2. Emperyalist Paylaşım Savaşı hakkında bu son yazımızda kimi zaman iyi niyetli kimi zaman karalama maksatlı ortaya atılan iddialara yanıt arayacağız. Soru-cevap biçiminde inceleyeceğimiz bu çalışmada kimisi iftira ve kara propagandaya varan iddialar olsa da yanıt aramaktan çekinmeyeceğiz.
Soru: İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla Sovyetler Birliği’ne dönük pek çok iddia ve iftira ortaya atılıyor. Stalin’e dönük iddialarda ise adeta enflasyon yaşanıyor. Sovyetler Birliği incelenirken başarılar sessizce geçiştirilirken ya da küçümsenirken; varsayılan başarısızlıklar hep Stalin’e mal edilir. Stalin’e dönük iddialarda az da olsa haklılık payı yok mu? Stalin’i sahiplenme işi biraz abartılmıyor mu?
Cevap: Burjuva yazarlar Marksizm’in ustaları hakkında sürekli iddia ve iftiralarda bulunmuş, ancak hiçbir zaman bugünkü kadar cüretkar olmamıştı. Tarih çarpıtıcıları sadece Stalin’e değil bütün ustalara da çamur atmaktan, kara çalmaktan geri kalmamıştır. Hiçbir dayanağı olmasa da, yaşanan olaylar içinden kimi anları cımbızlayıp çarpıtarak, amacına ulaşmaya çalışmaktadır. Bu maksatla Marks’ın çalışmadığından tutun da Engels’in fabrikatör olmasına kadar akla hayale gelmeyecek yollarla onları küçük düşürmeye çalışırlar. Lenin’in Şubat Devrimi sırasında yurtdışında olmasını da çarpıtarak onu Alman ajanı ilan etmeye çalışacak kadar da alçalırlar. Hedeflerine ulaşmak için devrim sonrasında yaşanan kimi olayları nesnelliğinden kopararak tahrif etmekten sakınmazlar. Alman emperyalistlerinin Petersburg önlerine kadar gelerek devrimi yok etme aşamasına geldiği noktada Brest-Litovsk antlaşmasının imzalanmasını savunan Lenin suçlu görülür. Lenin’i Almanlar’la anlaşmayı savunduğu için eleştirenler; boyun eğmektense, devrimin yıkılmasının daha iyi olduğunu savunan Troçki’nin ‘uzlaşmaz’ tutumunu yere göğe sığdıramazlar. Çarpıtılan bir başka tarihsel olay da Ekim Devrimi’ni kısmen desteklemiş olan Sosyal Devrimciler ve Anarşistlerin devrimden kısa bir süre sonra şiddete maruz kaldıkları iddialarıdır. Ancak öncesinde onların pek çok yerde Bolşevik önderleri (Uritski vb.) öldürdükleri ve Lenin’i silahla ağır
yaraladıklarından bahsedilmez. Tarih çarpıtıcıları için, inşa edilen eserin büyüklüğünden ziyade sızacakları çatlaklar önemlidir.
Marksizm’in ustaları arasında en çok saldırıya uğrayan kişi belki de Stalin’dir. Onun hedef seçilmesinin sebebi nedir? Stalin, Lenin’in açtığı yolda onun sadece bir öğrencisi olmaya çalıştığını söyleyecek mütevazılıkta bir önderdi. O, sosyalizmin başarıyla uygulanılabilirliğini gösteren kişidir. O, Çarlık Rusya’sının kalıntıları üzerinden geri bir ülkeyi emperyalizm karşısında dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların umudu haline getirdi. Ulusların kardeşçe bir arada yaşayabileceğini kanıtladı. Stalin, sadece emperyalizmin saldırılarına değil, faşizme karşı
da Sovyet halklarını örgütlemiş bir liderdir.
Stalin’in yaşamı da sosyalizm için yaptıkları kadar sadedir. Hiçbir başarı, şan, şöhret onun başını döndüremediği gibi o yaşamıyla da örnek olmuştur. Her türlü karalama kampanyasına rağmen, yaşamıyla düşmanlarının bile saygısını kazanmıştır. Bu konuda Fransız şairin gözlemleri önemlidir: “Stalin’in evinde üç pencere var. Minik holde bir kepin altında bir çiviye uzun bir askeri pelerin asılıdır. En büyük oğul Jasheka geceleri yemek odasında yatağa çevrilen bir divanda uyur; daha küçük olanı ise minik girintinin uzantısı olan bir çeşit oyukta uyur… Stalin’in aylık kazancı 500 ruble (20-25 pound)” (Fransız yazar Henri Barbusse- 1935). Stalin ile ilgili bir başka gözlem ise Sovyetler Birliği’nin askeri dehası olarak kabul edilen Mareşal Jukov’a aittir:
“Stalin… Giyiminde, mobilyalarında veya genel olarak yaşamı içinde lükse hiçbir zaman yer vermedi.” Stalin kusursuz değildi ancak yaşamı, hatalarını kabul edip düzeltme cesaretini gösterecek kadar yalındı.
Soru: İspanya İç Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin yardım etmediği, onu yüzüstü bıraktığı doğru mudur?
Cevap: 1936 yılında İspanya’da Halk Cephesi hükümeti kurulmuş ancak emperyalizmin açıktan desteğini arkasına alan General Franco, hükümeti yıkmak için harekete geçmişti. Franco, Alman ve İtalyan faşizminin açıktan savaşa dâhil olarak desteklemesinin yanında başta İngiliz ve Fransız emperyalizmi olmak üzere tüm emperyalistler tarafından da desteklenmiştir. İspanya’da yaşanan katliamlar ardından ilan edilen faşist rejimi ilk tanıyan ülkelerin İngiltere ve Fransa olması bu gerçekliği teyit ediyor.
Sovyetler Birliği ne yaptı? İspanya’da yaşanan trajediye kayıtsız mı kaldı? Tabii ki kayıtsız kalmadı. Sadece kendisinin değil tüm dünya sosyalist hareketinin sahiplenmesi için yoğun bir kampanya başlattı. Savaşın henüz başında Komüntern’in çağrısıyla 50’nin üzerinde ülkeden 30 bin sosyalist, Enternasyonal Tugayları kurarak İspanya’nın yardımına koştu. Sovyetler Birliği ise söylenen yalanların aksine 1.000’in üzerinde uçak, 900 kadar tank ve 300 kadar zırhlı araç ile 1.500 kadar top, yüz binlerce silah ve 30.000 ton cephane yardımı yaparak savaşta önemli rol oynamıştır. Sovyet desteği bununla da sınırlı kalmayıp teknik personel, pilot, tank operatörü kısaca Cumhuriyetçiler’in neye ihtiyacı varsa onu karşılamaya dönüktü. Hatta yüksek rütbeli Kızılordu mensupları fiili görevler alarak kentlerin savunmasında önemli rol oynadı.
İspanya’da Cumhuriyetçiler’in yenildiği doğrudur. Yenilginin sebebini dışsal değil içsel koşullarda aramak gerekir. Halk Cephesi’nin kendi içindeki çelişkiler yenilginin başlıca sebebidir. Komünistlerin dışında, anarşistler, troçkistler, burjuvalar vb. çeşitli sınıf ve tabakaların iç savaşa yaklaşımı ve direnişe yüklediği anlamın farklı olması halk cephesinin en zaaflı yanını oluşturuyordu. Anarşistlerin düzenli ordu biçiminde örgütlenip mücadele etmek yerine küçük, dağınık, başıboş gruplarla plansız ve disiplinsiz bir tarzda ısrar etmesi, anti-faşist mücadeleyi zayıflatan etkenlerden biridir.
Troçkistler iç savaş sırasında dağıtıcı rol oynamakla kalmayıp, yenilgi sonrasında da ispiyon ve muhbir faaliyetler yürütmüşlerdir. Bu durum cephenin bir başka zaaflı yanıydı. İKP (İspanyol Komünist Partisi)’nin yeterince güçlü olmaması yenilginin bir diğer sebebini oluşturuyordu.
Başta ifade ettiğimiz gibi faşist ve emperyalist dünyanın tüm imkân ve olanaklarıyla Franco’nun yanında yer alması Cumhuriyetçiler’in yenilgisini belirleyen ana etmendir.
Soru: Sovyetler Birliği’nin Finlandiya’ya saldırarak işgal etmeye çalıştığı iddia ediliyor. Bu doğru mu? Gerçekten Sovyetler Birliği, Finlandiya’yı işgal etmeye mi çalıştı?
Cevap: 1938 yılında Sovyetler Birliği ile Finlandiya arasında kısa süreli bir savaşın olduğu doğrudur. Başında faşist bir hükümet olan Finlandiya, başta Alman faşistleri olmak üzere emperyalistlerce silahlandırılıyor ve Sovyetler Birliği’nin her türlü anlaşma teklifini geri çevirmekle kalmayıp düşmanca bir tutum takınıyordu. Finlandiya’nın Karalian bölgesi, Leningrad’a 32 km. yakınlıktaydı ve oradan yapılacak bir saldırı, savaşın gidişatını değiştirebilirdi. Sovyet hükümeti, bu bölge karşılığında, dört kat büyüklüğünde başka bir Sovyet toprağını değiştirmeyi teklif etti. Teklifi değerlendirilmek bir yana, düşmanca karşılanması, savaşı kaçınılmaz kıldı. Kısa süren savaş sırasında, Almanya, Fransa, İngiltere elbirliğiyle savaş uçakları, tanklar, silah, asker vb. her türden yardımı faşist Finlandiya hükümetinden esirgemedi. Sovyetler Birliği’nin Milletler Cemiyeti’nden atılmasını da sağladılar. Savaşın sonunda Kızıl Ordu tüm olumsuzluklara rağmen düşmanı yenilgiye uğrattı. Sovyet hükümeti, eline fırsat geçmişken bile Finlandiya’yı işgal etmedi, sadece sınır güvenliğini almakla yetindi.
Ancak, faşist Finlandiya hükümeti Almanlar’ın yanında paylaşım savaşına katılarak Sovyetler’in ne kadar haklı olduğunu kanıtlamış oldu.
Soru: Sovyetler Birliği’nin tıpkı faşizm gibi işgal ve ilhak siyaseti güttüğü ve bu çerçevede Baltık ülkelerini (Litvanya, Estonya vb.) işgal ettiği ve ayrıca bazı ülkelerin topraklarına da el koyduğu söyleniyor. Bu söylenenler doğruysa Sovyetler Birliği’ne işgalci demeyecek miyiz?
Cevap: Sovyetler Birliği, faşistlerin Avrupa’yı yakıp yıkması karşısında aralarında Baltık ülkelerinin de bulunduğu bir dizi ülke ile karşılıklı yardımlaşma anlaşmaları imzalamış ve paktlar kurmuştur. Kızıl Ordu’nun bahsedilen ülkelere girmesi bir işgal değil, tersine anlaşmalar gereği ilgili ülkeleri koruma amaçlıdır.
Sovyetler Birliği’nin, bazı ülkelerin topraklarını işgal ettiği yalanı ise tam bir aldatmacadır. Bilindiği gibi, Ekim Devrimi sonrası, 16 ülkenin saldırısı püskürtülmüş, ülke toprakları büyük oranda da kurtarılmıştı. Ancak, o dönem bazı Sovyet toprakları, Romanya, Bulgaristan, Polonya vb. ülkelerce hala işgal altındaydı. Yapılan karşılıklı anlaşmalarla bu bölgeler tekrar Sovyetler Birliği’ne geri verilmiştir.
Soru: Sovyetler Birliği’nin Nazilerle (Ribbentrop-Molotov) anlaşma imzalayarak müttefikleri yalnız bıraktığı ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlamasına sebep olduğu söyleniyor.
Cevap: Evet. 1939 yılında Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop ile Sovyet mevkidaşı Molotov arasında bir karşılıklı saldırmazlık anlaşması imzalanmıştır. Peki Sovyetler Birliği faşizm ile neden anlaştı? Avrupa’yı kana bulayan, halklara zulmeden böyle bir rejimle anlaşma yapmak nasıl açıklanabilir? Aslında Sovyetler Birliği, anlaştı yerine, anlaşma imzalamak zorunda kaldı demek daha doğru olur. Nazilerin iktidara gelmesinde büyük payı olan müttefikler, (Fransa, ABD, İngiltere) Versailles Anlaşması’nı tarihin çöp sepetine atmakla kalmayıp, Almanya’nın tepeden tırnağa silahlanması için her şeyi yaptılar. Yetmedi, Almanya ve İtalya ile defalarca yardım ve işbirliği anlaşmaları imzaladılar.
Yetmedi, İtalya’nın Etiyopya’yı kimyasal silahlar kullanarak işgal etmesini onayladılar. Emperyalistler, Nazilerin Avusturya, Çekoslovakya, Hollanda, Belçika vb. işgalini teşvik ettiler. Savaşı, Doğu Cephesi’ne; yani Sovyetler Birliği topraklarına yönlendirmek için faşizmi cesaretlendirecek her türlü desteği ve yardımı sağladılar.
Nazilerin iktidara gelişinden itibaren, Sovyetler Birliği, başta müttefikler olmak üzere çeşitli ülkelere, faşizmi durdurmak için defalarca başvurdu. Defalarca anlaşmalar önerdi. Her defasında kapı yüzüne çarpıldı.
İşte bu koşullarda, Sovyetler Birliği, Almanya ile bir anlaşma yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşma sayesinde savaş sanayisini geliştirmek, askeri sistemini düzenlemek için çok değerli iki yıl kazanmış oldu.
Sovyetler Birliği’nin anlaşma imzalamak yoluyla Nazilerin saldırılarına suç ortaklığı yaptığı iddiası ise tam bir kara propaganda ürünüdür. Böyle bir iddia ya ruhunu emperyalizme
satanlarda ya da tarih konusunda tam bir kara cahil olanlarda görülebilir. Birinci şıkka girenler için yapacak bir şey yok. Ancak, tarihsel bilgisi olmayan, her söylenene kolayca kanan kişilerin ise savaş sırasında Sovyetler Birliği’nin 25 milyon civarında insanını kaybettiğini bilmeleri yeterlidir.
Soru: Moskova Duruşmaları’nda Kızılordu’nun komuta kademesinin yargılanarak idam edilmesi ya da hapsedilmesinin Barbarossa Harekâtı’nın başarılı olmasına yol açtığı hatta mil yonlarca insanın ölümünün sebebinin de burada aranması gerektiği iddiaları doğru mudur?
Cevap: Duruşmalar herkese açık yapıldı. Uluslararası gözlemcilere, radyo, televizyon ve gazetelere açıktı. Kısacası dileyen her vatandaşın serbestçe izleme olanağı vardı. Moskova Duruşmaları’nda ortaya çıkan bir gerçek vardır; orada yargılananlar, Sovyetler Birliği’ni yıkmak için gizli komplolar, suikastlar, sabotajlar düzenlemekle kalmayıp, ticari, teknolojik, askeri tüm devlet sırlarını başta faşist Almanya ve Japonya olmak üzere emperyalistlere vermiş ve Sovyetlerin yıkılması sonrası için çeşitli anlaşmalar yapmışlardır. Her şey bir yana bu gerçek asla değiştirilemez. Birilerinin kurtarıcı olarak gördüğü bu generallerin cezalandırılması, bir hata değil; tersine bir yanlışın düzeltilmesi olarak görülmelidir.
Emperyalistlerin ajanı, oyuncağı haline gelmiş kişilerin daha fazla zarar vermesinin önlenmesine üzülmek, ancak kötü niyetli kişilerin işidir. Emperyalistlere servis edilen bilgiler sonucu her şey sil baştan yeniden düzenlenmek zorunda kaldı. Kısacası, Moskova Duruşmaları, dünyada on milyonlarca insanın canının ve geleceğinin kurtarılmasında önemli bir dönemeç oldu.
Alman ve İtalyan faşistlerinin işgal edeceği ülkelerde önceden ortaya çıkan pro-faşist güçler, faaliyetleriyle işgali kolaylaştırıcı rol oynadı. Faşistlerin ‘başarı’larının arkasında bu satılmışların çabası önemli bir yer tutar. İlk defa, Moskova Duruşmaları ile yılanın başı ezilerek faşizmin ajan, provokatör ağı dağıtılmış oldu. Belki de savaşın kazanılmasında bu kararlı tavrın büyük etkisi olmuştur.
Soru: Barbarossa Harekâtı ile Kızıl Ordu’nun hem milyonlarca insan kaybetmesi hem de binlerce kilometre geri çekilmesinin arkasında Stalin’in başkomutanlığa atanmasının yattığı söyleniyor. Stalin’in askerlik sanatını bilmediği ve işleri içinden çıkılmaz bir hale getirdiği doğru mudur?
Cevap: Stalin’in başkomutan olarak seçilmesi, Barbarossa Harekâtı’nın çok daha sonrası bir tarihtedir. Stalin, yenilginin sorumlusu değil, başarının mimarıdır. Kızıl Ordu’nun
hazır gücünün yarısının savaş dışı kaldığı, düşmanın Moskova önlerine kadar geldiği bir dönemde halkın sevgilisi olan Stalin, önce yaptığı radyo konuşması ve açıklamalarla gerçeği tüm çıplaklığıyla halkla paylaşmıştır. Askeri dehasının yanında örgütçü özelliğiyle de her şeyin yitirildiğinin düşünüldüğü, hatta tüm dünyanın savaşın sonu geldi dediği bir tarihte, faşist sürülerinin Moskova’da durdurulmasına önderlik etmiştir.
Peki, Stalin’in bu askeri bilgisi, örgütçü özellikleri nereden geliyor? Stalin, Ekim Devrimi’nin ardından 16 ülkenin işgalinin yanında, iç savaşın sürdüğü bir dönemde, merkez komite adına Lenin’in talimatıyla hangi cephede ihtiyaç varsa oraya gönderiliyordu. MK adına cepheden cepheye koşup; nerede işler bozulmuşsa, cephe düşmüşse, düşman ilerlemekteyse oraya gitmesiyle bu tecrübeyi edinmişti. Stalin’in başkomutan ilan edilmesi, bir tesadüf ya da sembolik bir durum değil, tam tersine büyük bir boşluğun doldurulmasıdır.
Soru: Almanların Blitzkrieg (Yıldırım Savaşı) taktiği Avrupa’nın işgalinde başarılı olmuştu. Aynı taktiğin Sovyetler Birliği’nde de başarılı sonuç verdiği söylenebilir mi?
Cevap: Öncelikle faşistlerin uluslararası anlaşmaları yırtarak Sovyetler Birliği’ne savaş ilan etmeksizin saldırması haydutluktur. Naziler; Fransa, Hollanda, Belçika, Polonya, Çekoslovakya vb. işgal ettiği ülkelerin büyük oranda sağlam kalan savaş endüstrisini ve teknolojik
kapasitesini kullanmasının yanı sıra halklarını da köleleştirerek kendi sanayisinde işçi olarak çalıştırması sayesinde kendi vatandaşlarını savaşmak için boşa çıkarmış oldu. Ayrıca Naziler, İtalya, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Finlandiya vb. bağlaşıklarının askerlerini de doğu cephesine kaydırınca 5 milyon kişilik dev bir savaş makinesi ortaya çıktı. Böyle bir gücün tankıyla, topuyla, uçağıyla Sovyetler Birliği’ne saldırması başlangıçta kısmi başarılar elde edilmesini sağladı. Savaş sanatını hiç bilmeyen ya da 5 milyon kişiyi sadece rakamdan ibaret sayanlarca savaşın başında Kızılordu’nun gerilemesi bir yenilgi olarak görülebilir. Ancak muazzam cephe gerisi ve zafere inanmış, onun için kenetlenmiş Sovyet halkları kısa süre içinde dengeyi kurmuş, zaman içinde ise inisiyatifi/üstünlüğü ele geçirmiştir.
Faşizmin Sovyetler Birliği’ne saldırmadan önce çeşitli savaşlarda deneyim edindiği, savaş araçlarını test ettiği, komuta kademesini ve harekât planlarını uygulamaya soktuğu göz önünde tutulmalıdır. Faşizmin son derece deneyimli bir orduya ve savaş araçlarına sahip olması Barbarosso Harekâtı’nda önemli mesafe kaydetmesinde belirleyici bir diğer faktördür.
Nazilerin iktidarı gasp etmesiyle birlikte ABD, İngiliz ve Fransız emperyalistleri Alman savaş sanayinin tekrar kurulması için tüm imkânlarını seferber ettiler. Faşistleri tepeden tırnağa
silahlandıran (Versailles Anlaşması çöpe atılarak) ve her türlü ilhak ve işgali hoş gören müttefikler sayısız açık-gizli anlaşmalar/protokoller imzalayarak bu saldırıda başlıca pay sahibi olmuştur.
Soru: Tarih çarpıtıcıları, Moskova ve Stalingrad savunmalarını Kızılordu’nun başarısına değil de hava şartlarına bağlıyor. Alman Ordusu’nun saldırılarını kış koşullarında başlatmasının yenilgiye yol açtığı iddia ediliyor. Hatta Napolyon’un Moskova önlerinde yenilerek Elbe Adası’na hapsedilmesiyle faşist orduların yenilgisi arasında paralellik kurulmaya çalışılıyor. Gerçekten
de kış koşulları mı faşist orduların yenilgisini hazırlamıştır? Kızılordu’nun etkili bir savunma savaşı yürütmesinin zaferde payı nedir?
Cevap: Bir başarıyı küçümsemenin en kolay yolu onu dış etkilerle açıklamaya çalışmaktır. Tarih çarpıtıcıları Paris Komünü ve Ekim Devrimi’ni bir darbe gibi göstermeye çalışmıştır. Küba Devrimi’ni, ABD’nin Fidel ve Che’nin niyetini anlayamamasına bağlamak yine aynı mantığın ürünüdür. Tarihe ezilenlerin gözünden değil de egemenlerin penceresinden bakanlar halkların başkaldırılarını gizleme/küçümseme yolunu tercih ederler. Moskova ve Stalingrad savunmalarını da Kızılordu’nun zaferiyle değil de Hitler’in yanlış kararları ya da Alman Ordusu’nun harekâtları kış koşullarında başlatmasıyla açıklamaya çalışmak faşizmin yok edilmesine üzülmeye benzer. Hatta bu konuda çekilen filmler, makalelerle bir kanaat oluşturulmaya bile çalışılır.
Hava durumunun tabii ki savaş üzerinde etkileri vardır. Ancak hava koşullarının sadece faşistleri etkilediğini söylemek ya da ima etmek için herhalde fanatik düzeyde bir Nazi taraftarı olmak gerekir. Bir insanın soğuğun sadece Alman askerlerini etkilediğine, karın sadece Alman tankları ve uçaklarına yağdığına inanması için kalbiyle ve beyniyle emperyalizmin hizmetinde olması gerekir.
Kızılordu’nun başarısının sırrı haklılığında aranmalıdır. İdeolojik temel ve örgütlenme tarzı Kızılordu’yu diğer ordulardan ayıran en temel özelliktir. Kızılordu’da çatışmalar sürecinde bile Marksizm-Leninizm üzerine dersler sürüyor; iç ve dış tüm politik gelişmeler birlikte değerlendiriliyordu. Çalışmaların düzenlenmesi ve örgütlenme ise tüm silahlı kuvvetlere dağılmış olan siyasi komiserler ağı ile sağlanıyordu. Sovyet Ordusu’nun büyük bir kısmı parti veya Komsomol üyesiydi. Kızılordu asker ve subayları sosyalist dünya görüşüyle yetişmiş, her sorunu diyalektik yöntemle ele almayı bilen, karşılaştığı zorluğun düzeyi ne olursa olsun inanç ve kararlılığından hiçbir şey kaybetmeyen bir yapıya sahipti. İşte bu yüzden dünyada hiçbir ordunun katlanamayacağı zorluklara seve seve katlanıyorlardı. Moskova ve Stalingrad savunmalarında adeta kurşunların üzerine yürümelerinin sırrı da burada yatmaktadır.
Kızılordu’nun başarısında hareketli savaş taktikleri önemli bir yer tutar. Hareketli savaş, öncelikle askeri değil ideolojik donanıma sahip olmayı gerektirir. Zorluklar karşısında yılmayan, baş eğmeyen kararlı bir duruş ön koşuldur. Komuta kademesinden en düşük rütbeye kadar, ani kararlar alma ve uygulama becerisi ve azmi, başarı için esastır. Çok güçlü ve zalim düşmanın saldırıları karşısında usta manevralar, sabırla ve inatla direniş, şaşırtma vb. kısaca askerlik sanatında ustalaşmayı gerektirir. Moskova, Stalingrad, Leningrad ve Kursk muharebelerini incelediğimizde bu taktiğin kan ve can pahasına ısrarla, sabırla uygulandığını ve nihayet
başarı kazandığını görüyoruz. Bu taktiğin uygulanmasını güçlendiren temalardan biri de silah sanayinin ihtiyaçlar gözetilerek oluşturulmasıdır. Kamyondan bile atılabilen Katyuşa füzeleri, manevra kabiliyeti yüksek T serisi tankları, atış kabiliyeti yüksek hafif toplar, kullanışlı makineli tüfek ve tabancalar vb. hareketli savaş taktiklerinin başarıyla uygulanmasında etkili olmuştur.
Soru: Sovyetler Birliği’nin Polonya’yı Nazilerin kucağına atmakla kalmayıp, işgaline de ortak olduğu söyleniyor. Kızılordu’nun Polonya’nın topraklarının bir bölümüne girdiği biliniyor. Bu durumda, gerçekten de Sovyetler Birliği, Polonya’nın işgaline ortak olmuş mudur?
Cevap: Ekim Devrimi sonrası, dışarıdan müdahale eden ülkelerden biri de Polonya olmuştu. Emperyalizmin desteğiyle faşist Pilsudski komutasındaki Polonya Ordusu, iç savaşın sonuna kadar Sovyetler Birliği’ni uğraştırmış, yaptığı katliamlarla Sovyet halklarının hafızasında derin acılar bırakmıştı. Faşist Polonya hükümeti, her dönem Sovyet düşmanlığını sürdürmekle kalmayıp, İngiltere’nin himayesinde sadık bir uşak gibi piyon olmayı sürdürmüştür. Polonya hükümeti 1934 yılında Nazilerle Sovyetler aleyhine, çeşitli anlaşmalar imzalamakla kalmayıp, Sovyetler Birliği’nin tüm anlaşma tekliflerini de sürekli geri çevirdi ve köprüleri tamamen attı. Polonya, Nazilerin Avrupa’da yükselişi ve işgallerini, Milletler Cemiyeti’nde savunan ender ülkelerden biri olmakla kalmayıp, kendisi de benzer hevesler gütmeye başladı. 1938 yılında Almanlar’ın, Çekoslovakya’nın Sudet bölgesini işgal etmesinin ardından Polonya da Teşin bölgesini işgal etti.
Nazilerin Polonya’ya saldırısının ardından göstermelik bir tepki veren müttefikler, Almanya ile Sovyetler Birliği arasında son sınır olan Polonya’nın ortadan kalkmasını ve iki ülkenin fiilen karşı karşıya gelmesini destekledi. Almanya’yı Sovyetlere karşı saldırtma stratejisinin son taşı da böylece döşenmiş oldu.
Sovyetler Birliği’nin Polonya’nın işgaline ortak olduğu iddiasına gelince: Nazilerin, Polonya Ordusu’nu dağıtıp, işgali tamamlamak üzere olduğu bir dönemde, yani Polonya’nın yenilgisinden 12 gün sonra, Ekim Devrimi sonrasında, Polonya milliyetçilerinin zorla kopardığı
bölgeleri, Kızılordu Nazilerin işgalinden kurtardı. Naziler, Polonya’nın işgalinde görülmemiş boyutta katliam, işkence ve zulüm sergiledi. Başta Yahudiler, Çingeneler ve diğer azınlıklar olmak üzere büyük katliamlar yaşandı. İşte tam da bu koşullarda, Kızıl Ordu’nun Ukrayna ve Belorusya’ya ait olan bu bölgeleri işgal ettiği değil, kurtardığı söylenebilir.
Nazi katliamından kaçan halkın sığındığı, insanca yaşama şansı bulduğu bu bölgeler, birkaç yıl da olsa halkın nefes almasını sağladı. Ayrıca, katliamdan kaçan pek çok Polonyalı da bu bölgelere sığınarak kurtulabildi.
Ayrıca; 1939’da dünyada hiçbir ülke SSCB’ni saldırgan saymadı. O tarihte Milletler Cemiyeti (BM’in önceli) Sovyetler Birliği’nin sınırlarını savunduğunu ve Almanya-Polonya savaşı sırasında tarafsız kaldığını kabul etti.
Soru: Faşizmin yenilgisinin asıl nedeninin ABD’nin savaşa dâhil olması olduğu söylenir. Kuzey Afrika, Sicilya ve Normandiya Çıkarmaları, savaşın gidişatını değiştirmiştir deniliyor. Faşizmi gerçekten müttefikler mi yendi?
Cevap: Filmlerde daha ateş etmeden yere düşen Alman askerlerine hepimiz sıkça tanık olmuşuzdur. Özellikle Soğuk Savaş döneminde kara propaganda için Hollywood’da pek çok ısmarlama film çekildi. Bu yüzden ancak tarihi, Hollywood filmlerinden öğrenmeye çalışanlar için bu iddialar ‘gerçek’ olabilir. Daha önce de söyledik. Tüm savaş boyunca ABD’nin toplam kaybı, 350 bin civarındadır. Bunun da çok büyük bir kısmı, Pasifik bölgesine aittir. Öyleyse, adeta hiç kayıp vermeden faşizmin yenildiği iddiası koskoca bir palavradır.
Müttefiklerin Kuzey Afrika, Sicilya ve Normandiya çıkarmalarına gelince: Kuzey Afrika’da yıllarca iki tarafın da karşılıklı oyalandığı, savaşırmış gibi yaptığını söylemek hiç de abartılı olmaz. Kızıl Ordu’nun Stalingrad’da düşmanın belini büküp, üstünlüğü ele geçirdiği, faşist sürülerini önüne katıp kovaladığı koşullarda, Naziler, yedekler dâhil Batı Cephesi’ndeki pek çok tümeni doğuya kaydırdı. Bu boşluktan yararlanan müttefikler, faşistleri Afrika’dan attı.
Gerek kayıp sayıları gerekse de yürütüldüğü söylenen harekâtların çapı bu tespitimizi doğruluyor.
Sicilya Çıkarması ve İtalya’nın kurtarılması iddiası ise yine gerçekleri yansıtmıyor. Kızılordu’nun Nazilere öldürücü darbeyi indirdiği Kursk Muharebesi’nin neticesinin belli olmaya başladığı bir dönemde müttefikler Sicilya’ya ve ardından İtalya’ya adeta elini kolunu sallayarak girdi. Ancak, tüm kolaylaştırıcı etmenlere rağmen İtalya’nın kuzeyi, Berlin’in düşmesine kadar Almanlar’ın denetiminde kaldı ve teslim anlaşması sonucu, müttefikler tüm İtalya’da denetimi
sağlayabildi.
Normandiya Çıkarması Kızıl Ordu’nun Bagration Harekâtı’yla Alman sınırlarına dayandığı bir süreçte, müttefiklerin Avrupa’yı kaybetmemek adına çıkarma yapmak zorunda kaldıkları bir yerdir. Almanlar adeta bütün gücünü Doğu Cephesi’nde tutmasına rağmen kalan artıklarla bile bu çıkarmayı engelleme şansları olduğu halde tercih etmemişlerdir. Kızıl Ordu’ya teslim olmaktansa emperyalistlere teslim olmayı tercih etmeleri sonucu, adeta savaşmadan çekilen faşistler, yerlerini müttefiklere bırakmışlardır. Dikkat çeken en önemli nokta: faşistler Doğu Cephesi’nde her karış toprak için kan dökmeyi, katletmeyi sürdürürken Batı Cephesi’nde müttefik askerlerin elini kolunu sallayarak Berlin’e kadar gelmeleri olmuştur. Ancak faşizmin
inine yaklaştıkça kana susamışlığının arttığı görülüyordu. Son nefesinde bile katliamdan çekinmeyen faşizm ile kanlı bir hesaplaşmayı göze alamamışlar, ateşi Kızıl Ordu’nun tutmasını istemişlerdir.
Soru: Yunanistan, İtalya, Yugoslavya ve Fransa’da süren partizan mücadelesine Stalin’in sırtını dönmesi sonucu devrimlerin başarısız kaldığı söyleniyor. Yalta ve Tahran Konferansları’nda Stalin’in, Churchill ve Roosevelt ile dünyayı kendi aralarında paylaştıkları iddia edilir. Stalin, bu konferanslarda ilgili ülkeleri sattı denilir. Stalin gerçekten de emperyalistlerle anlaşmış mıdır? İlgili ülkeleri satmış mıdır?
Cevap: Bir ülkenin kaderinin halkın mücadele azminde değil de bir kişinin iki dudağı arasında olduğunu düşünenler, idealizmin batağına saplanmış kişilerdir. Bir halkın kurtuluşu öncelikle doğru bir önderlik ve halkın kahramanca mücadelesine bağlıdır.
İtalya ile sınır ve Almanya’nın burnunun dibinde olan Arnavutluk’ta Sovyet yardımı olmaksızın devrim gerçekleşirken, ilgili ülkelerde yenilgiye uğraması ya da tam olarak başarıya ulaşamamasının sebebini iç dinamiklerde aramak gerekir. Sovyetler Birliği, Yugoslavya’nın kurtuluşunda aktif olarak bulunurken, bahsi geçen ülkelere müdahale etmemesi/edememesinin arkasında başka sebepler vardır. Faşizmin yenilgisinin kesinleştiği durumda, Naziler emperyalistlerle anlaşarak işgal ettiği kimi yerleri onlara devretmiştir. Yunanistan bu konuda iyi bir örnektir. Almanlar, imzaladıkları anlaşma sonucu Atina’yı İngilizlere teslim ederek çekilmişler, karşılığında ise herhangi bir saldırıya uğramadan geçip gitmeleri garanti edilmiştir. Onların boşalttığı bölgelere ise İngilizler bir kurtarıcı edasıyla girip YKP (Yunanistan Komünist Partisi)’yi devre dışı bırakmıştır.
YKP’nin örgütsel ve askeri kararlarda gecikmeli ve yanlış davranışları, yapmak üzere oldukları bir devrimi, İngilizlere altın tepside sunmalarına ve yüz binlerce komünistin ve halkın müttefiklerce katledilmesine yol açmıştır.
İtalya’nın teslim olmasının ardından ülkede güçlü bir partizan hareketi olmasına rağmen, savaşın sonuna kadar, güneyi müttefikler, kuzeyi ise Naziler işgal altında tutmuş, İtalyan Komünist Partisi (İKP)’nin uzlaşmacı tutumu, devrimin yenilgisini hazırlamıştır.
Fransa’da ise Normandiya Çıkarması’na kadar faşizme karşı direniş güçlü şekilde sürmüş, müttefiklerin gelmesiyle, direniş cephesi parçalanmıştır. Emperyalistlerin yaydığı De Gaulle efsanesi, FKP (Fransız Komünist Partisi)’nin prestijinin düşürülmesi/gölgelenmesi için uydurulmuştur. Şişirilen De Gaulle balonu, savaş sonrasında ise devrimi geriletmek için kullanılmıştır.
Fransa’nın, Avrupa’nın en batısında, Yunanistan ve İtalya’nın ise güneyinde olması ve
Sovyet-Alman cephesine uzak kalması Kızılordu’nun desteğini mümkün kılmadı. ‘Bu durumda bile, müttefiklere de savaş ilan etseydi’ diyenler olduğunu biliyoruz. Bu kişilerin ancak, tıbbın yardımıyla ikna edilebileceğini düşünüyoruz.
Soru: Sovyetler Birliği müttefiklerle savaşı göze almalı mıydı, alabilir miydi?
Cevap: Gelişmeleri sadece edilgen bir ruh haliyle izleyen insanlarda gerçeklikten kopuk çözümler ön plana çıkar. İnceledikleri her olayın somut tarafıyla değil; soyut, gerçeküstü kısmıyla ilgilenirler. Çözüm adına öne sürdükleri her fikir çocuksu bir düş niteliği taşır.
Müttefikler bir hayalet gibi korktukları sosyalizmden kurtulmak için maşa olarak faşist rejimleri kullandılar. Onlar, Sovyetler Birliği ile faşizmin ölümüne savaşını özellikle körüklediler. Savaşın sonlarına doğru bu amaçlarına kısmen ulaşmış bulunuyorlardı. Sovyetler Birliği 25 milyon civarında yurttaşını kaybetmekle kalmayıp adeta moloz yığınına çevrilirken; Almanya’nın kaybı da 10 milyonu buluyordu. Polonya’nın 6 milyon vb. Kıta Avrupası baştan sona faşistlerce yakılıp yıkılarak; adeta insansızlaştırılmıştı. ABD ve İngiltere ise olayları uzaktan izlemekle kalmayıp; iki tarafa da son darbeyi vurmak için fırsat kolluyordu. Müttefiklerin taze kuvvetlerini hazırda tutmalarının yanı sıra savaşın sonuna doğru ABD’nin atom bombasını geliştirmesi ve ilerde de Japonya’ya karşı iki kez kullanması yaklaşan tehlikenin habercisiydi.
Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin zaferini gölgelemeye dönük bu çabaların hiçbir geçerliliği yoktur. Sovyetlerin zaferi dünyanın 1/3’ünde sosyalizm bayrağının dalgalanmasını sağlamakla kalmayıp; geri kalanında da kurtuluş savaşlarının meşalesinin tutuşmasına öncülük etmiştir.
Emperyalist ülkelerin işçi sınıfının ve emekçilerin sosyalizm uğruna mücadelesine de yol göstermiştir.
Soru: Polonya’da Nazilere karşı direnişçilerin gerçekleştirdiği Varşova Ayaklanması’na Kızılordu destek vermedi ve yaşanan katliamlardan o da sorumludur biçimindeki iddialar doğru mudur?
Cevap: Alman işgalinin başladığı 1 Eylül 1939’da nüfusu 1.3 milyon kadar olan Varşova’dan, Kızılordu’nun zaferine kadar geriye sadece 153 bin kişi kalmıştır. Naziler, Polonya gibi Varşova’yı da adeta insansızlaştırdı. 1 Ağustos 1944 tarihinde Polonya’nın başkenti Varşova’da Alman istilacılarına karşı girişilen ayaklanma başarısızlığa uğramış ve 250 bin kişi
katledilmiştir. Tarih çarpıtıcıları Varşova ayaklanmasıyla hiç ilgisi olmadığı ve hatta özel gayretlerle ondan gizlenmeye çalışıldığı halde, bu olayda da Sovyetler Birliği’ni sorumlu tutmaya çalışmaktadırlar. Stalin, o dönem bu durumu “bu kalkışmanın halkın arasında büyük kurbanlara mal olacak düşüncesizce ve korkunç bir serüven olduğu kanısına vardım.
Polonyalılar işi başlatırken bizlerle ilişki kurmadılar, daha başlangıçta eylemden haberdar edilmesi gereken Sovyet askeri yönetimi ile işbirliğine gitmediler.”
biçiminde ifade etmektedir. Ayaklanma örgütlenmeye çalışılırken özellikle Polonyalı komünistler devre dışı bırakıldı. İngilizler, Polonya üzerindeki nüfuzunu ve Londra’daki geçici Polonya Hükümeti’ni de kullanarak ayaklanmayı yönetti.
İngilizler, sırf Polonya’da Sovyet yanlısı bir iktidar kurulmaması için daha Kızılordu yetişmeden çok güçlü bir düşmana karşı isyancıları savaşa sürüklemişlerdir. Sovyet askeri yönetimi ayaklanmadan haberdar edilmemiş, işbirliğine gidilmemiştir. Ayaklanma sırasında isyancıların elinde ne uçak, ne top, ne de tank hiçbir şey yoktu; sadece hafif makineli tüfekleri vardı.
İngilizler, isyancılarla Varşova halkını ölüme göndermiştir. Kızılordu daha Vistül nehrine 130-140 km uzaklıktayken ve çok şiddetli çatışmalar içindeyken bile bu isyana kayıtsız kalmadı.
Sovyetler Birliği, cephelerin ihtiyacı olan malzemeleri sırf ayaklanmaya destek olmak için kesmiş ve uçaklarla 2 bin uçuş yaparak isyancılara malzeme göndermiştir. 1945 yılının Ocak ayına kadar (ayaklanmadan yaklaşık 6 ay sonra) Varşova’yı moloz yığınına çeviren faşistleri oradan sökebilmek için 600 bin Kızılordu askeri can vermiştir.
İftiraların aksine Sovyetler Birliği, her aşaması kendinden gizlenmesi ve hatta kendine karşı yönelmesine rağmen ayaklanmayı her anlamda desteklemiştir. Tarih çarpıtıcılarının Sovyetler Birliği’ni bu kirli işe bulaştırmaya çalışmasının arkasında emperyalizmin (İngiliz) çirkin oyunlarını gizleme çabası yatmaktadır.
Soru: Polonyalı binlerce subayın öldürüldüğü Katiyen katliamının emrini Stalin’in verdiği söyleniyor; hatta bu konuda belgelerin dahi olduğu iddia edildi. Stalin gerçekten böyle bir emir
verdi mi? Katien katliamını gerçekte kim yaptı?
Cevap: Katien Ormanları Nazilerin işgalinin ardından Polonya ordusuna mensup 12 bin civarında subayın kurşuna dizildiği yerdir. Toplu mezarlar ortaya çıkarılmış ve cinayetler kanıtlanmıştır. Buraya kadar her şey doğru ve gerçektir. Ancak bu katliamı kim yaptı sorusuna verilen cevap tam bir kara propaganda ürünüdür. 1943 yılının Nisan ayında Nazi propaganda bakanı Goebbels katliamı Sovyetler Birliği’nin üzerine atmakla kalmayıp batılı medyayı çağırıp cesetleri teşhir etmişti. 1941 yılında Almanların bölgeyi işgal ettiği biliniyor. Peki olay niye o tarihte değil de iki yıl sonra gündeme getirildi. Gerçek şu ki; 1943 Şubat ayında Kızılordu, Stalingrad’da faşist orduları yok etmekle kalmayıp; artıklarını da önüne katıp kovalıyordu. İşte bu tarihsel dönemeçte Kızılordu’nun ilerleyişini durdurmak amacıyla toplama kamplarından getirilen ve Katien Ormanları’nda katledilen bu insanların
Goebbels
tarafından tüm dünyaya propaganda edilmesi Kızılordu’nun ilerleyişi karşısında bir kamuoyu oluşturma çabasıydı. Olay sonrası New York Times gazetesi Himmler’in (SS- Nazi Güvenlik teşkilatı lideri) yakın çalışma arkadaşı SS tugayları lideri Schallenber’in Almanya’da tutuklu bulunduğu cezaevinde verdiği ifadesinde
“12 bin cesedin Almanya toplama kamplarından yollandığını, üzerlerine Polonya subaylarına ait olan üniformalardan giydirildiğini”
söylediği röportajı yayınladı. Gerçekler bununla da sınırlı değil. Nürnberg mahkemelerinde, aralarında ABD, Fransız, İngiliz ve Sovyetler Birliği doktorlarından oluşan bir heyetin tüm bulguları değerlendirmesi sonucunda katliamın Naziler tarafından yapıldığı hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlandı. Ayrıca cesetlere yapılan otopsiler sırasında onlarca bağımsız gözlemci, basın mensubu da hazır bulunmuştu. Bu kanıtların bazılarını şöyle sıralayabiliriz: İnfaz edilenlerin ellerini bağlamak için kullanılan ipler ve cinayetlerde kullanılan Walter marka tabancalar Alman malıydı.
Goebbels’in
de itiraf ettiği gibi mezarların yanında Alman mühimmatları bulundu. Katledilen subayların giysileri yeniydi ve üzerlerindeki kişisel eşyaları çok az yıpranmıştı. Cesetler de yeni gömülmüş gözüküyordu. Bazı cesetlerin ceplerinde 1943 yılına ait gazete parçası ve kimlikler çıktı.
Polonya, Nazilerin işgali altındayken ve faşizme karşı direniş sürerken Sovyetler Birliği neden bu direnişçileri öldürsün? Faşistlerin cephe gerisini dağıtacak, onlara zararlar verecek bir subay topluluğunu Sovyetler Birliği neden öldürtsün?
Katien katliamıyla ilgili o dönem ciddiye dahi alınmayan bu iddiaların üzerinden 60 yıl geçtikten sonra tekrar gündeme getirilmesinin amacı nedir? Sosyalizm düşmanlığı burjuva yazarlarını yalan ve iftiraya zorluyor. Onlarca yıl önce çürütülmüş pek çok olay ve olgunun bugün cımbızla çekilip tarihsel gerçekliğinden koparılarak sanki yeni ortaya çıkmışçasına gündeme tekrar tekrar getirilmesi acizliklerinin göstergesinden başka bir şey değildir. Günümüzün burjuva yazarları yürüttükleri yalan ve karalama kampanyalarıyla Goebbels’e rahmet okutuyor.
Soru: Müttefikler hiç mi bir şey yapmadı. “Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmek” yani hiç değilse müttefiklerin Japon faşistlerini yendiğini kabul etmek gerekmiyor mu?
Cevap: Müttefikler pasifik okyanusundaki savaşta Japonlarla kıyaslanamayacak imkan ve olanaklara sahipti. Savaşın başında saldırgan Japon faşistleri kısmi başarılar elde etse de özellikle ABD’nin tükenmez kaynaklarını harekete geçirmesiyle pasifik savaşı müttefikler için adeta tatbikata dönüştü. Adalarda tamamen kuşatılıp yalnızlaştıran Japon askerleri güçler dengesindeki orantısızlık sonucu kolayca yok edildi. Ancak savaş Japon anakarasına yaklaştıkça direniş de sertleşti. Ana kuvvetlerini Çin’de tutan Japon faşistleri silah sanayi için gerekli hammadde ve maden ihtiyacını buradan ve Kuril adalarından sağlıyordu.
Japon donanmasını ve hava savunmasını çökerten müttefikler kara savaşında verecekleri kayıpları ve güçlü Kuvantung ordusunun direnişinden dolayı, savaşın gidişatının tersine dönebileceğinden endişe duyuyordu. Mançurya üzerinden Çin’i sömürgeleştiren Japon Kuvantung Ordusu, müttefiklerin büyük kara savaşları vermemiş, tecrübesiz orduları karşısında savaşı yıllara yayma kapasitesine sahipti. Bu hassas durumda Sovyetler Birliği’ne başvuran müttefikler yardım istedi. Sovyetler Birliği ise Asya’da Japon faşizmine karşı savaşan Çin, Vietnam, Kore vb. ülkelerin komünist partilerine destek olmak, onların kurtuluş savaşını başarıya ulaştırmalarına yardım etmek için bu öneriyi kabul etti.
Sovyet ve Moğol Kızılorduları birlikte çölleri aşıp kısa bir savaşın ardından yıldırım hızıyla önce Mançurya ve Çin’in bir bölümünü ardından Kore’yi kurtararak Kuvantung ordusunu darmadağın etti. Kızılordu’nun bu hızlı ilerleyişinden şaşkına dönen müttefikler Asya’da ulusal kurtuluş mücadelelerinin ani yükselişi (Vietnam, Filipinler, Endenozya vb.) karşısında telaşa kapıldı.
Japon faşistlerinin teslim olmak için Sovyetler Birliği’ne başvurması karşısında ABD, hem Sovyetler Birliği’ne hem de komünist partilerinin öncülüğünde devrim aşamasına gelen ülkelere gözdağı vermek için önce Hiroşima’ya ardından Nagazaki’ye atom bombaları attı. Savaşı zaten kaybetmiş olan Japonya yüz binlerce masum insanın katledilmesi,
milyonlarcasının da sakat kalması sonucu emperyalistlerle koşulsuz teslim anlaşmasını 2 Eylül 1945 tarihinde imzaladı.
Japon faşistlerinin yenilgisinde müttefiklerin payı nedir? Emperyalistlerin başarısı teslim olmayı çok önceden kabul etmiş bir ülkeyi, sırf Sovyetler Birliği ve diğer ülkelerin komünist partilerine gözdağı vermek için atom bombalarını sivil halka karşı acımasızca kullanmasında aranmalıdır.
Soru: AGİT’in savaşın suçunu Hitler ve Stalin’e yüklemesi doğru mudur? Gerçekten Stalin, Hitler’le karşılaştırılabilir mi?
Cevap: Günümüzde egemenler propaganda araç ve yöntemlerini o kadar geliştirdi ve çeşitlendirdi ki artık herhangi bir konu ya da kişi hakkında istenen yönde kanaat oluşturmak daha kolay hale geldi. Elde ettikleri dönemsel üstünlüğün de etkisiyle hedefe konulan kişi ya da yapının süratle enterne edilmesi sağlandığı gibi linç edilmek üzere toplumun önüne atıldığına da tanık olunuyor. Dün Saddam’ı, bugün Kaddafi’yi ya da Beşar Esad’ı Hitlerle yan yana getirip gözden düşüren ve kendi halkına linç ettirenler; bugün aynı şeyi Stalin’e de yapmayı arzuluyor. AGIT’in Hitlerle Stalin’i ya da faşizmle sosyalizmi birlikte anarak savaş suçlusu göstermeye çalışması işçilerin ve emekçilerin yükselen öfkesinin akacağı kanalları tahrip etme ya da tıkama çabasıdır. Yoksa 60 yıl sonra tarihi ters çevirip katille maktülü aynı kefeye koymak olsa olsa burjuva hukukunun şirazesi kaymış terazisinin hassasiyetini gösterir.
Sayı 35 (Şubat-Nisan 2012)