ORTADOĞU VE AFRİKA COĞRAFYASININ BOP KAPSAMINDA YENİDEN ŞEKİLLENDİRİLMESİNDEN NE ANLAŞILMALIDIR?
Bugün, Ortadoğu ve Afrika coğrafyasında yaşanmakta olan gelişmelerin en temel farklarından biri, süreçte kitlelerin de rol almış olmasıdır. Bu sürecin ABD tarafından nasıl yönlendirilmek istendiğini anlamak, BOP’un hangi ihtiyaca bağlı nasıl bir proje olduğunu anlamaktan geçiyor.
Giderek daha net biçimde ortaya çıktığı gibi Arap coğrafyasında yaşanmakta olan hareketliliğin odağında, ağırlıkla, interneti yoğun biçimde kullanan eğitimli orta sınıflar olduğu gibi, bunun yanında emperyalistlerin kullandığı aşiretlerin de muhalefet eğilimlerini kışkırttığı görünen bir gerçek. Tunus’ta Bin Ali’nin düşürülmesinde sendikaların etkileri olabilir. Ama sonuçta bugün Tunus’ta geçici hükümetin uygulamaları var. Ve halk isyanı, yüzeysel önlemlerle sakinleştirilebilmiş durumda.
Bu arada mevcut tüm veriler, krizin sarsıntı ve iflaslarla devam edeceğini gösteriyor. Ortadoğu ve Afrika’nın bu açıdan Batı’dan önemli farklılıkları var. Batı’da devletler iflas etse de, kurumlaşmasını tamamlamış olan sistem varlığını sürdürüyor. Ortadoğu ve Afrika’da ise içi boşalmış siyasal iktidarlar var. Bunların sınıfsal temelde oluşabilecek örgütlü halk hareketlerini göğüsleyebilme koşulu yok. Kriz dışında, gündemde olan bir diğer tehdit de radikal islamdır. Söz konusu ülkelerin, bu çerçevede gelişebilecek halk hareketleri karşısında da direnebilecek bir yapılanması yok. İşte tam da bu bağlamda BOP, söz konusu ülkelerde ekonomik ilişkilerin emperyalizmin istediği koşullara getirilmesidir.
Ortadoğu ve Afrika’nın mevcut koşullarında, emperyalizmle bütünleşmemiş ülkelerde devasa rantlar birikebiliyor ve bunlar Mısır’da, Tunus’ta olduğu gibi birkaç ailenin elinde toplanabiliyor. Artık emperyalizmin buna da tahammülü yok. Bu türden rantların, ekonomi içinde dolaşımını ve her türlü hareketin kendisinin elinde olmasını istiyor. Söz konusu ülkelerde, kapitalist ilişkiler sağlanarak gelirin BOP kapsamında emperyalist tekellere aktarılması, önemli bir hedeftir. Örneğin Ürdün’de son gelişmelerden kaynaklı olarak aşiretler toplanıp kraliyet ailesinin harcamalarının çok yüksek olduğu ve etrafında devasa bir zenginliğin biriktiği konusunda kralı uyardı. Aslında tasfiye edilmek istenen, bir bütün halinde bu aşiret ekonomisi ve ilişkileridir. Yeniden şekillendirme sonrası oluşturulacak yeni ekonomik sistemde, geçiş döneminde aşiretleri arkasına alan emperyalizm bir bütün halinde bu aşiret ekonomisi ve ilişkilerini tasfiye edecektir. Emperyalizmin en büyük korkusu, Mübarek’leri, Bin Ali’leri sallayan bu hareketlerin sınıfsal nitelik kazanması halinde nelere sebep olacağıdır.
Ortadoğu ve Afrika dahil önümüzdeki süreçte dünyayı sarsacak olgulardan biri de gıda, su, vb. krizler olacaktır. Çin ve Hindistan’da her yıl 60 milyon insan, orta sınıf eğilimi ile tüketebilen bir seviyeye ulaşıyor. Bu ülkelerde ekonomik gelirin yarattığı rahatlık, yaşama standartlarını iyileştiriyor ve temel tüketim maddelerine olan talebi arttırıyor. Bu bağlamda, gıda ve zorunlu ihtiyaç maddelerine olan talep arttıkça, fiyatlar da yükselecektir. ABD (emperyalizm), haber vererek gelmekte olan gıda krizi ve derinleşecek olan ekonomik kriz karşısında, bugünden önlemler alıyor. Siyasal yapıların sistem içine çekilmesi, halkın tepkilerinin sistem içi kanallara akacak şekilde yönlendirilmesi, bu kapsamdaki önlemlerdir.
ABD TEMENNİ ETTİĞİ DEĞİŞİM İÇİN KİTLELERİN ÖFKESİNİ BİR LOKOMOTİF OLARAK KULLANIYOR
Egemenlerin, coğrafyaları cetvelle çizerek birbirinden ayırdığı, başına bir vali koyup yönettiği dönemler gibi olmayacak elbet, BOP’la yeniden biçimlendirme. Bunun için, daha önce de belirttiğimiz gibi ABD’nin çeşitli denemeleri oldu. İsrail ordusu Lübnan’a saldırdığında Condoleezza Rice, “Bu yeni Ortadoğu’nun doğum sancılarıdır.”, dedi. Ama, o da Afganistan ve Irak gibi, masada planlananı sahaya izdüşürmenin kolay olmadığını gösterdi.
1. Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasındaki petrol eksenli biçimlenme, 2. Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında İsrail güvenliğini eksen alan kaygılarla daha da özgünleşmiş ve söz konusu dengeler, 2000’li yıllara dek sarkmıştır. Yukarıda anlattıklarımıza ek olarak söylemek gerekirse,ABD’nin BOP’tan veya değişimden kastettiği, demokratik hakların geliştirilmesi veya bir burjuva demokrasisine geçiş değil, aynı sürecin birbirine tabi iki dinamiği olarak görülmesi gereken bölgenin, sosyal ve siyasal patlama potansiyellerinin etkisizleştirilmesi ile iktisadi boyutta sömürü ve pazar için daha uygun hale getirilmesidir. Bunun için Afganistan ve Irak’a bir fil gibi giren ABD, bunun yan etkilerini gördü. Ve bugün, içine yerel dinamikleri de alan bileşke enerjisiyle, BOP’un gerektirdiği dönüşümü yapmaya, geçişi “düzenli” biçimde sağlamaya çalışmaktadır.
Deyim yerindeyse emperyalizm (önce İngiliz sonra ABD hegemonyası) bir dönem uluslaşma sürecini yarıda keserek, kapitalizm öncesi formlar içinde tutarak yönetip sömürmeyi tercih ettiği coğrafyada, şimdi “tarihin ironisi” olarak tanımlayabileceğimiz bir durumla karşı karşıya kalmış ve çareyi kapitalizmi geliştirmede arar hale gelmiştir.
Bugün sokağa dökülen kitlelerin sınıfsal bilinçten, örgütlü ve programlı bir duruştan yoksun olması, işlerin emperyalizm açısından tıkırında gideceğinin göstergesi/güvencesi değildir. Örneğin ABD ve İsrail’e, Filistin konusunda bölgedeki en yakın rejimin (Ürdün’le beraber) Mısır olması, Obama’nın dediği gibi “düzenli” de olsa, bir değişimi/geçişi zorlu (sancılı) kılıyor.
Bu süreçte ABD’nin en büyük güvencesi, giderek sayısı ve çapı artan “Truva Atı” niteliğindeki imkanları kullanarak, protesto hareketlerini istediği mecrada akıtabilmesidir. Örneğin Mısır, Tunus ve Cezayir’de aktif faaliyet gösteren Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) ve Mısır’da pek çok sivil toplum örgütünü destekleyen Özgürlük Evi (FH), ABD temelli kuruluşlardır.
ABD’nin bir taraftan en zorba diktatörlükleri desteklediği, diğer taraftan aleyhinde gelişebilecek muhalif hareketleri de kontrol etmeyi ihmal etmediği, bunun için sadece Mısır’da milyonlarca dolar harcadığı; Facebook ve Twitter Blogcularını destekleyip finanse ettiği bilinmektedir. (Bu, deyim yerindeyse, ihtiyaca uygun, sınıfsal bakış açısından uzak bir muhalefet üretme yöntemidir.) Basına son yansıyan haberlere göre, “ABD, baskıcı ülkelerde internet aktivistlerine yardım için 25 milyon dolarlık bir bütçe ayırıyor. Dışişleri Bakanı Clinton, görüşlerini internet üzerinden yayan muhaliflere teknoloji, araç ve eğitim yardımı yapacaklarını açıkladı. Clinton, George Washington Üniversitesi’nde internet özgürlüğü konusunda yaptığı konuşmada, Facebook ve Twitter gibi sosyal iletişim sitelerinin insanların isteklerini duyurmaları için bir platform sağladığını ve bireylerin birbirleriyle internet üzerinden süratle ilişkilendiği toplumlardan geriye dönüş olmadığını da söyledi”
Amacı bir gazetede kendisine ayrılan köşeyi doldurmaktan ibaret olanlar, “Dünyanın tüm orta sınıfları, birleşin!”, diye başlık atabilir; bunu, bir yenilenmeymiş gibi sunabilir. Ama gerçekte devrim diye bir derdi olanlar için, Marksizm’in proletarya ve ideolojisine dair tanımları, bugünkü fikri karmaşada en uygun netleştirici ve yol göstericidir. Diğer bir ifadeyle, sorunların kaynağına inip, çözümü doğru yerde aramak gibi bir derdi olanlar için, gerçekte 1989 çözülmesi de, Tunus, Mısır, vb. ülkelerdeki hareketlerin taşıdığı eksiklikler de sınıfsal duruş ve bilincin reddine değil, ana izdüşürülebilecek şekilde kavranması gerektiğine işarettir.
Evet, tarihi boyunca sermaye güçleri, toplumsal muhalefeti yedeklemenin, emerek veya eriterek etkisizleştirmenin yollarına çeşitli biçimlerde başvurmuştur. Halkın biriken öfkesini, sitemin temellerine halel getirmeden boşaltmak için oluşturulmuş sigortalar da bu kapsamdadır. Bunun, deneme-yanılma yöntemiyle biriktiğini ve küreselleşen sistemin deneyim aktarma konusuna özellikle önem verdiğini, en taze örnek olarak, Tunus ve Mısır’da askerin kitlelere kurtarıcı gibi sunulmasında gördük.
Aslında “pasif devrim”, restorasyon, vb. kavramlar da yeni değildir. Yaşanan öyle bir paradokstur ki, çözüm/yenilenme diye sunulan sınıf ötesi duruş eylemciye adeta kendi ipini çektirir. Gerçekte bir sınıf stratejisi üzerine kurulu olan sisteme, sınıfsal alternatifin dışında kalınarak, en büyük iyilik yapılmış veya bir başka ifadeyle, en büyük tehlikeden korunmuş oluyor.
Vaktinde tamamlanarak tüketilmiş olan, proletaryanın devrimci-öncü rolüne, ideolojisine dair tartışmaların, çok kısır bir zeminde yeniden açılmış olması; örneğin, öncülük rolünün ve sınıfsal bakışın, ezilenlerin işçi kesimi ile sınırlı göründüğü biçiminde okunması; bugün ihtiyaç duyulan fikri derinlik, sınıfsal bakış ve fikri netlik nedeniyle üzücüdür.
Gerek yapılan değerlendirmelerin büyük çoğunluğu, gerekse meydanlardaki kitlelerin devrimden ne anladığı, sınıfsal paradigmadan açıkça veya utangaçça ne denli uzaklaşılmış olduğunun göstergesi oldu. Ve bir kez daha, sadece kitlelerin değil, siyasal yapıların da (yol gösterici rolünü doğru oynayabilmesi için) Mübarek’in istifasının, bırakalım ‘zafer’i, kazanım bile sayılmayabileceğini görebilmenin ne denli önemli olduğu görüldü. Hatta, öne çıkarılan özne ve argümanlar (Mübarek ağırlıklı söylemler, orduya yapılan güzellemeler, vb.) üzerinden, devrim ihtimaline karşı, bir karşıdevrimden söz etmek bile abartılı olmaz.
Yaşanmakta olan bulanıklığın nedenlerine dair çok şey söylenebilir. Ama, işin en düşündürücü yanı, uzun bir tarihsel süreçte, büyük emeklerle öğrenilip içselleşen bir fikri sistematiğin ve algı ölçülerinin, çeşitli biçimlerde aşınmaya/bozulmaya uğramış ve dolayısıyla burjuva ideolojisine karşı daha savunmasız hale gelmiş olmasıdır.
Kitleleri sokağa döken en temel neden, kapitalizmin vahşi boyutlardaki sömürü ve yağması olduğu halde, söz konusu çelişmeler, sınıf diline tercüme edilemediği için, sosyal ve siyasal çatışmalar doğru saflaşmalara sebep olmamakta ve sonuçta; sistemin bizzat kendisine yönelmesi gereken başkaldırı, sistem içi çelişmelerin bir parçası olan kişi ve olgular üzerinden yatıştırılmaktadır.
Sürecin akıldan çıkarılmaması gereken bir niteliği de, emperyalizmin uzun yıllar sürecek bir krizden geçmekte olduğudur. Bunun için, hem pazar ve sömürü imkanlarını geliştiren, hem de sınıfsal kalkışmalara karşı sistemin direnç potansiyelini arttıran arayışların olduğu zaten biliniyordu. İşte böyle bir tarihsel anda, amaçladığı reorganizasyon için kitlelerin öfkesini bir lokomotif olarak kullanan ABD, hem kapitalizmin mülkiyet ilişkilerine halel getirmemiş olmakta, hem de sınıfsal duruştan uzak, örgütsüz/amorf bir kitleye bile direnemeyen “mübarekvari” rejimleri, derinleşen krizin sebep olabileceği sınıfsal içerikli saldırılara karşı tahkim etmiş olmaktadır.
ÖZGÜRLÜK İYİ NİYETLİ BİR TAHAYYÜLÜN ÜRÜNÜ VEYA SİSTEMİN İÇİNDE MÜMKÜN OLAN STERİL ADACIKLAR DEĞİLDİR
Devrim, öylesine ciddi bir iştir ki, günübirlik söylem ve akılla, anlık gözlem ve mantık yürütmelerle, bırakalım zafere taşınmasını, anlaşılması bile olası değildir. Tam da bu bağlamda söylemek gerekirse, son dönemlerde emperyalizmin belki de en başarılı olduğu alan, fikri işgal ve yönlendirmedir. Mısır, Tunus, vb. ülkelerde sokağa taşan halk tepkisinin doğru bir mecrada akmamasının da, ona dair değerlendirmelerdeki isabet sorununun da kaynağında, yukarı da belirttiğimiz gibi sınıfsal bakış açısının giderek yitirilmesi ve sınıfsal örgütlenmenin gereğinin yerine getirilmemesi yatmaktadır.
Vaktinde Marksizm’in “küçük burjuva sosyalizmi” olarak tanımladığı duruşun, bugün yeni ve yaygın bir versiyonu ile karşı karşıyayız. Sistemin rıza üretmek amacıyla kendine yedeklediği kesimlerin içinde yer almayan; sömürüye, insan hakları ihlallerine karşı duran bu kesime dair yapılabilecek genellemelerden biri, işçi sınıfı ve ideolojisi ile organik bağdan kaçınmak ise; diğeri, ezilenlerin politik örgütlerinden uzak durmaktır. Sistemin, doğrudan yedekleyemese de etkileyebildiği ve nihai bağlamda tehlike olarak görmediği bu kesimler, iyi bir dünyanın tahayyülünü kurar, ama sınıfsal bakış açısından yoksun olduğu için, sistemle nereden, nasıl ve hangi araçlarla mücadele edilmesi gerektiği bilgisinden/donanımından yoksundur. Kendini sınıfsal bir bağlam içinde tanımlamadığı için, devleti bir avuç etkili ve yetkilinin kötü niyetine, samimiyet sorununa indirger. Bunun, uygun bir “dil”le aşılabileceğine inanır ve şiddeti gereksiz görür. Halbuki, özgürlüğün ne tahayyülümüzde ne de sistemin içinde yaratılmış steril adacıklar olmadığını, bir külliyat halinde Marksizm, defalarca, kanıt niteliğindeki örnekler üzerinden anlatmıştır.
Küçükburjuva ideolojisi, yanlış bir yorumlamanın sonucu, salt doktor, avukat, mühendis gibi eğitimli orta sınıfın ideolojisi olarak bilinir. Gerçekte ise, ne proleter ne burjuva olan (köylülük dahil) geniş bir kesimin ideolojisidir. İnceltilmiş baskı ve sömürüden çok, öne çıkmış çarpıcı örnekleri gündemine alır. Kazanma konusunda sabırsızdır. Plan yapsa da, o planın eğilip bükülmesi ihtimali her zaman vardır. Sınıfsal bakış açısına sahip yapıların eksikleri de, sistemin kötülükleri de gözünde büyür; kendi yazınında farklı bir söylem söz konusu olsa da, duruşundaki kayganlık sebebiyle, özgüveni zayıftır. Mısır’da da Tunus’ta da yaşanan tıkanıklığın kaynağında bu duruş vardır. Uzun vadeli bir stratejinin gereği adımlar/taktikler, özünden koparılarak, günübirlik söylemde tüketilmektedir. Gerekli hemen hiçbir hesap ve hazırlık olmadan, Mübarek’e “Cuma gününe kadar süre vermek” de, “Mübarek iktidarı bırakmadan görüşmeyiz.”, deyip sonradan görüşmek de, aynı duruşun açmazlarına dair örneklerdir.
Arap coğrafyasında yaşanan son olaylar gösterdi ki, globalleşen sistemin aktörleri, dünya ölçeğinde ve tek tek ülkelerde sınıfsal bakış açısını minimize edebildikleri ölçüde, elleri en çalkantılı süreçlerde bile güçlü olmakta, süreci istedikleri biçimde şekillendirebilmektedir. Gösterilerde, dikkatli (gerçekte sınıfsal) bakanların kolaylıkla görebileceği türden, uzlaşma yoğunluklu tınılar vardır.
Bugüne dek pratikte de sınanan Marksizm eksenli sınıfsal bakış açısı göstermiştir ki, sistemin iktisadi zorunluluklar zinciri yok sayılıp; kötülük sembollerle, iyilik vicdanla açıklandığında, politik bulanıklık, sözden fiile yansır ve günübirlik faydalar yer değiştirdikçe, bir anlamda “eylem ve amaç yoldaşlığı” da kayganlaşır; dost-düşman tanımı da bulanıklaşır.
Yaşanmakta olan pratik süreçten çıkarılması gereken bir diğer sonuç da, solun/devrimcilerin her zaman olduğu gibi bugün de sürece uygun bir dil geliştirmesi, kendini her an yenileyen bir dinamizm içinde olmasıdır. Ne var ki, “yeni bir dil oluşturmak” denen olgunun hafife alınmaması, yenilenmesinin kendisi kadar önemlidir. Marx der ki, “Yeni bir dil öğrenen kişi de acemiliğinde her sözü önce anadiline çevirir; oysa ancak hafızasında anadilini yoklamaksızın yeni dilin içinde devindiğinde, o dilin içindeyken, içine doğmuş olduğu dili unuttuğunda, yeni dilin ruhunu ele geçirebilecek, o dilin içinde özgürce söz üretebilecektir.” (Lois Bonapate’ın On Sekiz Brumaire’i)
Bu durum, yeni bir dünyanın değerleriyle tanışma halindeki insanlar için de geçerlidir. Yıllarca sistemin fikri ve ruhsal yönlendirmesi altında olan bireyler, alternatif bir dünyanın düşünsel zemini ve davranış normlarıyla tanıştığında bir coşku duyabilir. Bunun gereklerini heyecanla yerine getirmek isteyebilir; ama bu, yeni dünyanın/kimliğin dilini hayata geçirebilmek, zorlu pratiklerde yönünü doğru tayin edebilmek için yeterli değildir.
Arap ülkelerindeki gösteriler, kimilerince 1989’a benzetildi. “Gerçek devrim” diyenler oldu. Tahran, “1979 ruhu” olarak tanımladı. Bu tanım/algılama karmaşası bile, bugün artık dünyayı açıklamakta yetersiz kaldığı iddia edilen sınıfsal paradigmaya (Marksizm’e) ne denli ihtiyaç olduğunun göstergesidir. Bir paradigma terk edilirken, onunla beraber nelerin terk edildiği, hayatı okumanın tüm duraklarında, zorlanma ve tereddüt oranında dışavurur. Marksizm’den uzaklaşmak, aynı zamanda fikri korunma duvarlarının da zayıf düşmesidir. Bu, bir vücudun savunma sisteminin çökmesi gibidir. Kişiyi, (internetle beraber çap büyüten) fikri istilaya karşı korunmasız bırakır. Mısır, Tunus, vb. ülkelerdeki gelişmeler, bu açıdan da bir turnusol olmuştur. Belki suların her an bir miktar bulanık durduğu bu süreçte, hemen her yapı/çevre, gelişmeleri kendi duruşunun doğrulanmasına yoracaktır. Ama hayatın/gerçeklerin devrimciliğini sonuna dek yanlış okumak olası değildir.
Bir Marksist, Wikileaks belgelerinde de görüldüğü gibi ABD ve İsrail’in 2008’de Mübarek’in yerine uygun gördükleri Ömer Süleyman’ın, “Firavun’un yardımcılığı’na atanmasını ve devam eden gelişmeleri, kimilerinin yaptığı gibi “Dış güçler, devrime ve kurulacak rejime isim arıyor.” diye değerlendirmez. Aksine, rejimin (sınıf ilişkileri bağlamında) aynı kalacağının hatta daha istikrarlı (siz güçlü diye okuyun) bir kapitalist kurumlaşmaya geçiş için, zeminin tam da BOP’ta tarif edildiği şekilde ABD tarafından istismar edildiğinin anlaşıldığı bu koşullarda, alternatif dünya görüşünün, sınıfsal örgütlülüğün önemine dikkat çeker. Ortadoğu coğrafyasında halkların “artık yeter” dediği; “Edi Bese”ye, “Kifaya”nın da eklendiği bir tarihsel anda, ABD’nin neden bu denli “rahat” davranabildiğine, öznellikten uzak, doyurucu nedenler arar.
Sürecin okunmasındaki pek çok veri gibi “her değişim iyidir” yaklaşımı da, sınıflar mücadelesi tarihinden öğrenmeye sırt çevirmenin dışavurumudur. Bu, dünya ölçeğinde egemenlerin, Hegel’i haklı çıkarırcasına, “her şeyin aynı kalması için her şeyi değiştirebileceği” gerçeğini görebilmeyi güçleştirir.
Elbette ABD, göründüğü denli “rahat” değildir. Ve –özellikle Mısır- sanıldığından da öte, stratejik bir ülkedir; yangını sakinleştirme alternatiflerinin, farklı yangınlara kapı aralaması da mümkündür. Ama tüm bu olasılıklar, değişimin “muadiliyle” olmaması için, yani halkların lehine gerçek bir dönüşümün olması için, sınıfsal duruşun ne denli önemli/gerekli olduğuna işarettir.
22 MART 2011
DEVRİMCİ HAREKET