Kapitalizm insanı hiç bu denli
Savunmasız yakalamamıştı.
Artık direnç kalelerinin burçlarında bile
burjuva simgeler parlıyor.
Eskiden yol göstericiler,
halkın direncini bilerdi.
Şimdi “10 derste düşmanla dans”ı öğrendi.
Daha bugünden, kapitalizme doğru küçülmenin
sonuçları görülüyor.
İnsanlık adeta geriye doğru
bir evrim geçiriyor.
İşin acı tarafı,
Bu kez halkın başına çorap
İçsel bir rıza ile ördürtülüyor.
Avrupa’da gençlik “Kapitalizmin Faturasını Ödemeyeceğiz!” diyerek, başkaldırmış durumda. Ama kapitalizm, hiçbir döneminde görülmemiş ağırlıkta, halklara fatura ödetmeye devam ediyor.
Artık, imkan ve yeteneklerini küreselleştiren, tecrübe biriktirip ders çıkaran emperyalistler, adeta bilgisayar teknolojisinde olduğu gibi karşıtlarını, geliştirdiği “truva atları” ile vurmayı veya yumuşak karnını tespit edip o açığı/zaafı büyüterek bütünü ele geçirmeyi tercih ediyor.
Yıllardır denenmiş, bilinen örgütsel tutkalın dahi sulanması, toplumsal çözülmenin örgütlü yaşama da sirayet etmesi, bir yanıyla doğrudan müdahalenin ürünü olsa da diğer yanıyla, büyütülen “ben”in örgütsel bütünlükte yer bulmaya başlaması, yani kapitalizmin içsel bir olgu haline gelmesi sebebiyledir. Hatta diyebiliriz ki artık sadece ülkeler değil, insanlar da işgal ediliyor ve kapitalizmin canlı/ayaklı taşıyıcısı haline geliyor.
Her yapının kendi içinde, kolektif dokuyu zorlayan “ben” olgusunun kapsama alanını büyütmesi gibi, iki ve daha çok yapı arasındaki ilişkide de ortak hareket refleksini zaafa uğratan “tekçi” bir iklimin ağırlığı giderek farklı yer ve biçimlerde hissediliyor.
“Ben” olgusu, özel mülkiyetin kapitalizmi her gün yeniden üreten ve ömrünü uzatan niteliği ile doğrudan ilişkilidir; sosyalist ilişkilerin kanseridir. Bütünüyle etkisizleştirildiği sanılan yerde bile, tekrar tekrar boy verebilir. Bu bağlamda alternatif yaşam, her an bir mücadele halinde olmayı gerektirir. Bu mücadele elbette, fikri alandan, eylem alanına kadar geniş bir yelpazede, hiç olmadığı denli ortaklaşmayı gerektiriyor. Bu ihtiyaç ile zeminin uygunluğu arasında, hafife alınmayacak bir açı söz konusudur. “Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse ölmek istemiyor.”, sözünü anımsatırcasına; kolektivizme, toplumsallığa en fazla vurgu yapanlar dahil, hemen her yapıda, adeta koşullar sertleştikçe içe kapanma ve “örgütsel ben”in duvarlarını kalınlaştırma gözleniyor.
Hemen her yapı için, olumsuz pratiklerin değerlendirilmesi bir görevdir. Bu konuda iyi niyetli, yazılı çabalar da söz konusudur. Ne var ki iyi niyet, sorunun kökenine inmek için yeterli değildir. Bu türden metinlerde genellikle sorunun fotoğrafı çekiliyor. Yani sorunun varlığı saptanıyor. Ne kadar kötü/zararlı olduğu anlatılıyor. Örneğin başarısız bir “birlik” deneyimi sonrasında, diğer bileşen(ler)i suçlamak da, kendi ilişkilerinin bir başka yapı ile değerlerini ortaklaştırmaya engel olacak denli “mülkiyetçi” olduğunu saptamak da yeterli değildir ve diyalektik bağlam içinde nedeni aramak için ilk adım sayılsa da, bununla yetinildiğinde kolaya kaçılmış olur. Mesele, varlığı tespit edilen mülkiyetçi/”ben”ci eğilimlerin ısrarla ve yaygınlıkla üremeye devam etmesinin nedenlerini doğru tespit edebilmek ve panzehirin seçimini isabetli yapabilmektir.
Bu durum, bir başka açıdan, felsefe ve sanat eğitimine benzetilebilir. Platon, Aristo, vb. felsefecilerin hayatlarını okumak veya kimi sözlerini ezberlemek, nasıl felsefi bir bütünlüğe vakıf olmak için yeterli değilse; bir hareketin dünya görüşünü, bir takım yazılar toplamı sanmak da, karmaşık süreçlerin içinden süzülmüş bir birikimi (fikri ve ruhsal bütünlüğü) hafife almaktır. Bilinir ki kültür, maddelenmiş normlardan çok, muhakemelerde ortaya çıkar. Bunun kazanılması, yıllar alabilir. Özellikle bilginin inancı/bağlılığı beslemesi ve duygusal yansımalarla kendini ifade edecek boyutlara gelmesi, hafife alınmaması gereken bir süreçtir.
Solda hemen herkes, “eğitim”den söz ediyor. Örneğin, hapishaneleri bir okul olarak kabul ediyor. Ama sonuçlarından hemen hiçbir yapının memnun olduğu söylenemez. Bu türden sorunların aşılması için, öncelikle sorunun varlığının kabul edilmesi gerekir. Gerçekte sorunun çözümüne/aşılmasına götürecek olan veriler, eğitim sırasında amaçlanan ile elde edilen arasındaki açıda gizlidir. Bu konudaki eğitimi, sanatın öğretilmesine benzetebiliriz. Sanat, bir yanıyla da bir duygu aktarımı ise, okullarda öğretilen, o duygunun oluşturulmasından çok, onu oluşturacak kişiye çeşitli yol ve yöntemlerin gösterilmesidir. “Kopyalamak, sanat değildir.” der Tolstoy. Ve okullarda sanatın, önceki ustaların çizdikleri ve boyadıkları gibi çizmeyi ve boyamayı öğrenmeye dayandığını söyler. Bu, yaşamın diğer alanları için de geçerlidir. Bir devrimciye disiplini hatırlatmak ve kahramanlık öyküleri anlatmak, duygu oluşumu için yeterli değildir. Duygusal bağ, bir süreç sorunudur; oluşumu, karmaşık etkenlerin toplamıdır; herkese özgü tek bir yöntemi yoktur. Eğitimle bağı, “tanıma-sevdalanma” ilişkisi gibidir. Kişi, tanıdığı bir olguyu sever, sevdiği oranda da ona özgü duyguları olumlu yönde büyür/gelişir. Yoksa, “red” ve “kabul” listesi, bir eğitim reformu değil, eğitimli bir insanın uyması gerekenlere dair bir yol haritasıdır. Bu tür listeler, aynı zamanda, kapitalizmin içselleşmesine karşı bir önlemdir. Ne var ki, kapitalizme karşı direnen, listeler değil, kişilerdir. Dolayısıyla da başarı için listenin gücü yeterli değildir.
Gerçekte, niyetten bağımsız olarak, aynı topraktan (hatta yer yer aynı köklerden) beslenen yapıların, pek çok açıdan benzer niteliklerini geriye atıp, farklarını öne çıkarmaları (dostlarımız kusura bakmasın ama) içselleşmiş kapitalizmden başka nedir ki? Halbuki, ezilenlerin çeşitli coğrafyalarda ve faklı zeminlerde gelişen mücadelelerinin, farkları geri atan kardeşleştirici niteliği, her dönem, mücadelede öne çıkmış öznelerin gündeminde olmuştur.
Nelson Mandela, 1964’te müebbet hapisle cezalandırıldığı duruşmada, ezilenlerin aralarındaki farkları öne çıkarma lüksünün olmadığına dikkat çeker:
“Komünizme karşı önyargılı Beyaz Afrikalıların, deneyimli siyah Afrikalı politikacıların komünistleri neden hemen dost kabul ettiklerini anlamaları zordur. Ama bizim için bu son derece açık. Baskıya karşı savaşanlar arasındaki teorik farklılıklar, bu aşamada öne çıkarmamamız gereken bir lükstür.”
Aslında mesele, salt “teorik farklar” değil. Alışılmışın dışında silahlarla kuşanmış bugünkü kapitalizm. Artık hiçbir yapının var olanla yetinmesine olanak tanımıyor. Ve yukarıda da belirttiğimiz gibi sadece ülkeler değil, kişilikler işgal ediliyor. Kimi dostlarımıza abartılı gelebilir; ama alternatif iddialı yapıların stratejik adımlarında bile kapitalizmin tonlarının arttığı gözleniyor.
Sarsıntılı süreçlerin ağır yükü, geçmişte iç kenetlenmeyi arttırırken; bugün, duruşunu sol/dost yapılarla arasındaki fark üzerinden anlatma eğilimini büyütüyor. Bu eğilim, doğası gereği, tarihi doğru okumayı, ortak tarihimizin birlik konulu hafızasından deneyim süzmeyi değil, öznellik yoğunluklu bir okumayı beraberinde getiriyor. “Zahmetli” de olsa, Marksizm’in kütüphanesinde çözüm aramak yerine, Marksizm’in muarızlarınca hazırlanmış, burjuva patentli fast-food üretimler tercih ediliyor. Ve sonuçta, niyet ne olursa olsun, özgürlükçü ufkun gerektirdiği ideolojik tutkalı sulandıran kapitalist çözücülere kapı aralanmış oluyor. Halbuki süreç, “Ya kapitalizm ya alternatif süreç” ikilemini hiçbir ara versiyona yaşam şansı tanımayan bir koyulukta kendini dayatmış durumda. Bu durum, birbirine daha büyük mesafeler koymayı değil, bir taraftan kendi içinde sınıflı toplumun izlerini en aza indirme önlemleri alırken, diğer taraftan dostlarla senfonik uyumun yollarını aramayı; kolaya kaçmamayı ve çuvaldızı kendine batırmayı gerektiriyor.
Birlikler, evlilikler gibidir. Boşanma sonrasında yapılan “kabahat testleri”nde sübjektif ölçüleri aşmak zordur. Ve gerçekte bugün mücadelenin ihtiyacı, vaktinde kimlerin sol içi birlikteliklerde daha “ataerkil” davranıp boşanmalara sebep olduğunun yarıştırılması değil; ihtiyaca uygun, uygulanabilir birliktelikler için fikri ve fiili rol almaktır.
Gılgamış Romanı’nda, üç kör, gözlerinin gördüğü döneme dair yaptıkları sohbette, gerçekte hepsinin aynı şeyleri görüp, farklı biçimde anlattıkları kanaatine varırlar. Ve kör oldukları için sevinmeleri gerektiğini söyleyip “yoksa hala hepimiz ayrı şeyler görmeye ve kendi gördüklerimizi, yegâne gerçek olarak kabul etmeye devam edecektik. Birbirimizi ise asla anlayamayacaktık.” değerlendirmesini yaparlar. Bugünün ihtiyacı elbette ne “kör” olup ders çıkarmak, ne de kapitalist körleşmeye göz yummaktır. Ne var ki her yapının, kendi gördüklerini “yegâne gerçek” olarak dayatmaması gerektiği bilinci, ortaklaşma yolunda ilk adım için önemli bir veridir.
31 Aralık 2010
DEVRİMCİ HAREKET