Hiçbir konuda hazır çözümlerimiz yok.
Önümüzdeki yol, üreterek yürümeyi gerektiriyor.
Yoldaşlık, yolda da amaçta da
bütünleşme halidir.
Uyumsuzluk, yanlış enstrüman kullanmak gibidir.
Yüzü geleceğe dönük notalarla kardeşleşmeli,
Farklı şarkıları aynı güzellikte seslendirebilmeli
birlikteliğimiz…
Bugün üzerinde öncelikle durulması gereken olgulardan biri de sınıfsal perspektif yitimidir. Sanıldığının ve kimi kaynaklarca iddia edildiğinin aksine, sınıfsal perspektif, “İşçi sınıfından başka devrimci dinamik yoktur.” diyerek, diğer dinamikleri yok sayan bir yaklaşım değildir. Bu, daha önce de belirttiğimiz gibi Marksizm’e dönük bir yanlış okumadır. 1800’lü yıllarda ortaya konan ve “Dünyanın bütün işçileri birleşin.” önermesinde somutlanan fikri sistematik, tarihsel devamlılık içerisinde 1900’lü yıllarda“Dünya’nın bütün işçileri ve ezilen halklar birleşin.” biçiminde, emperyalist döneme uygun olarak güncellenmiştir.
Bugün işçi sınıfı ile sınırlı kalmayıp, diğer ezilenleri de kapsama iddiasıyla sınıfsal perspektiften uzaklaşmak, sanıldığının aksine, yapıları daha kapsayıcı kılmamış, dar bir algının kısır döngüsüne hapsetmiştir. Ruhsal beslenme kanallarını da sınırlayan (hatta yer yer tekleştiren) bu durum, moral değerler üzerinde bile bir bütünleşmeyi zora sokmuştur. Daha da önemlisi, sıkışma ve çözümsüzlük hali, niyetten bağımsız olarak, arayışları sisteme yakınlaştırmış, öykünme oranını arttırmıştır. Bu, hafife alınmaması ve savunma refleksiyle geçiştirilmemesi gereken bir saptamadır.
Perspektif yitimi, kısa, orta ve uzun vadeli program hedeflerinin ve ezilenleri aynı kurtuluş projesinde ortaklaştıran nedenlerin bir mantık dizgesi içinde kavranmasını güçleştirir. Her kesim, kendi önceliklerine yönelir. Moral kaynaklarını, elinin uzandığı yerden ibaret görür. Bu, sınıflı/mülkiyetçi toplum algısının kapsama alanının dışına çıkamamış projelere, içeriğinden öte anlamlar yüklemeyi beraberinde getirir.
Bugün kardeşlik tanımının, sınıfsal kardeşlik yerine ulusal, mezhepsel, vb. kategoriler üzerinden yapılan tanımlarla sınırlı kalması, bir konserde sınıfsal içerikten uzak birkaç eserin farklı dilde okunmasının, kardeşliği en somut ifadelerinden biri olarak alkışlanması, ne yazık ki kurtuluşa yakınlaştırıcı değil, uzaklaştırıcı bir yolda mesafe alınmakta olunduğunun göstergesidir.
Bu koşullarda yapılacak birlik, ittifak, vb. çağrıların fiili bir karşılığının olması zordur. Bugün ihtiyaç olan, devrim programlarını veya azami hedefleri yarıştırmak da değildir. Program, mevcut tarihsel kesitte önceliklerin saptanması olarak görülmelidir. Bu bağlamda sol, gelecekten ne beklediğini netleştirmelidir. Entelektüel sol çevrelerin yaşamdan koptuğu, dış dünyayı ve olayları kendi sübjektif koşullarıyla açıklar hale geldiği bu tarihsel anda, öncelikle dünya ve ülke gerçekliği içinde yakın tehlikelerin saptanmasına ve her türlü öznellikten uzak (birlik ve ittifaklar hobi grupları değildir) kapsayıcı ortaklaşmaları mümkün kılacak adım ve diyaloglara ihtiyaç vardır. Kimse bunu bir diğerinden beklememelidir. Bu, tüm devrimci öznelerin sırtında bir sorumluluktur. Daha önce de belirttiğimiz gibi emperyalizm, dünya coğrafyasına tırnaklarını geçirerek yaşam bulma tercihine yönelmiştir. Bunun, işbirlikçi iktidarların olduğu bağımlı ülkelerdeki karşılığı, sopayla sınırlı olmayan, ama çok daha boğucu olan biçimlerde faşizmin güncellenmesidir.
Egemenler faşizmi güncellerken, devrimciler de emperyalizme, faşizme, sınıflar mücadelesine dair bildiklerini güncellemelidir. Örneğin AKP’nin samimi olup olmadığının etrafında dönen bir tartışmayla vakit kaybetmek yerine, faşist bir iktidarın neden samimi olamayacağını ortaya koyan ve bize AKP’nin gerçek kimliğini gösterecek olan Marksizm’in bu bağlamdaki temel teorik tezleri güncellenmelidir.
Tarihin hiçbir evresinde egemen sınıfların, mücadele ile mecbur bırakılmadan hak bahşettiği, anayasal kelepçeyi halklar lehine gevşettiği görülmemiştir.
Türkiye’de ne rejim değişmiştir, ne de yaklaşık 100 yıldır birikmiş toplumsal sorunların çözümüne dair bir eğilim/irade belirmiştir. AKP’de somutlanan, faşizmin güncel yüzüdür. Bölgedeki rolü, “Obama’lı ABD”nin taşeronluğudur.
1989 sonrasında, ele geçen konjonktürel fırsatı; dünya ölçeğinde sol değerlerin geriletilmesi, örgütsel olan dahil tüm direnç zeminlerinin dağıtılması veya ehlileştirilerek sisteme yedeklenmesi yönünde kullanmak üzere harekete geçen emperyalist odaklar, azımsanmayacak bir mesafe katetmiş durumdadır.
AKP, emperyalizmin Türkiye’de ve bölgede ihtiyaç duyduğu egemenlik ilişkilerini tahkim etmek üzere biçimlenmiş (kadro yapısı, Körfez sermayesinden cemaatlere dek uzanan özel ilişkileri, vb. bağlamında çeşitli özgünlüklere sahip) bir siyasal yapıdır. Tarihsel dönemin ortaya çıkardığı avantajlarla beraber, emperyalist destek rüzgarını da arkasına alarak, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde (cuntalar dahil) hiçbir iktidarda görülmemiş bir cüretle hareket etmektedir. Bu gerçeklik, nasıl bir saldırı ile karşı karşıya olunduğu bağlamında doğru okunmalı ve mücadele eğrisi buna göre çizilmelidir.
Bugün artık AKP’nin, “açılımlar”da dışa vuran oyalayıcı (gerçekte çözücü, dağıtıcı ve ehlileştirici) politikalarını tartışmak, ne kadar “yalancı” olduğunu kanıtlamaya çalışmak, onun gerisinde kalmaktır; onun belirlediği gündemin peşinden sürüklenmektir. Ne Anayasa konusunda, ne temel hak ve özgürlükler konusunda, AKP’nin atacağı olumlu bir adım yoktur. 12 Eylül’de onaylattığı paket, “ileri demokrasi”den ne anladığının tescilli belgesidir. AKP’den demokratikleşme adımları beklemek, AKP’yi de yüklendiği işlevi de anlamamaktır. Onunla samimiyet testlerine girmek, onun hareket kabiliyetini artırmasına fırsat vererek, bunun karşılığında, kökleşmiş sorunlar konusunda nitelik belirleyici çözümler beklemek, niyetten bağımsız olarak, sisteme de AKP’ye de olumluluk atfetmektir.
Süreç, demokratikleşme yönünde değil, 12 Eylül’ün dahi cüret etmediği hak gasplarının gerçekleştirileceği bir istikamette ilerlemektedir. AKP’nin diyalogdan/açılımdan anladığı, toplumsal kesimlerin bu gidişe razı edilmesi ve uzun vadede, demokratik talepler üzerinden örgütlenmiş tüm yapıların tasfiyesidir. Gerçekte amaçlanan, bir çeşit (mümkünse kansız) karşıdevrimdir.
Bugün nerede, kimlerle durulacağı ve ne yapılacağı, bu gerçeklikler ışığında saptanmalıdır. Anayasa tartışmaları da seçim çalışmaları da bu öngörü içinde bir duruş ve yol haritası gerektirmektedir.
Bu ülkede demokrasi, egemen sınıflarla aynı çıkar ağı içerisinde bulunan bir avuç azınlık dışında, tüm kesimlerin sorunudur. AKP, bu sorunun çözüm öznelerinden değil, müsebbiplerindendir. Saflar bu bilinçle tayin edilmelidir.
Devrim, nasıl salt devrimcilerin amacı ve işi değilse; demokratikleşme de salt öne çıkmış demokratik kurum ve yapıların işi ve ihtiyacı değildir. STK’ları bu alanın tek söz sahibi olarak görmek, yanıltıcı bir yönlendirmenin dışavurumudur. Birleşik mücadele ve örgütsel ihtiyaçlar, birlik ve ittifaklar, bu kapsayıcılıkla ele alınmalıdır.
Laiklik sorunundan CHP tabanına, inanç sorunundan Alevi halka, Kürt sorunundan milliyetler sorununa; köylülüğe, gençliğe, kadınlara ve iş yaşamının antidemokratik etkileri altında inleyen tüm kesimlere kadar bir bütün halinde, demokrasi sorunu olan, kendini ifade edemeyen, değer yargıları yok sayılan, hakları gasp edilen toplumsal sınıf ve tabakalar, devrimciler için çalışma alanıdır ve “müstakbel” müttefiklerdir. Bu öngörü ile hareket etmemek, devrim perspektifinden uzaklaştırır.
Seçim sonrasındaki süreç, çok önemli gelişmelere gebedir. Emperyalizmin giderek aciliyet kazanan beklentileri, sandıktan çıkan yapıya dayatılacaktır. Kimi kanaatlerin ve vaatlerin aksine süreç, kendiliğinden demokratikleşmeye evrilmeyecek, güçlü bir karşı duruş sergilenmediğinde, sandıktan çıkmış olmanın verdiği cesaretle, halkların soluk alma kanalları, sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde daha da daraltılacaktır. Bu nedenle bugün vakit geçirmeden, demokratik muhtevası ağır basan ve geniş kesimlerin taleplerini kucaklayan bir program çalışması başlatılmalı; bunun fiili ve örgütsel adımları atılmalıdır. Kastettiğimiz, bir seçim ittifakı değildir. Elbette, ortamın görece politize olduğu seçim dönemlerinde yapılıp söylenecekler de önemlidir. Ne var ki, sürecin gerektirdiği toplumsal dalgakıran, bir süredir tekrar eden “sandık eksenli” sol ittifakın alacağı oyu (örneğin) 1 puan daha yükseltmek gibi hamlelerden öte bir ufuk ve iddiayı işaret etmektedir.
Son zamanlarda yapılan toplumsal gösterilere (gençlik, vb.) verilen “sopa”lı yanıtlar, toplumun nasıl bir “havuç”a razı edilmek istendiğinin göstergesidir. Mevcut Anayasa’nın 126. maddesinde bu türden gösteriler bütünüyle serbest bırakıldığı halde, fiili uygulama budur. Bu örnekler, demokratikleşmeyi AKP’nin seçim sonrasına vaat edeceği “paket”ten neden beklememek gerektiğine dair önemli göstergelerdir.
Faşizm, tekellerin şiddetidir; bir niyet veya zihniyet meselesi değildir. Günümüzde tekeller uluslararasılaşmış, siyasal gericilik küreselleşmiştir. Özellikle Türkiye gibi, emekçilerinden yer altı ve yer üstü (ne kaldıysa) tüm imkanlarına kadar, talan edilecek alanlar olarak görülen ülkelerde, gizli veya açık yasalar, halkların zapturapt altına alınması eksenlidir. Hükümetin hazırlığını yaptığı yeni torba yasa, bunun habercisidir. Deyim yerindeyse, halkın başına torba geçiriliyor ve geleceği bir bütün halinde karartılıyor. Örneğin özelleştirmeler, bütünüyle yargı denetimin dışına çıkarılıyor. Kıdem tazminatı budanıyor. Kiralık işçilik, bölgesel asgari ücret, vb. öngörülüyor. Bunlar, uluslar arası tekellerin beklentileridir. İşsizliğin tehdit olarak MGSB’ye konması da bu nedenledir.
AKP’nin bugüne dek yaptıkları, seçimden sonra ne yapacağının teminatıdır. Bu türden iktidarların en büyük güvencesi, rahatsızlık verdikleri kesimlerin tepkilerinin toplanabilirliğindeki güçlüklerdir. O haldegörev, bu güçlükleri kaldırmak ve “AKP açılımları” ile oyalanan “ehven-i şer”ci bir duruş değil, gerçek demokratikleşmeyi mümkün kılan bir irade ve kitle gücü oluşturabilmektir.
AKP eliyle gerçekleştirilen saldırılardan, toplumun büyük bir kesimi rahatsızdır. İmkanlar çok ama parçalıdır. Bu nedenle, ilk adım bağlamında sorumluluk, örgütlü iradelerin sırtındadır. Mesele çağrı yapmak veya çağrıyı kimin yaptığı değildir. Mesele, parçalı duran dinamikleri bir araya getirmenin uygulanabilir biçimleri için, öznellikten arınmış adımlarla harekete geçmektir.
Bu basit bir aritmetik değildir.
Halkların tepeden tırnağa kardeşliğidir.
Öyle bir kucaklaşa yaşanmalı ki
İmkan ve ihtiyaçlar, arada boşluk bırakmadan
birbirine değmelidir…
5 OCAK 2011
DEVRİMCİ HAREKET