Türkiye’de uzun süredir ekonomide pembe hayaller pompalanmakta; ihracatın arttığı, ekonominin büyüdüğü, enflasyonun düştüğü söylenerek umut tacirliği yapılmakta ve dolayısıyla bu durum, gerçeği örten bir perde olarak kullanılmaktadır.
Peki nedir Türkiye’de yaşanmakta olan? Kağıt üstünde kalan, emekçinin yaşamına negatif etkilerle yansıyan ihracat veya büyüme nasıl olur?
İhracatın iyi, ithalatın kötü olduğu, ihracatın artmasının ülkede zincirleme iyileşmeleri beraberinde getireceği, genel doğrular ise de bunlar, salt aritmetik hesaplar olarak görülür ve mevcut iktisadi yapıdan kopuk ele alınırsa, yanılma olasılığı artar.
Gerçekte, Türkiye gibi çarpık sanayileşmenin olan bir ülkede, köklü değişimler olmadan ihracatın artması veya ihracat ekonomisine geçmek olası değildir. Dikkat edilirse Türkiye’de ihracat, sanayi üretiminden kaynaklanıyor; sanayi ise, en büyük ithalatçı durumunda. Daha çok imalat sanayiinde kullanılan ara ve hammaddeler ithal edilmekte ve çok basit işlemlerle ihraç edilebilecek hale getirilmektedir . Bu nedenle Türkiye’de son bir yılda ithalat, ihracattan daha fazla artmıştır. Bunun bir bölümünü tüketim maddeleri oluşturuyor ise de ithalat, büyük oranda ihracat için yapılmaktadır.
Türkiye’nin yakın tarihe kadar ihraç ettiği pek çok ürün ithal edilir hale geldi. Geleneksel üretimimiz olan pamuk ve şeker gibi ürünler dahi, farklı teknolojilerle ve ucuz emek gücüyle üretilerek Türkiye’ye sokulmakta, dolayısıyla ithalat rakamları büyümektedir. İhracat da ithalatın büyümesi oranında büyümektedir. Gerçekte ise, bir ekonominin ihracat ekonomisi olabilmesi için, bir ürünü dünya pazarındaki gerçek fiyatından daha ucuza ve daha kaliteli üretebilmesi , dolayısıyla o pazarda pay sahibi olabilmesi gerekiyor.
Türkiye, kendi dinamiği ile gelişmemiş, dolayısıyla ara ve hammadde üretimine dayalı bir sanayileşme oluşmamıştır. Bu nedenle genellikle bu maddelerin işlenmesine dayalı bir sanayileşme vardır.
Emperyalist ülkeler, söz konusu ürünleri dünyada en ucuza mal edebilecekleri Malezya, Singapur, Brezilya, Hindistan gibi ülkelerde üretiyorlar. İşte oradan mamul veya yarı mamul halde getirilen bu ara maddeler, basit bir işlem sonrasında ihraca hazır hale getiriliyor. Örneğin Türkiye’de demir çelik sanayii var. Hammaddesini kendisi üretiyor. Bunun dışındaki diğer tüm maddeler dışarıdan alınıyor. Bu bağlamda Türkiye’de ekonominin, ihraç ekonomisi olma şansı yoktur . İhracatın artması için ithalatın artması gerekiyor. İthalatın artması giderek bir döviz bunalımını beraberinde getirir. Bu, şimdiki IMF kredileri, vb. müdahalelerle erteleniyor ise de, telafisinin giderek olanaksızlaştığına dair belirtiler çoğalmaktadır. İlk 6 aylık verilere bakıldığında, yaklaşık 12-13 milyar dolarlık bir açık olduğu görülür.
Varmış gibi görünen ihracatın bir değer niteliği de otomotiv gibi özel kalemlerde yoğunlaşmış olmasıdır. 40 milyar dolarlık ihracatın dörtte birini otomotiv oluşturuyor. Tekeller, farklı ülkelerde daha ucuza mal edebildikleri ürünleri Türkiye’ye getirip kendi tesislerinde ( 5-10 yıl öncesine göre çok daha düşük ücretlerle) montajını yapmakta ve sonra da bu ürünleri hemen hemen vergisiz olarak ihraç etmekte; üstelik ihraç edilen maldan otomatik olarak vergi iadesi alınmaktadır. Bunun dışında firma, ticari bir kar da sağlıyor, ama bu karı Türkiye’de bırakmıyor.
Tekelleri gözeten, karlarını arttıran bir diğer düzenleme de çifte vergilendirmenin engellenmesine yönelik anlaşmadır. Bu, tüm ülkelerde geçerli olan bir durumdur. Örneğin merkezi Hollanda’da olan Philips firması, Hollanda’da vergi ödediği varsayılarak Türkiye’de vergiden muaf tutulabiliyor. Bu yöntemle büyük tekeller hiç vergi vermeden faaliyet yürütebiliyor. İşte bu koşullarda ihracat, alabildiğine artıyormuş gibi görünüyor. İşçiliğin ucuz, maliyetlerin düşük, sosyal güvencenin yok olduğu, devletin bütün altyapı hizmetlerini (arsa dahil) ücretsiz sunduğu, verginin alınmadığı koşullarda ihracat yapıyormuş gibi görünmek bile, yüzde 18’lik vergi iadesi sebebiyle karlı bir durumdur. Ama bunun, ülkeye gelir/döviz getirici bir yanı yoktur. Aksine, 100 dolarlık ihracat yapabilmek için 60 dolarlık ithalat yapmak gerekiyor. Bu durum, aynı zamanda sözü edilen büyümenin de niteliğini ele veriyor.
TÜRKİYE’DE GERÇEK ANLAMDA BİR BÜYÜME DE YOKTUR
Türkiye’de sıkça sözü edilen ve övünç sebebi yapılan büyüme, sadece kur farkları nedeniyle ithalatın ucuzlaması ve ürünü ülkede üretmek yerine dışarıdan ithal etmenin daha cazip hale getirilmesiyle oluşan, GSMH’deki artıştır. Yani, ekonomik faaliyetin büyümesinden kaynaklanan bir artış değildir; görüntüseldir. Düşük döviz kuru sebebiyle, ithal edilen ürünler daha ucuza geliyor. Bu durum, ithal kalemleri alabildiğine büyüttü.
Bilindiği gibi GSMH’nin hesaplamasında, dışarıdan ithal edilen ürünler, kalemlerden birini oluşturur. Dolayısıyla ithalat arttıkça milli gelir artıyormuş gibi görünüyor. Yani yüzde 12-13’lük büyüme(GSMH’deki büyüme) gerçek anlamda bir ekonomik faaliyetten değil; doğrudan doğruya ithalattan kaynaklanan, sadece rakamsal bir büyümedir. Hatta ekonomi büyüyormuş gibi görünse de gerçekte yurtiçi pazar, her geçen gün daralıyor. Nitekim bu durumu Ankara Ticaret Odası bir yıldır, istatislikler eşliğinde anlatmaya çalışıyor.
Bir taraftan ihracat artarken diğer taraftan, ithalatın daha fazla artıyor olması, tersine işleyen bir mekanizmanın varlığına işaret ediyor. Bu nedenle, öne çıkarılan sayısal verilerin hiçbirisi, gösterilmeye çalışıldığı gibi bir ekonomik başarının kanıtı değildir. Tersine bunlar, Türkiye’yi açmaza alan ve çöküşü hızlandıran gelişmelerdir. Ekonominin küçülmesi, sosyal harcamaların kısılması, vb. yollardan sağlanan sınırlı miktardaki birikim dış kredilerle beraber, mevcut ticaret açığının kapatılmasında kullanılıyor. Örneğin sadece son bir yıl içerisinde 40 milyar dolarlık bir borçlanma(iç ve dış borç) artışı oldu. Üstelik bununla herhangi bir yatırım da yapılmadı. Bir taraftan borç ödemesi yapılmakta diğer taraftan borç rakamları katlanarak büyümektedir.
Büyüme, normalde olumlu sonuçlar verir . İşsizlik azalır, istihdam artar, mal ve hizmetlerin dolaşımında bir artış bir ticari hareketlilik gözlenir. Ama bugün sözü edilen büyüme rakamsal olduğu ve üretimin sonucu olmadığı için, böyle bir sonuç oluşmuyor. İthal edilen ürün meta olarak pazarda bulunuyor. Yurtiçinde üretilen gayri safi değerlere bir ilave oluşturuyor. Sanki üretim varmış gibi ticaret artıyor; ama bu, ne ücrete ne de istihdama yansımıyor. Dolayısıyla, mal ve hizmetleri üreten kesimde bir istihdam artışı olmadığı için, bilinen anlamıyla ortada bir büyüme de yoktur.
FAİZ DIŞI FAZLA YARATMA AMACI DA EMPERYALİST SALDIRGANLIĞI GİZLEMENİN BİR ARACI OLARAK KULLANILIYOR
Bilindiği gibi her ülkede devletin gelir ve gider rakamları arasında bir dengenin varlığı gözetilir. Vergi gelirleri, vergi dışı gelirler, gayri menkul gelirleri vb. gelir kalemleri gibi personel harcamaları, bütçe harcamaları, vb. biçiminde gider kalemleri de vardır. İşte, Türkiye gibi borç batağı içinde olan ülkelerde buna ek olarak bir de faiz giderleri vardır. Türkiye’de bu, devasa bir gider kalemini oluşturuyor. Bu nedenle de gider hanesine faiz de eklendiğinde; gider, geliri kat be kat aşmaktadır. İşte, faiz dışta tutularak gelirlerin giderlerden yüksek olması ve bir fazla oluşması amaçlanıyor ki bu fazla ile borç ödemesi yapılabilsin. IMF’nin her yıl yüzde 6.5’lik faiz dışı fazla dayatmasının (beklentisinin) nedeni budur.
İşte tam da bu noktada, faiz dışı oluşturma gerekçesinin ardına sığınılarak, personel harcamaları, sosyal harcamalar kısılıyor. Ama, bakıyoruz ki aynı süreçte pek çok lüks harcama, askeri harcama olduğu gibi duruyor. Hatta batan bankaları kurtarmak için veya bölgede saldırganlığa hizmet edecek politikaları finanse etmek için de harcanan milyar dolarlarda bir kısıntı söz konusu değil. Dikkat edilirse bu durum, emperyalizmin genelde sosyal hakları budama politikasıyla örtüşüyor. Diğer bir ifadeyle, aslında faiz dışı fazla yaratılması, emperyalist saldırganlığın bir başka boyutunu gizlemenin bir aracı olarak kullanılıyor; çalışanların, emekçilerin kazanılmış tüm haklarının gasp edilmesi, devletin sosyal her türlü nitelikten arındırılması ve yalın bir zor aracına dönüştürülmesi gayreti kamufle edilmek isteniyor.
Mevcut borç birikimi karşısında sözü edilen rakamlar ( faiz dışı fazla ) bir anlam ifade etmiyor. Geçtiğimiz yıl 40 milyar dolarlık bir borç artışı olduğu biliniyor. Bunun karşısında, 150-160 milyar dolarlık bir bütçenin yüzde 6.5’i, 10 milyar dolarlık bir faiz dışı fazla demektir ki, bunu yaratmış olmanın pratik bir anlamı yoktur. Bunun asıl önemi, onun gölgesinde atılan adımlarda, yapılan özelleştirmelerde, yok pahasına satılan değerlerde yatıyor.
ENFLASYONDAKİ DÜŞME
ÜLKE EKONOMİSİNE DAİR DİĞER VERİLERLE BÜTÜNLÜK İÇİNDE DEĞERLENDİRİLMELİDİR
Enflasyonun akla ilk gelen sebeplerinden biri, tüketimde aşırı artış olarak bilinir. Tüketimdeki aşırı artış, fiyatları yukarı doğru çeker. Bu durum, üretimde yeterli bir artışa tekabül etmiyorsa, aşırı tüketim, iç pazarın canlı olması bir enflasyonist politikaya yol açar. Ancak, Türkiye’de yaşanmakta olan enflasyonun sebebi bu değildi. Yani iç pazarın genişlemesinden ve aşırı talepten kaynaklanan bir fiyat artışı söz konusu değildi. Türkiye’de ekonomik kriz nedeniyle yetersiz tüketim vardı. O koşullarda rastlanan enflasyon, maliyet enflasyonundur. Maliyeti; ithal edilen ürünler, işçilik, faiz, vb. kalemler oluşturuyor. Bunlar içerisinde işçilik, düşük ücret sebebiyle önemli bir yer tutmaz. Bu bağlamda Türkiye’de son 20 yıldır; birincisi para ve hammadde girişlerindeki, ithalattaki yüksek döviz kuru nedeniyle; ikincisi, yüksek olan faizlerin kredi maliyetlerini arttırması ve bunun fiyatlara yansıması sebebiyle bir enflasyon söz konusuydu. Yani önceki dönemlerde enflasyonun en büyük nedeni, döviz kuru ve faizlerdeki yükseklikti.
Son 3 yıldır dövizde bir artış olmuyor. Normal şartlarda döviz kuru, enflasyon artışı oranında belirlenir. Yani dövizin yılbaşındaki değeri ile enflasyon artışının çarpımı, yıl sonundaki dövizin değerini verir. Eğer döviz bundan daha yüksek bir fiyattaysa, o ülkenin parası ucuzlamış, daha düşük fiyattaysa, aşırı değerlenmiş demektir. Dövizin örneğin TL cinsinden değerinde artış olduğunda, döviz karşısında mal ve hizmetler ucuzladığı için ihracat şansı artar. Tersi durumda, ihracat zorlaşır, ithalat kolaylaşır.
İhracatın bir koşulunun da üretim olduğu düşünülürse, yıl içerisinde döviz, gerçek değerinin altında kaldıkça, imalata dayalı üretim yapmak güçleşir. İthalat daha karlı hale gelir. Bu durum, birkaç yıl devam ettiği takdirde, yatırımcı için üretken alanlara değil, ticarete yatırım yapmak da cazip hale gelir. Kurulu sanayi tesisleri değer kaybeder ve maliyetinin çok altında fiyatlarla el değiştirir. Ve sonuçta uluslararası tekeller, mevcut üretim tesisleri ele geçirirler. Bugün Türkiye’de yaşanmakta olan süreç budur. Bu politika bir süre daha devam ettiği takdirde, Arjantin ile beraber Türkiye’nin bir özgünlüğü olarak bilinen ürün çeşitliliğine ve güçlü bir orta sermayeye dayalı yapısı bozulacak; orta ve küçük işletmeler neredeyse tümüyle yok olacak veya yabancı sermayenin eline geçecektir.
Yukarıda da belirttiğimiz nedenlerle, mevcut kur politikası Türkiye’ye IMF tarafından dayatılmıştır. Yoksa Türkiye’de 3-4 yıl öncesinden bugüne, döviz değerlerini ters-yüz edecek hiçbir ekonomik gelişme yaşanmamıştır. Ne dış ticaret dengesinde olumlu bir gelişme vardır, ne döviz dengesini sağlayacak üretim artışında bir denge vardır, ne de döviz girdilerinde çok ciddiye alınabilecek bir artış söz konusudur.
Gerçekte IMF’nin amaçladığı, Türkiye’deki sanayinin mevcut yapısının tekellerin çıkarı doğrultusunda dönüşümünü ekonomik kurallar içerisinde sağlamaktır . Topraklar satılıyor, sanayi tesisleri yok pahasına el değiştiriyor ve sonuçta üretim yapma şansı da kalmadığı için süreç, orta ve küçük sanayinin yok oluşunu hazırlıyor.
DÜŞEN ENFLASYONUN
HALKIN YAŞAMINDA OLUMLU BİR ETKİSİ OLMAMIŞTIR
Türkiye’de bir süredir dövizin düşük olması otomatik olarak, ithalattaki maliyeti düşürdü; yani enflasyona ithalatın olumsuz etkisini engelledi. Ayrıca faiz oranlarının %60-70’lerden hatta yüzde yüzlerden %28’lere düşmüş olması da enflasyonu geriletici bir etki yaptı. Buna etki yapan bir diğer önemli faktör de iç pazarın tümüyle daralmış olmasıdır. Bugün fiyatlar düşük ama bu, alış-veriş grafiğini yükseltmiyor. Bu bağlamda, enflasyondaki her düşüş, emekçiler açısından olumluluk anlamına gelmiyor.
Keynes, savaş sonrasında, yüzde 2-3’lük bir enflasyonda %28’lik bir kalkınma hızı elde edilebileceğinden söz eder ve ortalama bir ülkenin açık bütçe politikası uygulayarak, açıktan para basarak yüzde 2-3’lük bir enflasyonu göze alarak %7-8’lere varan bir büyümenin elde edilebileceğini savunur. Savaş sonrasında Avrupa’daki hızlı büyümenin ardındaki nedenlerden biri böyle bir politikanın uygulanmasıdır. Bu, İngiltere’de çok yaygın bir şekilde kullanıldı. Aynı şekilde Türkiye’de 1960’lı hatta 70’li yıllarda o çalkantılı dönemlerde sanayideki büyümeyi sağlayan, benzer bir politikaydı. %8-10’luk bir enflasyonla, açık bütçe politikasıyla, yüzde 11-12’lere varan bir büyüme sağlanabilmişti. Bugün süreç ters dönmüş durumda. Faiz dışı fazla veriyoruz . diyerek hemen her yatırım durduruldu; sonuçta enflasyon düştü, ama halkın yaşam standardında, satın alma gücünde herhangi bir artış gözlenmedi. Aksine, bir daralmaya denk düştü.
Bugün ithalat artıyor, ona bağlı bir ihracat da söz konusu, ama zenginlik artmıyor. Bunun ülkeye herhangi bir yararı yok. Benzer bir ihracat ekonomisi Filipinler’de var. Türkiye’nin 7-8 katı ihracat yapıyor; ama ülkenin yoksulluk seviyesinde bir değişim yaşanmıyor. Bu bağlamda ihracat, tek başına, mutlak bir olumluluk değildir. Önemli olan, bir ülkede dolaşan mal ve hizmetlerin toplam tutarıdır.
Ayrıca, bu dolaşımın sağlanması için, yani o mal ve hizmetlerin satın alınması için halkta belirli bir alım gücü olması gerekiyor. Bu, doğrudan ücret politikasıyla ilintilidir. Sistemin taşıdığı bu iç çelişmeler, birinin diğerini tetiklediği sorunlar, gerçekte kapitalizmin yapısal sorunlarıdır . Bu nedenle, kısır döngü ve tıkanma hali sık sık tekrar etmektedir.
Kapitalizmin sorunlarındaki büyüme, son yıllarda burjuva iktisatçıların ilgisini Çin’e çevirmiştir. Dünyada yaşanan durgunluk karşısında Çin kapitalizminin devlet eliyle yönlendirilerek %10-12’lere varan bir büyüme sağlayabilmesi; planlı devlet ekonomisini tekrar tartışma zeminine çekti. Son 2-3 yıldır burjuva iktisatçılar, kuralsız bir kapitalist pazarın, globalleşmenin yerine artık ulusal sınırlar içinde ulusal devletlerin ekonomiye müdahalesinden söz ediyor. Bugün Çin için kimileri bir ısınmadan (aşırı büyümeden) söz ediyor ise de Çin’in bunu nötralize ettiği ve bunu istikrarlı biçimde daha uzun süre götürebileceği görülüyor. Örneğin geçen yıl Çin hükümeti 50 milyon kişinin yaşam standardını yoksulluk sınırının üzerine taşımayı amaçlamış ve bunu 40 milyon insan için de olsa sağlamıştır.
Kapitalizmin bugünkü koşullarında, sosyal devlet anlamında bu adım, önemli bir başarıdır ve uluslararası sistemin tayin edici bileşenlerinin gözünden kaçmamaktadır.
BİREYİN ÇIKARI TOPLUMUN ÇIKARININ ÖNÜNE GEÇİNCE
Deniz KAYNAK (Bursa)
Yasalar, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki bütün ayrıcalıklarını kollayan gözeten ve koruyan bir role sahiptir.Bu bağlamda tarihi, sınıf savaşımları olan toplumların kendine özgü yasaları da bu çerçevede düşünülmelidir.Hukuk kuralları,ahlak anlayışları,değerler vs. buna göre şekillenir ve belirlenir.Bu anlamda,her devlet aygıtının -ki bir sınıfın sömürü ve baskı aracı olarak düşünürsek- ortaya koyduğu bütün kurallar,yasalar kendi özünün bir yansımasıdır.
Bilindiği gibi Feodalizmin yıkılmasından sonra 17.yüzyılla birlikte ortaya çıkan yeni devlet anlayışı, kendi sınıfsal değerlerinin bütününü korumak için yeni yasalar, yeni kurallar ortaya koymuştur.Feodal sınıf tasfiye edilmiş,iktidara geçen burjuvazi kendi kuralları ile iktidarını sağlamlaştırma yoluna gitmiştir.Giyotinlerin yerini idam sehpaları almış,hukuk kuralları baştan aşağıya yenilenmiş, yeni sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda organize edilmiştir.Engizisyonlar kaldırılıp,demokratik haklara sahip mahkemeler kurulmuştur.Feodal Beylerin yerini Ticaret Burjuvazisi alıp kendi kanunlarını buna göre şekillendirmiş ve organize etmiştir.Diyalektik olarak birbirine bağımlı olan bu durum daha sonra yeni sınıfı,Ticaret Burjuvazisini olgunlaştırmıştır.Bu gelişmenin ardından oluşacak olan emperyalist kapitalist sömürü düzeninin de sac ayakları, sağlam temeller üzerine oturmaya başlamıştır.Daha sonra ise nihai olarak kapitalizmin gelişmesiyle birlikte emperyalizm olgusu ortaya çıkmış ve diğer devletleri yağma politikasına dönüşmüştür.(Ülkenin müstemleke haline getirilmeye
çalışılması,Düyun-u Umumiye’nin faaliyetleri,reji idaresinin faaliyetleri,Vagon li kumpanyası vs.)buna bağlı olarak sermayenin uluslararası egemenliği sağlama çalışmaları,fiili işgalleri,paylaşım savaşları ezilen dünyanın ayağa kalkmasını sağlamış, bu durum ulus devlet anlayışlarının,ulusal sınırların çizilmesinin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin de yolunu açmıştır.
Kamucu ekonomik politikaları benimseyen ulus devletler özellikle Kurtuluş Savaşı pratiğinden sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti tarihi bu anlamda öğreticidir – bununla birlikte kendi değerleri doğrultusunda hareket etmiş, bütün alt ve üst yapısını (anayasa,hukuk,ticari anlaşmalar, vs) buna göre örgütleme gereğini duymuştur.Kamucu ekonomik politikalar,gümrük duvarları,ithalat ve ihracata yönelik tedbirler,tarımı destekleyici politikalar,eğitimin kamu hizmeti sayılması gibi toplumun genel ihtiyaçlarını karşılayıcı önlemler hep bu amaçla hayata geçirilmiş ve uygulanmaya çalışılmıştır.
Cumhuriyetin kurulması ile birlikte ülkemizde de bu anlamda tedbirler alınmış olup bazı kararlar hayata geçirilmeye çalışılmıştır.(Tarıma destek akçalarının verilmesi,iktisadi anlamda ulusal ekonominin gelişmesi amacıyla kurulan şeker fabrikaları,Tevhid-i Tedrisat Kanunları,Köy Enstitüleri, vs.) Dövizin rahatça elden ele dolaştırılamaması ve kullanılmasının yasaklanması,Türk Lirasını Koruma Kanunu da buna iyi bir örnektir. Hatta ve hatta dış sermayeye karşı kendi ulusal sermayemizin korunması gerektiği anlayışıyla Yerli Malı Haftası gibi belirli günlerde yapılan kutlamalar toplumu özendirici olması amacıyla uygulanmaya çalışılmıştır.Özü itibari ile ulus devlet,emperyalizme karşı kendi kurallarını koymuş ve yeni oluşturduğu iktidarı ekonomik,politik anlamda bu kurallarla koruma yoluna gitmiştir.
Ne var ki;içinde bulunduğumuz çağın emperyalizm çağı olması ve sistemimizin sermayeye dayalı olması ( her ne kadar çıkış noktası milli gözükse de )bütün bu olumlu gelişmelerin üstünün örtülmesini ve kamu yararı için gerekli olan bütün uygulamaların zamanla ortadan kalkmasına neden olmuştur.Bunun sebebi ise kesinlikle kapitalizm ve sermayenin hakimiyetidir.Kapitalizm toplumun bütün değerlerini hiçe sayan ve bireyin (özellikle burjuvazi) çıkarlarını savunan bir sistem olduğu için genel durumun toplum adına vahim olması bu nedenledir.Çünkü kapitalizm, Marks ve Engels’in Komünist Partisi Manifestosu’nda da ele aldığı gibi serbest rekabetin önünü açmış bütün dünyada kendi pazarını oluşturmak ve daha fazla kar amacıyla toplumları bir köle gibi kullanmaktan vazgeçmemiştir.Hal böyle olunca da sınıfsal karakteri gereği ulusal sermayeyi desteklemek durumunda olan, ama serbest piyasa ekonomisi anlayışıyla belirli bir sınıfın gelişmesine olanak sağlayan ve salt halkın çıkarlarını düşünmeyen Türkiye Burjuva Demokratik Devrimi,müstemleke olmanın yollarını kapatmak istemesine karşın kendi sınıfsal karakteri nedeniyle bunu başaramamıştır.Uzun bir süre koruyamamıştır.İzmir İktisat Kongresi kararlarını ve o süreci bu bakış açısıyla incelemek konunun anlaşılması açısından daha öğretici olabilir. Bu süreç içerisinde gün geçtikçe daha da palazlanan milli burjuvazi kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederek,örgütlenerek oluşturdukları Mali Oligarşi ile ülkenin kazanılan bütün ulusal değerlerini emperyalistlerle beraber sömürmüşlerdir.İleriki yıllarda kompradorlaşan ve tüm millici özelliklerini yitiren burjuvazi,kendi koyduğu kuralları ortadan kaldırmış bütün kamucu önlemlerin çöpe atılmasının zeminini de hazırlamıştır.(Özellikle Menderesler’le başlayıp Demirel,Sabancı,Koç,Eczacıbaşı ve bugünkü baş belalarından Aydın Doğan’ın yıkıcı faaliyetleri gözden geçirilmelidir) Bugün ise Türkiye ekonomisinin IMF’ye bağımlı hale gelmesi,eğitimin özelleştirilmeye çalışılması,şeker yasaları,serbest bölge politikaları,dövize dayalı ticari anlaşmalar bunun getirileridir.Bu aynı zamanda burjuva iktidarının da nihai sonucudur.Eşyanın tabiatı gereği gelişenin,büyüyenin eskiyi yıkma çabasıdır.Kendi koyduğu kuralları,yasaları,toplumun çıkarlarını düşünmeyip kendi bireysel çıkarları için gerektiğinde kaldırabilen anlayışın ürünüdür.Bu durum şaşılası olmadığı gibi kapitalizmin muhtevası gereğidir de.
Öyle ki bu durum ve bu muhteva,bir ülkenin kendi yasalarına ve tüm hukuk kurallarını çiğneyen ihlal eden bir güce karşı Yatırım adı altında sessiz kalan hatta destek veren bir anlayışı doğurmuştur.Beyinlerde ne Ulus Devlet’in korunması nede emperyalist sömürüye karşı durma güdüsü kalmamıştır.Varsa yoksa yatırımların Türkiye ekonomisine sağlayacağı yararlar (ki varmıdır yokmudur tartışılır) düşünülmeye başlanmıştır.Esir,sömürülen gün geçtikçe yoksullaşan ve kendine yabancılaşan halkın düşünülmesi gerektiği halde,kamucu,toplumsal,ülke ve insanlık için gereken hiçbir adım atılmamıştır.Aksine toplumcu görünenin de Kemalist görünenin de yıllardır vatan ve millet adına devrimcilerin kanlarını akıtanlarında kıblesi emperyalizm olmuştur. AB hayalleri ve birliğe girilmesi konusunda yapılan türlü türlü şaklabanlıklar bu durumun açık özetidir. Oysa bilinmelidir ki Avrupa’dan gelecek refah,özgürlük sadece F tipidir,sömürüdür işgaldir.
FİİLİ İŞGAL DURUMU VE CARGİLL
Bugün ülkemizin hemen her karış toprağında fiili işgaller sözkonusudur.Artık sömürünün hiçbir gizli yanı kalmamıştır. Bir ülkenin hukuk kurallarını elinin tersiyle iten ve bu duruma ses çıkarmayan hatta bu kanunsuzluğu düzenleyen ve bekçiliğini yapan bir kişiliksizlik karakteri üretilmiştir.Karşı çıkmak bir yana, bekçiliği daha iyi yapmanın yolları aranmaktadır.Erdoğan’ı ayağına çağırarak Cargill ve Motorola işini çözün emrini veren Bush’un tavırlarını hatırlayınca sanki Ülkenin devlet başkanının Bush olduğunu zannetmiş bekçiliğin bu kadarına da çok şaşırmıştık.
Fiili işgallerin en açık örneği bugün Bursa’da yaşanmaktadır .Okurlarımızın da hatırlayacağı gibi uzun bir süredir Emperyalist tarım tekeli Cargill’in insanlık suçu sayılan faaliyetlerine yer vermiştik.Cargill’in Nişasta Bazlı Şeker üretimini yaygın hale getirmesine,özellikle bizim gibi Emperyalist-Kapitalist sistemin içinde ve sömürge durumunda olan ülkelerde bu faaliyetlerin sürdürülmesinin tesadüfi olmadığına vurgu yapmış,gen teknolojisinin zararlarını ele almıştık.
Cargill ,merkezi ABD Mineapolis Minnesota da olan,tarım besin ürünleri ve finansal risk yönetimi konusunda 80.000 personeliyle 72 ülkede 1865 ten bu yana faaliyet gösteren çok uluslu bir şirket ve bugün de dünyanın en büyük özel kuruluşlarından biridir.Türkiye’de 1986’dan beri toplam 35 milyon dolar yatırımıyla tarım ürünlerinin işlenmesi (genlerle oynayarak) ticaret ve tohumculuk alanlarında 450 kişiye oluşan bir ekiple çalışmaktadır.100 yıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerinde başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere tarım topraklarını ele geçirmek için çalışan Cargill,1998 yılından beri de Bursa’da faaliyetlerini sürdürmektedir.
Cargill,İznik gölü yakınında 1/25 000 İznik Gölü çevre düzeni imar planına aykırı 1.sınıf tarım arazisi üzerinde kurduğu fabrika ile tüm hukuk kurallarına karşı çıkarak tesisini açmış ve üretimine başlamıştır. 1998 yılından bu yana meslek odaları,demokratik kitle örgütleri ve bölge halkı olarak (İznik köylüleri) söz konusu yatırıma bilimsel,teknik,çevresel ve hukuksal gerçeklerle karşı çıkılmasına rağmen 13 Eylül 2001 tarihinde açılışını gerçekleştirmiştir.
Bursa-Orhangazi Gemiç ve Gürle köylerinde-Karapınar mevkiinde bulunan ve toplam 6 parselden oluşan 194 072 metrekare yer ,Yüksek Planlama Kurulunun Kararıyla Cargill’e verilmiştir.
Yapılacak olan tarımsal kuruluş yeri olarak belirlenmesinden sonra,yörede plan değişikliğine gidilmiş,arazi tarımsal alan niteliğinden tarımsal sanayi amaçlı alan haline getirilmek için 1/1000 ölçekli mevzi imar planı düzenlenmiştir.Bu plan 8.5.1998 tarihinde onaylanarak tüm muhalefete rağmen 17.6.1998 tarihinde inşaatına ruhsat verilmiştir.Hukuksuzluk süreci bu şekilde başlayan Cargill bu kararla birlikte yeni hukuksuzlukları gerçekleştirmek için harekete geçmiştir.
Cargill in kurmuş olduğu bu fabrika,yabancı tarım tekellerinin işgali ve gen teknolojisinin zararlarıyla birlikte aynı zamanda Bursa ve çevresini önemli oranda etkileyen de bir yapı olmuştur. (tarım ekonomisi,çevre kirliliği,işsiz ve Cargill’e bağımlı köylülük vs.)
Öyle ki Fabrika, İznik gölüne,Karsak deresine,Gemlik körfezine büyük zarar vermektedir.Günde 800 ton mısır işletilen fabrikada,üretilen ürünler glikoz,fruktoz gibi tatlandırıcı maddeler ihtiva etmektedir.Bu nedenle tesis tarım amaçlı tesis değil,tarım ürünü kullanan kimyasal bir sanayi tesisi olduğundan katı,sıvı gaz atıkları bulundurduğu için kimyasal atık kirliliğine de neden olmaktadır.Buna bağlı olarak boşaltımda yoğun bir köpüklenme olup sudaki oksijen talebi artmaktadır.Bunun için bir arıtma tesisi kurulmuş ancak hiçbir arıtma tesisi yüzde 100 arıtmayı sağlayamadığı için ki kendi verilerinde bu oran yüzde 85 tir- geri kalan atık doğrudan yakında bulunan Karsak deresine atılmaktadır.
Tesis İznik Gölünün su havzası içerisindedir.Projeye göre günde 3 bin ile 6 bin ton arasında su kullanılmaktadır.Fabrika bu suyu kendi söylemine göre,5 km ötedeki kuyulardan sağlamasına rağmen,bu yöre yine İznik gölü kapalı havzasında kalmaktadır.Dolayısıyla bu havzanın kurutulması göl ve çevre açısından çok önemli olan kapalı havzanın susuz kalmasına neden olmaktadır.
Bilinmektedir ki İznik gölü tektonik bir göldür; yağışlar,akarsular ve su altı kaynaklarıyla beslenir.Bu durumda bu tesis kaynakları kurutmaktadır.Çevrede bulunan zeytin üreticileri bir yudum su beklerken Cargill günde binlerce ton su kullanarak ileri yıllarda kuraklığa neden olacaktır.
Aynı zamanda yörenin en önemli özelliği zeytinciliktir ve bu yörede mısır ekilmemektedir.Mısır ekiminin özendirilmesi ,bu yöredeki zeytinciliği ve dolayısıyla Türkiye zeytin üretimini olumsuz etkilemektedir.Aynı zamanda yine Cargill tohumu ile yapılacak olan mısır üretimi ve genleriyle oynanmış tohumlarla işlenen toprak verimsiz hale gelmektedir.Bu da aynı toprakta başka bir ürün yetiştirilmesini olanaksız hale getirmektedir.Buna bağlı olarak türetici,ileriki yıllarda başka bir ürün yetiştirmeye kalksa bile bunu gerçekleştiremeyecektir.Dolayısıyla toprak ve üretici Cargill in kölesi haline gelecek İznik ve Bursa toprakları Cargill’ in emrinde olacaktır.(Köleciliğin ve Feodalizmin yeni yansıması)
Bu yörede yılda,bu fabrikanın işleyeceği mısır miktarı yaklaşık 265 bin tondur;bunu da bu ekilecek mısırla karşılamak mümkün olmamaktadır.Bunun için işlenen mısır Arjantin’den gelmekte ve bizim birinci sınıf tarım arazimizde birinci sınıf suyumuzla işlenmektedir.Bu bağlamda Bursa köylülerini mısır üretimiyle zengin etme yalanlarıyla kandırmaya çalışan Cargill’in (ABD) gerçek niyeti daha iyi anlaşılmaktadır.
HUKUKA AYKIRI CARGİLL
Bütün bu nedenler dışında,yine fabrikanın kurulmasına karşı bazı kanunlar ve kararlar olmasına rağmen bunlar dikkate alınmamaktadır. İşlem Anayasa ve Çevre Kanununa aykırıdır ve işlem sırasında 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Yasasına uyulmamıştır.
Plan değişikliği 1/100 000 ölçekli,Bursa 2020 strateji planına aykırı bulunmaktadır. İl idare Kurulu,plan değişikliğine giderken,YPK (Yüksek Planlama Kurulu) kararına uygun davranmamıştır.Çalışmaya onay vermiştir.
Plan değişikliği,3194 sayılı imar kanununa ve 3573 sayılı zeytinciliğin ıslahı hakkındaki kanununa da aykırıdır. Fabrikanın kurulması uluslararası anlaşmalara da aykırıdır.5.6.1972 Stockholm Birleşmiş Milletler Çevre Deklarasyonuna,1990 Paris Şartına,1992 Rio Zirvesi sonuç bildirgesine aykırıdır.
Aynı zaman da Fabrika üzerindeki ve çevresindeki asırlık zeytin ağaçları kesilmiş hatta ortada kanıt kalmaması için ağaçların kökleri bile sökülmüştür.
Görülmektedir ki onca temel dayanakları hiçe sayarak bugün Jandarma nezaretinde inşaatı yapılan ve güvenliği sağlanan ve üretimine devam eden Cargill, bütün faaliyetlerine illegal bir şekilde başlamış ve karşısında hiçbir güç bulamadığı içinde elini kolunu sallaya sallaya (Güvenliği de devlet tarafından sağlanarak) üretimine devam etmiştir.
Bu kadarla da yetinilmemiştir. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun Danıştay 6.Dairesi tarafından Cargill’in Orhangazi Mısır işleme tesisinin tarım alanını işgal ettiği gerekçesiyle ruhsatın iptali istemiyle açılan davada da,Cargill’in lehine verilen karar bozulmuştur.Fakat Cargill bu kararı da çiğneyerek geceleri illegal bir şekilde faaliyetlerine devam etmiş fabrikasını inşa etmiş ve üretimine başlayıp bugüne kadar da sürdürmüştür.
Öyle ki kendi aleyhine açılacak davalar konusunda sadece Bursa ilinde 200 avukata yetki vermiş ve bu avukatları 2000 dolarlık aylık ödemelerle maaşa bağlamıştır.Söz konusu avukatların hiçbir Cargill davasına girmeden maaşa bağlanmaları,aslında Cargill’in hukuksuzluğunun dışavurumudur.Yasadışılığını kamufle çabasıdır.
Aynı parasal cömertliği Orhangazi,İznik ve çevresindeki okullara yaptığı yatırımlarla gösteren Cargill,çevredeki köylüleri de çeşitli yalanlarla kandırmaya çalışmıştır.İşsiz köylülere iş vereceği ve işsiz hiçbir gencin kalmayacağı yalanlarıyla köylüleri ikna etmeye çalışan Cargill’in bu foyası çabuk ortaya çıkmış,işe aldığı köylü genç sayısı bir elin parmaklarını dahi geçmemiştir.
CARGİLL’İ AKLAMA ÇABALARI
Hal böyle iken yapılış sürecindeki hükümet yetkilileri ve daha sonra iktidara gelen Erdoğan hükümeti, hukuk kurallarına karşı sessiz kalmıştır.Hatta Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz tüm muhalefet hareketlerine karşı ve kanunlara karşı Ne Yapalım Söz Verdim diyerek durumun vahametini açıkça ortaya sererken,bugünkü Başbakan ise ABD ye gitmiş, durumla ilgili emirler alarak ülkeye dönmüş ve sorunu çözmek için harekete geçmiştir.
Sömürge Valisi Erdoğan’ın talimatıyla Cargill fabrikasına incelemelerde bulunmak için Bursa’ya gelen Sanayi ve Ticaret bakanı Ali Coşkun da aslında durumun vehametini şu sözlerle çok iyi ifade ediyordu. Şu fabrikayı görüyorsunuz.Bu kadar modern bir fabrikayı yıkmak mümkün mü?Efendim tarım arazisiymiş.Topkapı’dan Edirne’ye kadar fabrikalar,zamanında tarım arazisine kurulmuş.Bununla ilgili endüstri yasasındaki değişiklik çerçevesinde,böyle durumu olanları inceleyip karara bağlıyoruz.
Tabii sayın Coşkun’dan böyle bir fabrikayı yıkmalarını beklemiyoruz.Çünkü varlık sebebleri onlar.
Ama İhanetin bu kadarına da pes doğrusu.Zaten onlardan konulara bu kadar duyarlı olmalarını beklemiyoruz; ancak, ülkenin emperyalistlere peşkeş çekilmesini ve bunun bu kadar açıktan yapılmasını da yadırgamadan duramıyoruz.
Ülkesi için,emekçi halk için kendi yaşamlarını feda edenleri,onları zindanlarda tutsak edip tabutluklara dönüştürdükleri cezaevlerinde baskıyla zorla ıslah etmeye çalışanların, hatta bedenlerimizi diri diri yakanların ve bunu da vatanseverlik adına yapanların,sömürgeciler karşısında el pençe divan duran anlayışına şaşıyoruz.
Ancak bilinmelidir ki Yalancılık,sahtekarlık,ihanet ve alçaklığın simgesi kapitalizm var olduğu sürece ve bireyin çıkarları toplumun çıkarlarının önüne geçtiği sürece bu durum böyle devam edecektir.İhanet tabloları daha da keskinleşecek daha da pervasızlaşacaklardır.Ta ki gelişen ve büyüyen güç,onları iktidardan atacağı zamana kadar.
Sayı 15 (Kasım ‘2004 – Ocak ‘2005)