DEVRİMCİ-DEMOKRAT KAMUOYUNA
Sistem tarafından üniversitelere uygulanan kapsamlı saldırılara karşı, devrimci, demokrat bir refleks gösterme amacıyla düzenlenen “Üniversite Konferansı”nın 5 Ocak tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılması planlanmıştı. Ancak Üniversitenin gerici tutumu nedeniyle 7 Ocak tarihine ertelenerek Akatlar Mustafa Kemal Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.
Bileşiminde çeşitli öğrenci çevrelerinin yer aldığı ve bir örgütlenme komitesi tarafından hazırlanan konferans, hazırlık sürecinden organizasyondaki aksaklıklara, devrimci/demokratik kurumlara yapılan çağrının niteliğinden (ki tüm kurumlara ortak bir çağrı yapılarak ortak bir hazırlık komitesi oluşturulabilinirdi), sunulan tebliğlerin biçimi konusundaki kısıtlamalara kadar içinde birçok acemiliği barındırmış ve sonuçta dar bir çevrenin organizasyonu olmaktan öteye geçememişti. Hazırlanış aşamasında çeşitli devrimci/demokratik yapıların bir tebliğ ile konferansa katılabileceklerine dair çağrıda bulunulması, aksaklıklara rağmen ortak hareket etme kabiliyetinin yakalanabilmesi amacıyla tarafımızdan uygun görülmüştü. Bu doğrultuda konferans için hazırladığımız tebliğ, arkadaşlarımıza ulaştırılmış ancak uzun bir süre olumlu ya da olumsuz bir yanıt alamamıştık. Bu sessizlik içerisinde tüm ısrarlarımıza rağmen bize yanıt verme gerekliliğini geç de olsa hisseden hazırlık komitesi, tebliğde bir “siyasal kimliğin” tarihinden örnekler verildiği öne sürülerek tebliği yayınlayamayacaklarını, istediğimiz takdirde yeni bir tebliğ ile konferansa başvurabileceğimizi belirtmiştir. Bu noktadan sonra tertip komitesine eleştirilerimizi iletip, konferansa katılamayacağımızı ve bu sürece dahil olmaktan vazgeçtiğimizi bildirdik.
Arkadaşlarımızın sakıncalı gördüğü ve tarihten örneğini verdiğimiz siyasal kimlik ise Dev-Genç’tir. Geçmişte ve bugün; içinde yer almamasına rağmen birçok sol çevre tarafından devrimci değer olarak sahiplenilen Dev-Genç’in, arkadaşlarımız tarafından bir siyasal kimlik olduğu gerekçesiyle sakıncalı olarak görülmesi bizleri oldukça şaşırtmıştır. Kaldı ki sistemin gençliği siyasal kimlikten uzaklaştırıcı tüm atraksiyonlarına rağmen, belli sayıdaki siyasal gençlik hareketleri toplamının böylesi bir konuyu itiraz gerekçesi yapması üniversitelere/gençliğe yönelik egemen politikaların henüz tam olarak anlaşılamadığının da göstergesidir. Konferansa katılan kurumların tebliğ ve sunumlarının kurum adına değil de bireysel olarak yapılmasının dayatılması ise kimliksiz duruşun, siyasal kimlik karşısında tercih edildiğinin ifadesidir. Dolayısıyla arkadaşlarımız tüm gelişmeler karşısında kimlikli değil de kimliksiz/bireysel duruşu savunan bir politikayı daha cazip bir tavır olarak görmüşler ve aksi davranışların bu konferansta yer alamayacağını belirtmişlerdir. Görülüyor ki konferans iddialı bir projeyle adını duyurmasına rağmen böylesi önemli bir konuda geniş kitleleri bir araya getirme anlayışından uzak bir pratik sergilemiştir.
Konferansa ilişkin bir diğer eleştirimiz de örgütlenişi ve organizasyonu konusunda içinde birçok acemiliği barındırmasıdır. Bu anlamda böylesi bir çalışmanın konferans adıyla örgütlenmesi dahi bir eleştiri konusudur. Zira konferans, alanında uzman kişiler tarafından belli bir konuda bilgilendirme çalışması olarak tanımlanır. Örgütlü ve örgütsüz yapıların görüşleri üzerinden gerçekleştirilen böylesi bir çalışmanın ismi ise ancak sempozyum olabilir. Aynı konu, sunumlara tebliğ tanımlaması yapan yaklaşım için de geçerlidir. Bu anlamda tebliğ bildiri, anlamına gelir ki, bildiri de billurlaşmış görüşlerin ifadesi demektir. Dolayısıyla bu tür çalışmalarda sunulan bildiriler üzerinden bir sonuç bildirgesi hazırlamak ise bir çelişki anlamına gelmektedir.
Bu kavram kargaşalığı özensizliğin ve tek taraflılığında göstergesidir.
Bizler Dev-Genç’liler olarak tüm eleştirilerimize rağmen, farklı görüşler ve fikri çatışmalardan netlik doğacağı düşünülerek bu etkinliğe katılmayı uygun görmüştük. Dolayısıyla kendi görüşlerimizi yansıtan tebliğimizi konferansa sunmuş ancak çalışmamızın sansürlenmesiyle ve yukarıda yaptığımız eleştiriler nedeniyle konferansa katılmaktan vazgeçtik.
Taşıdığı önemden dolayı Üniversite Konferansı Hazırlık Komitesi tarafından sansürlenen çalışmamızı okuyucularımızla paylaşıyoruz.
ÜNİVERSİTELER EGEMEN SINIFLARIN ARKA BAHÇESİ DEĞİL
ÖZGÜRLÜĞÜN YENİDEN ÜRETİLDİĞİ LABORATUVARLAR OLMALIDIR
KONU BAŞLIĞI: Üniversiteleri Kim Yönetiyor?
ÖZET: Bir üst yapı kurumu olarak kabul edilen eğitim, genel olarak sistemin devamına hizmet edecek şekilde yapılandırılır. Egemen olan sınıf/sınıflar, kendi ideolojisi ile donanmış ve sistemin çarkını döndürecek insanlar yetiştirmeyi amaçlar. Düzene uygun kafalar oluşturma sürecinde üniversiteye kadar büyük ölçüde başarılı da olur. Ancak üniversite çağına gelen gençlik, sorgulayıcılığı ve isyanı ile bu hesapları bozma yeteneğine sahiptir.
Anahtar kelimeler: Egemen sınıflar, yöneten-yönetilen ilişkisi, manipülasyon, örgütlülük.
Eğitim alınıp satılan meta değildir!
Genelde eğitimin özelde de üniversitelerin sorunları ülkenin sorunlarından bağımsız ele alınamaz. Üniversitelerin yapısını belirleyen temel unsur, egemen sınıfların ekonomik ve siyasi tercihleridir. Emperyalist sistemin bu konudaki tercihlerini belirleyen temel faktör ise mevcut siyasal dengeler olagelmiştir. Sosyalizmin varlık gösterdiği koşullarda, sosyal devlet uygulamasına başvuran sistem, 90’lı yıllardan sonra ödediği diyetin karşılığını almaya başladı. Bu çerçevede üniversiteler de paralı hale getirildi.
Halkın vergileriyle oluşturulan bütçeden üniversitelere ayrılan payın buradan alınarak sermayeye aktarılması, öğrencilerden toplanan harçlar sayesinde olmaktadır. Eğitimin kalitesinin artacağı yalanı eşliğinde yürütülen bu uygulama artık oturmuşa benziyor. Çünkü harçlara karşı yürütülen mücadelenin yetersizliği, uygulamanın kanıksanmasını da beraberinde getirmiştir. Sonuçta ticaret mantığının oturduğu bir ortamda bilim üretilmesi beklenemez. Üniversitelerde bilimin yerini artık, piyasa ahlaksızlığı almıştır.
Üniversitelerde sermayenin egemenliği salt ekonomik boyutuyla sürdürülmemektedir. Aynı zamanda verilen eğitimin içeriğinin belirlenmesinde de doğrudan rol oynamaktadır. Üniversitede görev yapan birçok öğretim üyesinin aynı zamanda şirket danışmanı olarak çalışması, söylemeye çalıştığımız durumu yeterince açıklamaktadır. Aslında bu durum da çoğu zaman tersten değerlendirilmektedir. Banka veya şirketlerde görev alan öğretim elemanları, üniversitedeki bilimsel verileri sermayeye taşımıyor. Çünkü sermayenin bu bilgilere ulaşmak için öğretim elemanlarına ihtiyacı yok. Burada tersten bir alış-veriş söz konusudur. Sermayeden maaş alır duruma gelen bilim insanı artık güdüme girmiş demektir. Bu noktadan sonra burjuvazinin öğretisini üniversiteye taşımakla mükellef hale gelmektedir. Mülkiyeti ve piyasayı olumlayan birinden insanlık için, halk için bilgi üretmesi beklenemez. Beynini ve ruhunu sermayeye kiralayan öğretim elemanlarının ülke sorunlarından da anladıkları yalnızca burjuvazinin sorunları olmaktadır.
Üniversitelerin egemen sınıflar tarafından kuşatılmasının bir diğer yöntemi de düşünce kuruluşları adıyla oluşturulan kurumlardır. Emperyalizmin dünya ölçeğinde kullandığı ve manipülasyon amaçlı oluşturulan bu kurumlar, genellikle üniversite hocalarından oluşturulmaktadır. İnsanların hangi düşünce aralığında kalmaları gerektiğinin sınırlarını çizip bunu da medya üzerinden empoze eden düşünce kuruluşları, adeta üniversitelerin yan kuruluşu gibi çalışmaktadır. Buralarda görev alan öğretim elemanlarının üniversitelere taşıyacağı fikirler elbette ki sistemin devamını gözeten bir nitelik arz edecektir. Sanıldığının aksine bilim egemenlerin hizmetine sunulmuyor, tersine sistemin ideolojisi üniversitelere transfer ediliyor.
Bu işleyişin diğer bir boyutu da üniversitelerin akademik ortamlar olmaktan çıkartılıp, kapitalist üretime eleman yetiştiriyor olmasıdır. Üniversiteler, ülkenin ve halkın sorunlarını saptayıp çözümler üreten merkezler olması gerekirken, tümüyle bu misyondan uzaklaşıp yönetici sınıfın ihtiyaçlarına göre şekillenen kurumlar haline gelmiştir. Aslında üniversitelerin bu kuşatılmışlığı 12 Eylül faşizmiyle birlikte başlayan sürecin ürünüdür.
12 Eylül öncesi süreçte mücadeleyle kazanılmış ve halkın lehine olan tüm uygulamalar kaldırılmış ve bilim YÖK cenderesine sıkıştırılmıştır. YÖK’ün kuruluşunda Kenan Evren’in karşısında ceketlerini düğmeleyip sıraya giren rektörlerin fotoğrafı hafızalardaki tazeliğini korurken, bu sene bu albüme bir yenisi daha eklendi. Başbakan’ın rektörlerle Dolmabahçe’de yaptığı toplantıda da aynı itaat kültürüne tanık olundu. Bu durum hiç kuşku yok ki bilim ahlakı ile bağdaşmaz. Bilim ahlakı, siyasete göre şekillenmeyi değil, bilime göre siyasetin kendini gözden geçirmesini gerektirir.
Aynı rektörlerin, üniversiteleri kışla disiplini ile idare etmeye çalışıyor oluşları da buraları kimlerin, hangi sınıfların yönettiğinin açık göstergesidir. Üniversitelerin YÖK, polis ve iktidar tarafından yönetildiğine dair kimsenin kuşkusu yok. Ancak burada dikkatleri algıları yönetme olgusuna çekmekte fayda görüyoruz.
“Bugünün egemenleri için yalan ve manipülasyon artık bir sektöre dönmüş durumdadır. Gündemdeki konu nasıl kavratılmak isteniyorsa ona uygun bir “dil” ve “akıl” geliştirilmekte ve geriye bunun medya aracılığıyla pompalanması kalmaktadır. Bugün artık iktidar eliyle yürütülen kapsamlı bir “yanıltma-iç boşaltma-teslim alma” operasyonu söz konusudur.” (1) Son zamanlarda polisin saldırganlığıyla yumurtalı eylemlerin aynı karede tartıştırılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Yaklaşık bir ay boyunca televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde tartışılan bu konuda insanların algıları yönlendirilmeye çalışıldı. Yumurta eylemleri kırmızıçizgi olarak algılatılmaya çalışıldı. Oysa bugüne kadar çok daha etkin ve şiddetli direnişler sergilenmişti. Bu durumun hükümet düzeyinden başlayarak medya tarafından sürekli gündemde tutulması ve en uç eylem biçimi olarak sunulması, olması muhtemel eylemliliklere duvar örme çabası olarak okunmalıdır.
Gençliğin, dolaysıyla üniversitelerin bu denli kıskaca alındığı koşullarda nasıl bir yol izleneceği, hangi araç ve yöntemlerin öne çıkartılacağı önem arz etmektedir.
Her şeyden önce gençliğin muhalif kesimleri ortak bir mücadele örgütü yaratmayı hedef olarak önüne koymalıdır. Parçalı ve zayıf görüntüden kurtulmanın yöntemini bulmak, sessiz bir izleyici durumundaki büyük çoğunluğa da güven verecektir. Ortak mücadele örgütünde yan yana gelecek olan gençlik dinamiklerinin tartışmalarının nitelik artırıcı bir yanı da beklenmelidir. Bir birinden yalıtılmış ve uzak duran kesimlerin ortak mekanlarda bulunmaları bile, gençliğin devrimci eyleminin birliğinin yaratılmasında mayalayıcı bir işlevi yerine getirecektir. Aynı masanın etrafında oturanların program tartışması daha kolay ve ilerletici olacaktır. Şu an var olan gençlik örgütleri bir birinden farklarını anlatma derdine düşmüş durumdadır. Oysa böylesi süreçlerde ortak yanların dile getirilmesi daha önemlidir. Bu konuda niyetlerle değil sistematik bir akılla hareket etmek gerekiyor. Mesele, kendimizi mi örgütleyeceğiz yoksa süreci mi örgütlü hale getireceğiz sorusuna verilecek cevapta yatmaktadır. “Herkes cennete gitmek istiyor, ama kimse ölmek istemiyor sözünü anımsatırcasına; kolektivizme, toplumsallığa en fazla vurgu yapanlar dahil, hemen her yapıda, adeta koşullar sertleştikçe içe kapanma ve “örgütsel ben” in duvarlarını kalınlaştırma gözleniyor.” (2)
Devrimcilik cesaret işidir aynı zamanda. Kendini eleştirebilme ve kendini aşabilme bir devrimcilik özelliğidir. Ortak mücadele örgütünü yaratmak, sınıflar mücadelesinin omuzlarımıza yüklediği ertelenemez bir sorumluluk olarak karşımızda durmaktadır. Ya ortak bir program ve ortak bir yapıya kavuşacağız ya da niceliği ve heyecanı düşük itirazlarla yetineceğiz. Oysa kendine güvenen ve ne istediğini iyi tarif eden bir gençlik hareketi, sistemin kendine yedeklediği gençliği de saflarına katma başarısının altına imza atacaktır. Bu önemlidir. Çünkü Anadolu’dan gelen gençlerin büyük bir bölümü iktidarın uzantısı durumundaki güçler tarafından örgütlenmektedir. Bu konuda 70’li yılların başında yaşanan bir deneyime değinmekte fayda görüyoruz. Büyük kentlere gelen Anadolu gençleri, faşistler tarafından saflarına çekilmeye çalışılmış ve kısmen başarı da elde etmişler. Kullandıkları dil, “komünistler derneklerde oturur, kız-erkek karışık içki içerler dolaysıyla sizin yeriniz bizim yanımızdır” biçiminde olmuştur. Bu kara propaganda devrimcilerin doğru önderlikleri ve konuya eğilmeleri sayesinde tersine çevrilmiştir. Benzeri bir sorunla bugün de karşı karşıyayız. Özellikle tarafsız gözüken gençlerin mücadele saflarına katılımı için özel bir gayret gerekmektedir. Yine 70’li yılların sonunda yaşanan bir deneyimi aktarmayı bugünkü sorunların bir bölümüne ışık tutacağı düşüncesiyle yararlı görüyoruz: Ankara’ da Gazi Üniversitesi’ndeki işgale karşı sol grupların tamamı boykot kararı alır. Ancak boykot okullara gitmeme şeklinde uygulanmaktadır. Bu durum faşist işgale güç veren bir şekle bürünür. O dönem Dev- Genç, “eğitim hakkımız engellenemez, faşist işgal kırılacak” sloganı ile okula girer ve çatışmalar yaşanır. Diğer sol yapıların boykot kırıcılığı yapılıyor eleştirilerine rağmen kararlı davranılır ve işgal kırılır. O ana kadar faşist baskıdan dolayı sessiz kalan büyükçe bir çoğunluk devrimcilerin saflarına katılır ve öğrenci derneği seçimleri kazanılır. Burada asıl olarak anlatmak istediğimiz, hedef kitlenin ihtiyaçlarını gözeten bir mücadele anlayışını esas almaktır. Ayrıca zayıf ve edilgen eylem tarzı yerine mutlaka güç biriktirip, kazanmayı hedefleyen eylemler örgütlemek gerekmektedir. Çok bedel ödemek kitleleri mücadelenin içine çekmiyor, tersine uzaklaşmalarına yol açıyor.
Gençliğin en yaygın kullandığı sloganlardan biri de “üniversiteler bizimle özgürleşecek” tespitidir. Ancak bu söylemin içeriğini doldurup program haline getirmek gerekiyor. Üniversitelerde gençliğin örgütleri aracılığıyla yönetime katılmaları sembolik olmaktan çıkartılıp ete kemiğe büründürülmelidir. Bu çerçevede ODTÜ ÖTK deneyimi incelenerek bugünün ihtiyaçları ve gerçekliği üzerinden yeniden üretilebilir.
Özgürlük, kılık-kıyafet serbestliğine indirgenemeyecek kadar kapsamlı ve insani bir meseledir. Günümüzde bu kavramın da içi boşaltılmaya çalışılmaktadır. Burada anahtar cümle, evet özgürlük ama kim için özgürlük? olmalıdır. Kavram olarak özgürlük, “öz”ün “gür”lemesi olarak düşünülmelidir. İnsanların yönetime tüm süreçlerinde katılarak söz ve karar sahibi olması özgürleşmenin ön koşuludur. Özgür insan, edilgenliği reddeden etkin olmanın araçlarını yaratarak, yöneten-yönetilen ikilemini ortadan kaldırmaya çabalayan insandır. Bu çerçevede, gençlik ortak program arayışının merkezine söz ve karar sahibi olmayı koymalıdır.
Sonuç:
Ülke yönetiminde bulunan güçler, gençliği özel olarak cendereye sokmak istemektedir. Bunun sebebi gayet açıktır. Emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği yeni roller ve kriz nedeniyle halkın düzene olan memnuniyetsizliği gittikçe artmaktadır. Toplumun en dinamik kesimini oluşturan gençliğin isyancı yanı törpülenmek isteniyor. Bu nedenle devlet faşist yüzünü daha sıklıkla sergiler olmuştur. Üniversiteler kışla haline getirilmiştir.
Üniversitelerdeki sorunlar, ülkedeki sorunlardan bağımsız ele alınamayacak bir genişlikte değerlendirilmelidir. Ekonomi ve siyasete yön veren egemen sınıflar, üniversitelerin de yöneticisi konumundadır.
Üniversitelerin demokratik bir işleyişe kavuşturulması, genel demokrasi mücadelesi ile birlikte ele alındığı zaman anlamlı ve ilerletici olacaktır.
12 Eylül’ün devamı ve uzantısı olan YÖK karşıtı olma ortak paydasında yan yana gelebilecek en geniş gençlik kesimleriyle, ortak bir mücadele aracı ve mücadele programı oluşturmak acil bir ihtiyaçtır. Ortak ve en geniş kesimleri bir araya getirmesi gereken bu yapılanma, ülkedeki diğer demokrasi güçleriyle dayanışma içerisinde olmalıdır.
ALINTILAR
- Devrimci Hareket Dergisi’nin 31 Aralık 2010 Tarihli Açıklaması
- Devrimci Hareket Dergisi’nin 31 Aralık 2010 Tarihli Açıklaması
DEV-GENÇ