘kendine ait’ nitelikleri tanımalı ve değerlendirmelerinde dikkate almalıdır. Aksi takdirde ezberin politikasını yapar duruma düşülecektir.
Devrimci Yol geleneğinden söz edip, bu türden kavramları (suni denge, öncü savaşı, halk savaşı, vb.) bugün ihtiyaç duyulan siyasal perspektife taşıyamayanlar ve dolayısıyla bir ideolojik-politik hat oluşturamayıp bocalama süreci geçirenler gerçekte, geleneğin dışında farklı ve ‘orjinal şeyler’ söyleme merakına kurban gitmektedir. Örgütsüzlüğün örgütlendiği
zeminler, Devrimci Yolculuğun yaşatıldığı değil, tüketildiği zeminlerdir. Artık hayat, hiçbir olguyu salt kavramlarla yaşatma fırsatı vermiyor. Devrimciliğin toplum içinde bir çeşit kimlik edinme anlamında ucuz hesaplara alet edildiği dönem artık kendini ‘devrimcilik bedel ödemeyi göze almaktır’ gerçekliğine bırakıyor. Öz örgütlenmeden bir öcü gibi kaçıp salt cephesel örgütlenmenin önbiçimleri ile (sendika, halkevi, vb.) ile yetinenler, kimi kavramlardan dergi sayfalarında söz etmenin Devrimci Yolculuk için yetmediğini ya öğrenecek; ya da hayat, bunun bedelini daha ağır biçimde ödetecektir. İşte suni denge kavramı, bunlardan sadece biridir.” (De vrimci Hareket, S:1, Temmuz 2000)
SORU: Sorun biraz da Mahir Çayan’nın dünya devrim örneklerini adeta süzerek bir devrim stratejisi oluştururken başvurduğu yöntemin hala yeterince anlaşılamamış olması ile ilişkilendirilebilir mi?
YANIT: Evet, Kızıldere’nin yıldönümlerinde hazırlanan değerlendirme dosyalarında da görüldüğü gibi THKP-C’yi dogmatik tarzda savunanların da, onu aştığını söyleyenlerin de Mahir’in yöntemini yeterince kavradığını söyleyemeyiz. Mahir’in Kesintisiz’lerine konu olan bütünlükte pek çok ülke deneyiminin ve üretiminin yansıması vardı. Sovyetler’den Çin’e, Küba’dan Vietnam’a ve Kore’de gelişen savaşa kadar verilen tüm mücadeleleri ve yaşanan deneyimleri ele alıp, hangi koşulda hangi araç ve yöntemlerle nasıl bir devrim stratejisine varıldığını belirleyip bunların özgün ve evrensel olanlarını tanımlayıp bu birikimi Türkiye laboratuarında yeniden üreten Mahir Çayan, gerçekte Türkiye’nin Marksizmi’ni yazmıştır. Bugün Mahir Çayan’ı anlamak, bu yöntemini genelleştirerek hayata geçirmektir. Bu nedenle halk savaşından söz etmek veya partinin önder kadrolarının/savaşçılarının sürdüreceği bir öncü savaşı içerisinden mutlaka geçilmesi gerektiğini saptamak yeterli değildir. Devrimin ne kadar uzun olacağı, mücadelenin hangi evresinde kitleselleşmenin sağlanabileceği, hatta silahlı mücadelenin biçiminin ne olacağı, hangi hedefleri önüne koyacağı gibi pek çok soru, bugünün devrimcileri tarafından ihtiyaca uygun olarak yeniden yanıtlanmak durumundadır.
SORU: Yeni sömürgecilik ilişkisinin bugün aldığı biçime ve bu bağlam içinde devrimde sınıfların mevzilenmesine kısaca değinir misiniz?
YANIT: Emperyalizmin küresel çaptaki saldırısı, özellikle sistemle bütünleşmemiş pazar alanlarını da hedefine alarak sömürüyü yeni/ek araçlarla derinleştirerek boyutlandırması, yeni sömürgeciliğin dışında bir olgu değildir. Ancak, global saldırının ihtiyaçlarına bağlı olarak yeni sömürgeciliğin belirli oranlarda bir evrim geçirdiği söylenebilir. Bilindiği gibi emperyalist tekeller, üçüncü bunalım dönemine ilişkin gelişmelerle birlikte, işbirliği yapmış olduğu yerel gruplarla bütünleşerek emperyalist işgali bir biçimde gizleyebilmişti. Ancak global saldırı, emperyalist tekellerin daha önce işbirliği yapmış olduğu kesimleri belirli oranlarda tasfiye ederek, onlara giden paylara da el koyarak kendi sömürülerini arttırdıkları bir sürece denk düşüyor.
Emperyalist tekeller, artık sömürünün gizlenmesine de ihtiyaç duymadan, perakende ticaret dahil üretim sürecinin bütün evrelerinde yer alarak, yeni sömürge ülkelerin ekonomik yapılarını neredeyse bütünüyle ele geçirme noktasına geldi. Bu gelişme devrimde sınıfların mevzilenmesine etki eden sonuçları da beraberinde getirdi. Emperyalizmin yerel tekelleri dahi tasfiyeye girişmiş olması, emperyalizme karşı olan kesimlerin çapını büyütmüş, orta burjuvazinin ve hatta tekellerin bir kısmını antiemperyalist tavra doğru zorlar hale gelmiştir.
Tabii bu gelişmeler, ekonomik açıdan zorlanma hali yaşayan tekelleri birdenbire devrim cephesinin bir bileşeni haline getirmiyor. Ancak devrim yapmayı önüne bir amaç olarak koymuş her yapı, halk savaşı stratejisine bağlı olarak, kapitalizmin bugünkü gelişimine denk düşen bu türden özgün gelişmeleri mutlaka irdelemek durumundadır. Eğer halk savaşından soyut bir kavram olarak söz edilmiyor ve partili süreçte olunmasa dahi, bugüne denk düşen öngörü ve görevlere etki yapan bir devrim stratejisi olarak kavranıyorsa, 35 yıl öncesine uzanan içeriğindeki değişim de değerlendirilmeli; mevcut toplumsal şekillenmede, devrimde sınıfların mevzilenmesi, tercihleri, devrimci mücadeleye karşı tavır alışları dahil, tepeden tırnağa köklü bir sınıfsal analiz yapılmalıdır.
Kapitalist üretimin neredeyse her alanın içine girdiği, prekapitalist ilişkilerin çok sınırlı olarak, daha çok da kültürel üst yapıda siyasal boyutu da taşıyan bir biçimde varlığını sürdürdüğü, ama ekonomik bir varlık olarak tümüyle tasfiye olduğu bir dönemde, bu durumun ittifaklar konusuna yansımaması ve değerlendirme konusu yapılmaması düşünülemez. İşte bugüne ilişkin bu incelemeler yapılmadan, sadece kavram olarak halk savaşı stratejisini önermenin, PASS’ı savunmanın sınıflar mücadelesine kattığı özel bir değer/anlam yoktur. Bugün THKP-C’li olunacaksa, geçmişe ait her adım ve önerme, gündeme geldiği tarihsel koşullardan koparılmadan değerlendirilmeli ve bugünün koşulları da doğru okunarak, diyalektik ilişkilenme ıskalanmadan taşıma işlemi yapılmalıdır.
SORU: Eğitim amacı da güttüğümüz bu çalışmada demokratik devrimin dünden bugüne uğradığı içerik değişiminden de kısaca söz edebilir miyiz?
YANIT: Demokratik devrim kavramına dün verilen içerikle bugün demokratik halk devrimi kavramının içeriği önemli oranda değişmiş durumdadır. Anımsanacak olursa ilkin demokratik devrim, özünde bir köylü devrimi olarak tanımlanıyordu. Bu anlamda Çin devrimi bir örnektir ve halk savaşıyla beraber Marksizm’e katkı sağlamış önemli bir pratiktir. Demokratik devrimin Çin’de almış olduğu biçimle daha sonra Küba, Vietnam, vb pratiklerde almış olduğu biçim, önemli farklılıklar gösteriyordu. Mahir’in bu pratikleri de süzerek geliştirdiği bütünlüklü tanımda da 35 yıl sonra bugün, koşullara bire bir uymayan noktaların olması normaldir. Hatta bu noktaları bulup çıkarmak ve güne uygun tanımı geliştirmek de bugün THKP-C’li olmanın gereklerinden biridir.
Üzerinde durulması gereken en önemli noktalardan biri köylülükteki değişim olmalıdır. Emperyalist tekelerin yukarıdan aşağıya doğrudan müdahalesiyle tarım kesiminde önce küçük üretim yapan köylünün yaşama olanağı ortadan kaldırılmış, köyler boşaltılmış (topraksızlaştırma) sonra da yasaların desteğiyle ve çeşitli yöntem ve hileler eşliğinde tekellere egemenlik sağlayan süreç devreye sokulmuştur. Artık bu kesimde prekapitalist ilişkilerden
bahsetmek hemen hemen mümkün değildir. Demokratik devrimin bir köylü devrimi olması özelliği de tümüyle ortadan kalkmıştır. Ama hala sürecin bir demokratik devrim olması, yani bir sosyalist devrimin gündemde olmaması olgusu, ülkedeki siyasi iktidarın niteliğiyle ilintili bir sorundur. Çünkü şu anda demokrasi sorunu sadece sosyalist devrimi hedefleyecek olan işçi sınıfının sorunu değildir. Hiçbir demokratik yapının olmadığı, emperyalizmin globalleşme süreci ile birlikte bölgesel, yerel siyasi iktidarların manevra alanlarının iyice daraldığı, ülke ekonomilerinin bütünüyle emperyalist tekellerin denetimine girdiği bir dönemde artık orta burjuvazinin ve hatta bazı tekel gruplarının kendi taleplerini dillendirebilmesi tümüyle ortadan kalkmıştır. Bu nedenle, bu kesimlerin de temel taleplerinden birisi demokrasidir. İşte demokrasi talebinin bu kadar genişlemiş olduğu bir dönemde devrimcilerin kendilerini iyice daraltacakları bir sosyalist devrime hapsetmeleri çok büyük bir yanılgı olur. Ve salt bu nedenle de olsa, kapitalizmin gelişim düzeyine, toplumdaki işçi sınıfının nicelik ve nitelik olarak sayısına bakılmaksızın savunulması gereken devrimin niteliği mutlaka demokratik olmalıdır.
SORU: Daha önce bir yazınızda, demokratik devrimini yapmış kimi ülkelerde dahi koşulların tekrar bir devrimi ihtiyaç haline getirebileceğini söylemiştiniz. Konu demokratik devrime gelmişken, bu saptamanızı biraz daha açar mısınız?
YANIT: Geçmişte genel kabul gören bir doğru vardı. Buna göre burjuva demokratik devrimini yapmış ülkelerde işçi sınıfının nicel ve nitel olarak gelişmişliği ve sahip olunan hakların bedel ödenerek alınmış olması, diğer bir ifadeyle mücadele geleneğinin olması sebebiyle, söz konusu olan hakların genelde burjuva demokrasisinin gaspı mümkün değildi. Bunda, hak gaspı halinde işçi sınıfının karşısında bir tehdit olarak duran sosyalist seçeneğin varlığı da önemli bir etkendi. Hatta bu nedenle, gelişmiş kapitalist ülkelerde “sosyal devlet” denen, gerçekte devletin sosyal uygulamaları öne çıkarması olarak adlandırılabilecek süreç yaşandı. İşte artık geri dönüşün mümkün olmadığı varsayılan bu ülkelerde, mevcut sosyalizm örneklerinin büyük oranda dağılması ve kapitalizm karşısında somut bir tehdit gibi duran varlığının dönemsel de olsa ortadan kalkması sonrasında, küresel boyuttaki saldırıyla eşgüdüm halinde emperyalist tekeller ortaya çıkan konjonktürel durumu adeta bir rövanş alma fırsatı olarak değerlendirdi. Ve yıllardır hiçbir iktidarın dokunmaya cüret etmediği haklar tek tek hedefe konmaya, mevziler adım adım aşındırılmaya başladı. Örneğin işçi sınıfının kazanımını 1 Mayıs’la ilişkilendirip bayram olarak kutladığı 8 saatlik işgünü hakkı, AB uygulamalarıyla da beraber kolaylıkla aşılmaya başladı ve hatta pek çok ülkede bu süre çeşitli yöntemlerle 15 saate kadar çıkarılır oldu. Yaşama standartlarının her geçen gün gerileştiği, sendikaların işyerlerinde örgütlenmesinin hatta toplusözleşme hakkının bile elinden alındığı koşullarda artık dünyadaki en gelişmiş ülkedeki işçi ücretleri ile kapitalizmin en az geliştiği ülkedeki işçi ücretleri arasında giderek (bir denkleşme değilse de) bir yakınlaşma gözlenir oldu.
İşte konjonktürel avantajları kullanan ve kazanılmış hemen her hakkı hedefine koyan bu saldırı, burjuva demokratik devrimini yıllar önce yapmış olan ülkelerde bile var olan hakları korumak için, ya da kaybedilmiş hakları yeniden kazanmak için devrimci bir mücadeleyi ve hatta gerilemenin oranına bağlı olarak bir devrimi ihtiyaç haline getirebilir. Bu mücadelenin hangi biçimleri alacağını bugünden kestirmek mümkün değildir. Ama şu anda örneğin Almanya’da işçi sınıfının önemli bir kesimi hak gaspıyla karşı karşıyadır. Mesela Siemens çalışanları, çalışma hakkını elde edebilmek için uzun süredir grevdeler. İşveren, fabrikayı söküp Polonya’ya götürme tehdidiyle çalışanlara, ya tümünün ya da 1200 işçinin işten çıkarılması ikilemini dayatıyor. Bu durum tabii ki kapitalizmin baharını tarif etmiyor ve hatta daha önce de saptadığımız gibi küreselleşme gemisi su almaya başladı. Ama konu bağlamında söylersek, hak gaspı ve gericileşme yönünde ilerleyen süreç, dünya ölçeğinde demokrasi talebini sanılandan çok daha büyük çapta kitlelerin talebi haline getirmeye adaydır.
Sayı 23 (Kasım 2006 – Ocak 2007)