Türkiye’de ordu, başından beri sistemin asli unsurlarından ve iktidar bileşenlerinden biri olarak varlık göstermiş, bu durum, hükümetlerce değişmeyen bir nitelik olarak kalıcılaşmıştır. Hukukun gerçekte biçimsel olmaktan öte bir rolü olmayan kimi hükümlerinde siyaset dışı gibi gösterilse de ordu hiçbir zaman siyaset dışında kalmamış, gerektiğinde iç tüzüğe veya başka gerekçelere sığınmış, hizmet ettiği sermaye güçleri ihtiyaç duyduğunda ise, anayasayı da ihlal ederek darbe yapmıştır.
28 Şubat’ta ordu, öncekilerinden farklı olarak tekelci sermayenin ihtiyacı olan müdahaleyi silahsız gerçekleştirmiş, kimilerinin “postmodern darbe” olarak tanımladığı operasyonda “silahsız kuvvetler” adı altında kimi emek örgütlerini yedeklemiş, sonrasında da süreç, ordunun müdahaleciliğini meşrulaştıran yönde gelişmiştir. Bu süreçte, şeriat tehdidi, laikliğin korunması, bölücülüğe karşı mücadele, vb kavramlar öne çıkarılmış ve devamında da hemen her müdahalenin değişmez gerekçesi olmuş; ordu, hiçbir zaman siyasal yaşamın dışına çıkmamıştır.
Genelkurmay’ın 27 Nisan’da yaptığı müdahale de muhtıra, e-muhtıra, vb. olarak nitelenmiş; kimileri 12 Mart’a benzetmiş, kimileri de “ilerici” bulduğu için 12 Mart’tan farklı görmüş; sonuçta toplumun gündemine doğru-yanlış çeşitli biçimlerde oturmuştur.
Öncelikle belirtelim ki akılların çelmelenmesi, düşünce ve hareketin iktidar güçlerince yönlendirilmesi ve kitlelerin egemen politikalara yedeklenmesi açısından eşine az rastlanır bir dönemden geçiyoruz. Tabii kumandası egemenlerin elinde olan bu yanıltma ve yönlendirme makinesinin marifetleri geçici değildir ve devrimciler gelişmelere önderlik edemediği sürece bu alanda koyu tonda sonuçlar beklenmelidir.
Genelkurmay müdahalesi ve Cumhuriyet mitingleri sol dahil hemen her kesimin değerlendirme alanına girmiş görünüyor; ama ne yazık ki daha önce de çeşitli gelişmelerde olduğu gibi, işin görülebilen boyutu, inisiyatif sahiplerinin gösterdiği veya görülmesini istediği sınırların dışına çıkabilmiş değildir.
Laik-antilaik çelişmesi etrafında toplumun kutuplaştırıldığı ve sistemden çeşitli biçimlerde rahatsızlık duyan kesimlerin yaratılan “şeriat fobisi” üzerinden sistemin bir başka tercihine yedeklenmek istendiği biçimindeki değerlendirmelere çeşitli yer ve zamanlarda tanık oluyoruz. Ne var ki gelişmelerin bir yanına parmak basması anlamında doğru olan bu değerlendirme, son gelişmeleri açıklamaya yetmiyor. Ve hatta bu noktadan hareket edilerek yapılan değerlendirmeler, bazen ezberlenmiş argümanlarla süreci açıklamayı beraberinde getirmekte bazen de Genelkurmay’a olumluluk atfetme noktasına varabilmektedir.
Gelişmeleri, onlara yön veren çelişmelerden ve dolayısıyla sınıfsal perspektiften uzak, tekil olgular üzerinden veya bilinçli bir çarpıtmaya uğradığı burjuva basının ölçüleri üzerinden tanımlamak, değerlendirme sahibini niyetten bağımsız olarak estirilen rüzgara yedekler. Bugün solda bulunan pek çok yapıya, dergi, gazete, vb kaynağa rağmen insanlar Genelkurmay’ın müdahalesini, Cumhuriyet mitinglerini veya bugün içine girilmiş olan sürecin niteliğini doğru okuyamıyorsa, bunun ağırlıklı nedeni, solun/devrimci yapıların gündemi doğru değerlendirme konusunda genellikle yetersiz kalmasıdır.
İnternet ortamı dahil solda tarama yaptığımızda, süreci mevcut dinamikleri doğru okuyarak değerlendiren hemen hiçbir yazıya rastlamadık.
“Genelkurmay Başkanı’nın gerilimli Cumhurbaşkanı seçim sürecinin başlamasından önce yaptığı basın toplantısındaki konuşmasını, yüksek tepelerde şu veya bu şekilde bir uzlaşmanın sağlanmış olduğu şeklinde okumuştum. R.T. Erdoğan’ın sonraki konuşma ve tavırları da bu izlenimleri teyid eder nitelikteydi.
Gerçekten öyleydi de, anlatıldığı gibi, son gece Meclis Başkanı’nın ‘radikal İslami’ bir müdahalesiyle mi gelişmeler yön değiştirdi, yoksa biz de birileriyle birlikte yanılmış ya da yanıltılmış mıydık bilemiyorum; Meclis’te Cumhurbaşkanlığı seçim turlarının başladığı gün benim bu satırları yazmaya çalıştığım gece yarısı Genelkurmay sitesinde yayınlanan bildiriyle birlikte sonunun nereye varacağı kestirilmesi zor bir sürecin içine girildi.
Bu arada yeri gelmişken bir konuda daha yanıldığımı itiraf etmeliyim. Baştan bu yana Cumhurbaşkanlığı seçiminin AKP açısından sanıldığından daha kolay geçilebileceğini düşünüyordum. Akıl için yol birdir derler. Bugün mevcut kitle ve oy desteğinin üzerinde bir hakim pozisyon elde etmişken koşulları daha fazla zorlamadan işlerine bakacak bir yol bulmak hiç de zor değildi. Ama o noktada işe aklın değil (muhtemelen ABD, Avrupa ve ‘demokrasi cephesi’ arkamızda diyerek tarihi fırsatı kaçırmak istemeyen Meclis Başkanı B. Arınç’ın temsil ettiği bir fırsatçılığın baskın çıktığı anlaşılıyor.
Kuşkusuz bu hesabın tutup tutmadığını zaman gösterecek ama, bu şekilde filler tepişirken her zaman olduğu gibi kaybedenin emekçiler olacağından kimsenin kuşkusu olmayacak. Umarım, ‘Darbe de yok, şeriat da’ şeklindeki hâlâ korumakta direndiğim saptamam da aynı akibete uğramaz.” (O.Müftüoğlu, Birgün, 28 Nisan, abç)
Yukarıdaki ifadede altını çizdiğimiz bölümü inceleyelim; AKP’nin, koşulları daha fazla zorlamadan işine bakacak bir yol bulması hiç de zor değilmiş de şu akılsız Arınç işi karıştırmış!… Sorunların bu şekilde, emekliler kahvehanesinde rastlanabilecek türde kişiselleştirerek ele alınmasına son dönemlerde daha sık biçimde rastlar olduk. Bu, örgütsüzlüğün olduğu kadar Marksizm’den uzaklaşmanın da göstergesidir.
Halkevleri’nden aktarıyoruz.
“CHP’nin bu adaletsiz sistemi değiştirme taleplerine olumsuz yaklaşması ve halktan yana demokratik hiçbir çözüm önermemesi, AKP azınlık iktidarının istediği gibi kadrolaşmasına ve Amerikancı gericiliğinin elinin güçlenmesine neden olmuştur. Şeriatçı ya da faşist bir darbe yönündeki bu gidiş durdurulmalıdır.” (Halkevleri, 28 Nisan 2007)
Tehlike bu şekilde farklı yönden gelebilecek iki darbe olasılığı ile açıklandığında, darbe olarak nitelenemeyecek gerçek tehlikelerin görülmesinin önü alınmış, dikkatler bütünüyle darbeye (kaldı ki bugün böyle bir olasılık yok denecek kadar azdır.) çekilmiş oluyor. Aslında “Kahrolsun Cuntacılar Ve Şeriatçılar” ( Haklar Ve Özgürlükler Cephesi, 30 Nisan 2007) ifadesinde olduğu gibi sorunun taraflarını ve çatışmanın kaynağını din ile veya cuntacılıkla açıklamak da doğru değildir. Sorunun kaynağı/tarafları böyle okununca gelişmeler de yanlış okunmuş olur.
TKP‘den aktarıyoruz.
“Genelkurmay Başkanlığı, klişe kimi kavramlar kullanmak ve ortaya çıkan tehdidin kaynakları konusunda herhangi bir değerlendirme yapmamakla birlikte, hayali bir olguyla uğraşmamaktadır. Türkiye’de gericilik gerçek bir tehdittir. Amerikan gülü olarak adlandırdığımız bir gericinin cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması bu tehdidin boyutlarını göstermesi açısından önemsenmelidir.” (28 Nisan 2007)
Yazımızın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi bu değerlendirme, sorunu birilerinin göstermek istediği gibi cumhurbaşkanı adayının kimliği gibi gerçekte meselenin özünü gizleyen biçimsel olgularla açıklıyor.
İşçi-köylü Gazetesi’nden aktarıyoruz.
“Görünürde TSK ile sivil otorite arasında yaşanan ve ülke emekçi halkının, laik-şeriatçı ikilemine sokulmaya çalışılarak, özde ırkçı-faşizmle, dinci(ve ırkçı)-faşizm arasında, iki faşist eğilim arasında bir tercihe doğru zorlandığı çatışma, nihai olarak emperyalistlerin bölgesel çıkarlarına hizmet etmektedir ve ülke egemenlerinin emperyalistlere en iyi hizmeti verme yarışıdır.” (4-17 Mayıs 2007)
Burada da sistem içindeki her gelişmeyi “emperyalizme hizmet”le açıklayan bir ezberle karşı karşıyayız.
Bunun dışında kimi çevreler, gelişmeyi 12 Mart’a benzetti; genç subaylardan bir tepki olduğu ve bu tepkinin önünü almak için böyle radikal bir çıkışın tercih edildiği yorumunu yaptı. Bu da ezbere dayalı bir değerlendirmedir. Genelkurmay’ın bu süreç boyunca yaptığı açıklamalar bir bütünlük arzediyor. Yani yapılan, bir subay kesiminin Cumhurbaşkanı adayına tepkisinin önünü almak için bir açıklama değil; tersine, daha başlangıçta öne sürülen stratejinin bir parçasıdır.
Hatta Ordu belki uzun zamandır ilk defa ideolojik olarak bu denli bütünlük arzediyor. Genelkurmay başkanının AKP’ye yakın duruşu Ordu kademesinde iki başlılığa yol açmış gibiydi; kuvvet komutanları kimi konularda farklı konuşuyorlardı; ama şu anda ordu komuta kademesi de emekli subaylar da aynı perdeden konuşuyor.
HALKIN DA TARAF EDİLEREK KUTUPLAŞTIRILDIĞI GERİLMENİN KAYNAĞINDA
NE ŞERİAT NE DE CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ VARDIR YAŞANAN BİR SERMAYE ÇATIŞMASIDIR
Askeri müdahale, darbe, muhtıra gibi gelişmelerin anlaşılması, onlara yön veren ekonomi politiğin anlaşılması ile mümkündür. Aksi takdirde, burjuva iletişim araçlarının yanıltıcı göstergelerinin etkisi altında kalarak yön ve içerik belirlemek kaçınılmaz hale gelir. Türkiye’de bugüne dek yaşanan darbeler, sermaye birikiminin ve kapitalizmin belli bir gelişim seviyesinde, ülkedeki siyasal gelişmelere müdahalede karşılaşılan tıkanıklığı açmanın bir aracı olarak gündeme gelmiştir. 1960, ‘71′ ve ‘80’deki darbeler de, 28 Şubat da bu çerçevededir.
27 Nisan’da ordunun sürece müdahalesi bir çeşit muhtıra sayılsa da önceki müdahalelerden farklı sebeplere dayanmaktadır. Bilindiği gibi Türkiye’de kapitalizm, kendi iç dinamiği ile gelişmemiş de olsa, kendine has nitelikler taşıyarak biçimlenmiş, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ağırlıklı olmak üzere, Kemalist geleneğin yönlendirmesiyle, iç pazara yönelik bir süreç yaşanmıştır. Bu nedenle de ülkedeki sermaye kesimlerinin önü tıkandığında bu tıkanıklığı açmak üzere yapılan müdahaleler, aynı zamanda emperyalizmle girilmiş olan ilişkinin niteliğinde bir sıçramaya denk düşer. Diğer bir ifadeyle, her darbe, Türkiye’nin emperyalizmle bağını sıkılaştıran bir basamak işlevi görmüş, ilişkilerin niteliği daha üst boyutlara tırmanmıştır.
1980 sonrasında, dünyada emperyalizmin işbirlikçi iktidar deneyimlerinin ışığında düzenlenen sistemde Genelkurmay etkili bir özne olarak varlığını korurken, ilişkiler bir darbeyi, mümkün olduğunca, ihtiyaç haline getirmeyecek biçimde düzenlenmiş; kaba ve doğrudan şiddet yerine, inceltilmiş biçimler tercih edilmeye başlanmıştır. İşte bu düzenlemenin artık oturmuş olduğu ve Genelkurmay’ın siyasal hiçbir gelişmenin dışında sayılmadığı koşullarda, yüksek bir tonla gündeme gelen 27 Nisan müdahalesinin niteliğini anlamak için, Türkiye’de kapitalizmin durumuna, emperyalizmle girilen ilişkilerin niteliğine bakmak gerekiyor. Sermayenin küresel çaptaki sınırsız saldırısı ile birlikte, Türkiye’de belli ilişkilerle korunabilmiş olan iç pazarın tümüyle emperyalist tekellerin saldırısına maruz kaldığı ve yağmalandığı görülüyor.
Teknolojik ve sermaye yapısı nedeniyle zaten sorunlar yaşayan ve ancak dış destekle ayakta kalabilen Türkiye’deki burjuvazi, küresel sermayenin etki alanlarını arttırması oranında daralmış ve sonuçta AKP iktidarı ile birlikte, tümüyle mülkiyet yapısını değiştirecek bir saldırı ile karşı karşıya kalmıştır. Global sermayenin bu saldırısında ancak çok sınırlı bir kesim ayakta kalmayı başarabilmiştir. Uygulanan ekonomik modelle uyum sağlayarak teknolojisi ve sermaye bileşimiyle bu yapıya ay ak uyduran ve belirli oranlarda rekabet şansı yakalayabilen sınırlı sayıdaki tekel dışında tüm burjuva kesimler ya sermayesinin büyük bir kısmını yabancılara devretmek zorunda kalmış ya da mülkiyet tümüyle el değiştirmiştir. Bu süreçte, global sermayenin saldırısına öncelikle hedef olan kesim, iç pazardaki faiz oranlarının çok yüksek olması nedeniyle, en yüksek karlılığa sahip olan bankacılık sektörüdür. Böylece, Türkiye’deki bankaların büyük bir kısmı, ya tümüyle ya da sermaye çoğunluğu yabancı sermayenin eline geçecek şekilde el değiştirdi. Şu anda bankacılık sektörünün %60’ı yabancıların denetimine girmiş durumda. Bu alandaki saldırının bir ölçüde sonuna yaklaşıldığını söyleyebiliriz. Yabancı sermayenin bankacılık sektöründe daha yüksek oranlarda ortaya çıkması iç dengeleri de alt üst edeceği için tercih edilmiyor. Bu oran dünyada ancak birkaç ülkede %70’i aşmıştır.
Önümüzdeki süreçte global sermayenin Türkiye’ye yönelik saldırısının öncelikle, üretim araçları ve perakende ticaret alanında olması ve sonuçta üretim araçlarının (fabrikaların, işletmelerin) bütünüyle el değiştirmesi bekleniyor. Zaten işletmelerin büyük bir kısmı, şu ana kadar ayakta kalabilmek için, sermayesini ve teknolojisini büyük oranda yabancılara kaptırmış durumda. Ve bugün artık eşiği geçilen aşama, mülkiyetin ve pazarın tümüyle yitirilmesidir.
Son birkaç yıla kadar yabancı sermayenin temel ilgi alanının dışında kalmış olan perakende ticaret, artık %40’lar oranında büyük marketlerin ellerine geçmiş durumda. Önümüzdeki iki yıl içinde dünyadaki 80’e yakın büyük tekel grubunun bu alanda Türkiye’ye gireceği, yeni yatırımlarla perakende ticaretin çok büyük bir kısmının yabancı sermayeye geçeceği öngörülüyor. Bu, aynı zamanda Türkiye’de orta ve küçük burjuva kesimde, milyonları aşan sayıda insanın yoksullaşması, işsizler ordusuna katılması anlamına geliyor. Tabii sorun sadece orta ve küçük burjuvazi ile sınırlı değil; emperyalizmle girilen bu ilişkilerin niteliği sonucu, uluslararası düzeyde zorlaşan rekabet ve işgücünün çok daha düşük olduğu ülkelerde üretim yapan firmaların ayrıcalıklı konumu nedeniyle, Türkiye’de bir taraftan işgücünün maliyetinin çok daha aşağılara çekilmesi çabası gündeme gelmiş, diğer taraftan da mülkiyetin tümüyle (şu anda iç pazardaki payları dahil) yabancı sermayenin eline geçmesini hedefleyen bir politikayla/saldırıyla karşı karşıya kalınmıştır. Sadece ülkemizde değil, globalleşme sürecinin yaşandığı bütün ülkelerde gündemde olan bu saldırı, orta sermaye gibi pek çok tekel grubunu da hedefine almış durumdadır.
Bu süreçte, geçmişte yapılan darbelerle birlikte ayrıcalıklı konum kazanan ve askerle girmiş oldukları olumlu ilişkilerle hep ayakta kalmış olan, oligarşi kapsamındaki kesimlerden çok az bir kısmı AKP iktidarı ile birlikte ayrıcalıklı konumlarını sürdürebildi. Geleneksel oligarşinin kapsamında yer alan pek çok tekel grubu, ya tasfiye oldu ya da şu anda tasfiye olma tehdidiyle doğrudan doğruya karşı karşıyadır.
Bunlara, saldırının en sistematik ve en keskin biçimiyle muhatap edilen işçi, köylü, emekçi geniş halk yığınları da eklendiğinde, uluslararası sermayenin global saldırısının hedefindeki kapsamın ne denli geniş olduğu görülür.
Bir süredir, özellikle soldaki dağınıklık/örgütsüzlük nedeniyle emekçi kesimler arasında bir siyasal temsil sorunu yaşanıyor. Sisteme karşı tepki duyan çok geniş yığınlar, tepkilerini tırmandırabilecek, siyasal düzeye taşıyabilecek bir örgütlenmeden devrimci bir önderlikten yoksun durumdadır. Parlamento içinde yer alan muhalefet partilerinin de bu kesimleri yedekleyebilme şansını yakalayamadığı uzun bir dönemde, saldırı politikalarının uygulayıcısı AKP, sisteme karşı oluşan muhalefeti de bir biçimde yedekleyebildi. İşte bugün, Cumhuriyet mitingleri, Genelkurmay müdahalesi, vb ile dışavuran gelişmelerin özü; hızla mülksüzleştirme tehdidi altında bulunan orta ve küçük sermaye kesimleri ile bazı tekel grupları dahil burjuvazinin, geniş halk yığınlarının muhalefetini yedekleyerek siyasal arenada varlık göstermesidir. Burjuvazinin bu kesimi siyasal olarak kendini ifade etmede araç ararken, geleneksel ittifakı nedeniyle orduyla dirsek temasını sürdürüyor. Ancak, günümüzde artık ordunun daha önceki yıllarda olduğu gibi darbe türü bir müdahaleyle kendisine bel bağlayan burjuva katmanlarının taleplerini yerine getirmesi mümkün görünmüyor. Buna, AB süreci gibi emperyalizmin tercihleri de engel oluşturuyor. Kitlelerin hareketinin yönlendirilmesinde ve egemenlik oluşturmada askeri güç yerine medya, vb araçlar öne çıkmış durumda. Ayrıca, AKP iktidarının militan yapısı, tarikatlarla ve sermaye çevreleriyle girmiş olduğu ilişkiler, yukardan aşağı örgütlenmede devlet, polis içerisinde sağladığı ilişkiler, sayısı 300 bine yakın güvenlik örgütleri ve AKP’nin toplam kadrolaşması, hafife alınmaması gereken bir diğer engeldir. Tam da bu noktada, iktidarını askerle sağlama almak isteyen kesimlerin darbe dışında neler yapabileceği sorusu öne çıkıyor.
Bugüne kadar askerler siyasal iktidarın uygulamalarına, çeşitli biçimlerde müdahale etmeye çalıştı. Bu, hiçbir zaman eksik olmadı. Görünürde genellikle laiklik ön plana çıkarıldı. Hemen hiçbir anti-demokratik uygulama dikkate alınmazken; laiklik, demokratikliğin tek ölçüsüymüş gibi yansıtıldı. Demokratiklik tanımındaki bu daraltmaya Türkiye solunda bazı kesimlerin de ortaklık etmesi, askerlerin müdahalelerini bu konu üzerinden yapmasını kolaylaştırdı.
Genelkurmay’ın son 5-6 yıldır kendi içinde sürdürdüğü tartışmalar da dikkate alınırsa, askerin var olan siyasal sisteme müdahalesinin araçlarının daraldığı ve yeni araçlar yaratılması ihtiyacının gündeme geldiği görülür. Askerlerin son dönemlerdeki açıklamaları genellikle birilerini göreve çağırma noktasındaydı. Göreve çağrılan kesimler, parlamentodaki muhalefet partileri, devlet bürokrasisi içersindeki etkili kadrolar, Anayasa Mahkemesi, Yargı, vb kurumlardı. Ancak, bunların hemen hiçbirinden, AKP’nin kadrolaşmasının da etkisiyle, önemli bir direnç gelmedi. Ve AKP, politikalarını oldukça radikal bir tarzda hayata geçirmek için bugüne kadar elinden geleni yaptı. Süreç bu şekilde ilerlerken farklı bir oluşum kendini göstermeye başladı.
Bilindiği gibi ordu, bugüne kadar MHP ile yakın bir diyalog/ilişkilenme içindeydi. Türkiye’de ordunun temel çimentosunun milliyetçilik olması bu yakınlaşmanın önemli gerekçelerinden birini oluşturdu. 12 Eylül öncesinde MHP ile kontrgerillanın işbirliği bu yakınlaşmanın en özel halkalarındandı. Ancak son yıllarda MHP’nin geleneksel duruşunun ihtiyaca denk düşmemesi dahil çeşitli nedenlerle, arada, giderek büyüyen bir mesafenin oluştuğu görülüyor. Laikliği ön plana çıkararak sisteme müdahale eden ordu, hala Türk-İslam sentezi ideolojisi içinde bulunan,
İslami motifleri öne çıkran bir yapı ile işbirliği yerine, farklı bir tercihte bulundu. İşte çimentosunu yine milliyetçiliğin oluşturduğu ve anti-emperyalist tepkileri kendi potasına akıtabilen yeni bir siyasal oluşumu yaratma süreci bu şekilde başlatıldı. Türkiye’nin Asya’ya yönelmesi, bölgede geliştireceği bağımsız politikalarla kendi kimliğini bulması, vb motifler etrafında, hem Genelkurmay’ın iç tartışmalarında hem de entelektüel aydın çevrelerde böyle bir ideolojik alt yapı oluşturuldu. Bundan sonra geriye bunun kitleselleştirilmesi kalıyordu. Bu çerçevede, yukarıdan aşağı, faşist hareketin kitleselleşmesi gibi kitle tabanı oluşturma mücadelesi başlatıldı.
Gazetelerden, dergi ve televizyona; ADD gibi derneklerden emekli generallere ve İP gibi yapılara kadar pek çok araç üzerinden, Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yaygınlaştırılan motif ve refleksler etrafında farklı kesimlerden bir örgütlenme yaratıldı. Harekete geçirilen insanlar homojen bir bileşim oluşturmasa da, geçmişte sola şu veya bu oranda yakın durmuş olanlar yoğunluktaydı. Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde, gerek 12 Eylül’le gerekse globalleşme ile ortaya çıkan sorunlarda solun alternatif politikalar üreterek halkla kucaklaşma işlevini yerine getirememiş olmasıyla ortaya çıkan boşluk bir anlamda istismar edildi. Böylece, kitlelerin demokratikleşme beklentilerini, emperyalist politikaların sonuçlarına karşı oluşan öfkeyi ve mücadele eğilimlerini anti-emperyalist sloganlarla kendi safına çekebilen yeni bir hareketin adım adım oluşturulma süreci başladı. 50-60 kişiyle bölge toplantıları yapıldı ve bu toplantılar giderek okullarda, kasabalarda, şehirlerde yaygınlaştırılarak belli bir olgunluğa ulaştı. İşte yaklaşık 4 yıllık süreçte örgütlenen bu kesimler, mitinglerdeki kitleselliğin gerçek kaynağıdır. Bu süreçte laiklik savunusu, şeriat tehlikesine vurgu gibi cumhurbaşkanlığı seçimi de birleştirici ve tetikleyici bir öğe olarak kullanıldı. Genelkurmay’ın 27 Nisan müdahalesi de bu çerçevededir. Yoksa, Cumhurbaşkanı adayının niteliği, sorunun kaynağı olarak görülürse, ormanın yerine sadece ağaca bakılmış ve gerilmenin nasıl bir seyir izleyebileceğini görebilme olasılığı da ıskalanmış olur.
Bugün sokakta milyonlarla kendini ifade eden iradenin tepkisi, emperyalizme değil, emperyalizmle ilişkilenme biçiminedir. Mevcut parlamentoyla bu sorunun aşılamayacağına inanıldığı için, farklı bir örgütlenmeye gidilmiş ve süreç giderek kendi araçlarını yaratmıştır. Yaklaşık 4 yıldır devam eden bu sürecin belli bir olgunluğa ulaştığını görüyoruz. Artık Anadolu’nun hemen her yerinde, en ufak kasabasına varıncaya kadar örgütlü bir ilişkiden söz edilebilir. Sürecin bir diğer niteliği de öncelikle gençliği ve giderek harekete geçirebildiği herkesi bir milis örgütlenmesini çağrıştıracak şekilde motive ederek işlevlendirmesidir. 400’e yakın demokratik kitle örgütünün destek verdiği Ankara’daki 14 Nisan mitinginde sürecin dışında kalmaya özen gösteren TMMOB, TTB, DİSK, vb yapıların da giderek yedeklendiği görülüyor.
Aşağıdan yukarı gelişen bir halk hareketiymiş gibi yansıtılan ve sanki emekçilerin de sorunlarını çözecek bir gelişme olarak algılanması istenen hareketin, meydanlarda Tuncay Özkan, vb kimliklerin ağzından dillendirdiği parti ortaklaşmaları, gerçekte sadece seçime dayalı ittifak önerileridir. Ancak, bu kapsamda atılan adımlar, AKP’nin meclisteki ağırlığına son vermeyi amaçlayan, kısa vadeli bir çıkar örtüşmesi olarak görülmelidir. Hatta böyle bir gelişme, söz konusu hareket için sadece geçici bir basamak sayılacak ve büyük olasılıkla, kendilerini doğrudan ifade eden, daha uzun soluklu programları uygulamak üzere yeni bir oluşum için çaba/mücadele sürecektir. Bu, mevcut bir partiyi ele geçirmek biçiminde olabileceği gibi yeni bir parti olarak da tasarlanabilir. Burada görülmesi gereken en temel nokta, yönelimin basit bir hükümet değişikliği ile sınırlı olmadığı; kapitalizm içinde de olsa, farklı bir düzenlemeyi amaçladığı ve bu konuda gerekli araçları da yaratarak kararlı adımlar attığıdır. Ancak gösterilere katılımın boyutuna ve öne çıkarılan demokratik söyleme rağmen, demokratikleşmeyi laiklikten ibaret gören ve anti-emperyalizmi slogan düzeyinde kullanan, iş yaşamından Kürt sorununa kadar hiçbir konuda en ufak bir demokratik açılım vaat etmeyen bir siyasal kimlikle karşı karşıya olunduğu bir an olsun akıldan çıkarılmamalıdır.
Aslında bu tür gelişmelerin niteliğini ve yönelim olasılıklarını doğru okuyabilmenin gereklerinden biri de sistemin etkili özneleri arasındaki ilişki ve çelişmelerin hangilerinin rutin hangilerinin olağandışı olduğunu saptayabilmektir. Değişen ilişki ve dengeler doğru değerlendirilemediğinde alışılmışın dışında her hareket ezberi bozar ve yanılgıya sebep olur. Örneğin, burjuvazinin egemen güç olması, burjuvazi ile devletin politika üretme mekanizmaları arasında her zaman için bir özdeşlik olacağı anlamına gelmez. Çünkü burjuvazi genellikle yakın dönemdeki çıkarlarını düşünür. Ama devletin etkili ve yetkili kurumları, politika üretme merkezleri daha uzun perspektifler için politika üretebilirler. Bu nedenle, aralarında belirli bir açı farklılığının olması normaldir. Örneğin, Genelkurmay’ın 50 yıl sonrasını hedefleyen planları var. Bu nedenle günlük politika yapan bir siyasi iktidar ile 50 yıl sonrasını planlayan bir askeri kesim arasında açı farklılığının olmaması mümkün değildir. Bugün AKP, emperyalizmin ve işbirliği yaptığı tekelci burjuvazinin günlük taleplerine cevap verebilecek politikaları ön plana çıkarıyor. Açı farklarından birisi de buradan kaynaklanıyor. Ama bu açı farklılığı Genelkurmay’ın anti-emperyalist olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü anti-emperyalizm farklı bir sanayileşme ve mülkiyet modelini gerektirir. Diğer bir ifadeyle, anti-emperyalizm, anti-kapitalizmi gerektirir. Bu ortaya konmadan, anti-emperyalizm çok soyut kalıyor ve sadece kitleyi bu slogan etrafında toplamaya yarayan bir araç olarak kullanılıyor.
SÜRECİN BUNDAN SONRAKİ GELİŞİM EĞRİSİNİ
TARAFLAR ARASINDAKİ MÜCADELENİN ŞİDDETİ BELİRLEYECEKTİR
Aslında süreç yaklaşık dört yıllık bir hazırlığa dayanıyor ise de bir yanıyla yeni başlamış da sayılır. Sokağın ve karşıt gelişmelerin ortaya koyduğu sonuçlar yeni hamleleri ve farklı taktikleri ihtiyaç haline getirebilir. Bu hareket demokratik olmadığı gibi, gerilimi tercih eden bir duruşa da sahip. Hatta bu nedenle, demokrat kimliği ile bilinen bir kişinin cumhurbaşkanı seçilmemiş olmasını ve sürecin gerilimi düşüren yönde gelişmemesini tercih ettiklerini düşünüyoruz.
Yüksek tansiyon, kitleleri ajite etmede ve yönlendirmede tercih ettikleri bir durumdur. Benzer şekilde aleyhlerine işleyebileceğini sezdikleri bir görüntüyü hızla geri çeken taktiklere de başvuruyorlar. Örneğin Ankara mitinginde generallerin öne çıkmasının yaratacağı olumsuz imajı silmek için İstanbul’da “Ne şeriat ne darbe, demokratik Türkiye” sloganı devreye sokuldu.
Önüne, iktidarı ele geçirmeyi ve ihtiyaç duyulan düzenlemeleri yapmayı koymuş olan bu hareketin tabii ki tercihi, seçimlerle, çatışmasız biçimde yol almaktır. Ne var ki ok yaydan çıkmış durumda ve iki tarafın da kozları küçümsenmeyecek boyutlardadır. Askerin bu süreçte taraf olması, darbe olabileceği anlamına gelmiyor. Artık yukarıda da belirttiğimiz gibi darbe tercihi de başarı olasılığı da çeşitli içsel ve dışsal sebeplerle zayıf görünüyor. Yani darbeden değil de darbe tehdidi ve istismarından söz edebiliriz.
Büyük Ortadoğu Projesi’nde ortaya çıkan gelişmeleri milliyetçilik potasına akıtabilmeyi başaran bu hareketin Kürt sorunu karşısındaki tutumu da benzer olacaktır. Sürecin istenen rotadan çıkmaması için yer yer demokratik görüntülere ihtiyaç duyulsa dahi bu, çap ve derinliği büyütülen milliyetçilik sebebiyle Kürt sorunu dışında daha genel konularda olacaktır.
BU SÜREÇTE DEVRİMCİLERE DÜŞEN GÖREVLER NELERDİR
Genelde globalleşmenin özelde AB sürecinin sonuçları sebebiyle bugün işçi, köylü, esnaf dahil halkın büyük bir kısmı gerilmiş bir yay konumundadır. Buna rağmen harekete geçmiyor, tepkisini siyasal arenaya yansıtamıyorsa, bunun nedeni sıkça belirttiğimiz gibi örgütlülük ve ö nderlik ihtiyacına cevap verecek olan devrimci bir yapılanmanın olmamasıdır.
Ne yazık ki Türkiye solu bir kez daha geç kaldı ve önemli dönemeçlerden birine daha halk, devr imci alternatiften yoksun giriyor. Bu süreç, hiçbir şey olmamış gibi devam edilebilecek bir süreç de değildir. Solun mevcut politikasızlıkla, üretimsizlikle veya günü kurtaran görüntülerle yol alma şansı kalmıyor. Çünkü bu hareket saman alevi gibi parlayıp sönecek bir hareket değil. Türkiye, tarihi boyunca 3 milyon insanı alanlarda görmedi. Üstelik demokratik öğelerden/içerikten alabildiğine yoksun bir hareketle karşı karşıyayız.
Onlar demokrat değiller; ama demokrasiyi, laikliği, anti-emperyalizmi ağızlarından düşürmüyor ve bu konuda sorunu/acısı olan halk kesimlerinin önemli bir kısmını yedekleyebilmiş durumdalar.
Bugün Türkiye’deki en temel sorun demokratikleşmedir. Türkiye solu bunların karşısına asgari düzeyde bir demokratikleşme programıyla çıkmalıdır. Demokratikleşmenin laiklikle özdeş olmadığı vurgulanmalı ve asgari koşullarının ne olduğu net olarak ortaya konmalıdır. Kimi durumlar vardır ki, an’ın önemi, kitlenin niteliği ve sorunlarla ilişkili konjonktürel beklentiler sebebiyle, program daha kısa vadeli ve daha görünür sorunlar üzerinden oluşturulur. İşte bugün, daha önce çeşitli yazılarımızda belirttiğimiz gibi sosyalizmin bazı öğelerini de içerecek tarzda kapsamı genişlemiş bir demokratik devrim programına değil, sürece cevap veren daha dar bir demokratik programa ihtiyaç vardır. Türkiye solu, acilen bu kesimlerin elinden demokrasi bayrağını almalı; anti-emperyalizmin anti-kapitalist olmaktan geçtiği ve emperyalizmle girilen ilişkilerin topyekün değiştirilmesi gerektiği vurgulamalı; Kürt sorununa demokratik çerçevede bir çözüm önermeli; laikliğin daraltıcı bir etki yaptığı anlatılarak, onun yerine farklı milliyetlerden ve farklı mezheplerden insanların inançlarını özgürce ortaya koyabilmesine imkan veren kapsamda, inanç özgürlüğünü de içeren bir demokratikleşme öne çıkarılmalıdır.
Baskı, şiddet ve yokluklar halkta insanca yaşam koşullarına olan özlemi büyütür. Bu çerçevede kazanım için inandırıcı duruş sergileyen çevreler çekim merkezi olur. Soruna bu bağlamda da baktığımızda, solun tek gündeminin Taksim olduğu, işçi konfederasyonlarıyla da devrimci yapılarla da ilişkinin ve nitelik tanımının salt bu kıstas üzerinden yürütüldüğü kısırdöngüyle malul bir konjonktürde, kitlelerin sermaye çevrelerinin çağrılarına yedeklenmesi yadırganmamalıdır. Hatta bugün belirli oranlarda bir duyarlılığın ifadesi de sayılabilecek bu sok ağa dökülme halinin, devrimci bir önderlik tarafından doğru istikametlere sokulamaması durumunda, ihtiyaca bağlı olarak faşist hareketlere yedeklenmeyi beraberinde getirmesi zayıf bir olasılık değildir.
Bundan sonra sol için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye düşünüyor ve bir an önce öznel hesaplardan sıyrılıp, en azından gelişmelerin vahametini ve zaten daralmış olan hareket alanımızı daha da daraltacak gelişmelerin hiç olmazsa görülebildiği bir konuma geçilmesini temenni ediyoruz.
DEVRİMCİ HAREKET 13 MAYIS 2007
Sayı 24 (Haziran – Ağustos 2007)