Ortadoğu’yu bir enerji ve hammadde deposu olarak gören ve bölgede askeri varlığını tahkim ederek menzil içine giren güçlere karşı saldırı konumundaki ABD, girdiği çıkar ilişkilerinin hemen hepsinde, “işbirlikçisi”nın taleplerine gerçekte kendi çıkarları çerçevesinde yaklaşmıştır. Bu K.Irak’taki Kürt yönetimi için de Türkiye’nin talepleri için de geçerlidir.
Türkiye’nin “Amerikan Irakı”nda irade kullanma girişimi, 60 yılı aşkın süredir yeni sömürgecilik içinde sınırlanmış bir ülke olduğunu unutanlarca, boyundan büyük amaçlarla ilişkilendirildi. Onaylanan tezkereye rağmen Genelkurmay başkanının “5 Kasım’ın sonucunu bekliyoruz” demesi, bir gerçekliğin dışavurumuydu. Nitekim ABD’den dönen ve “Hamdolsun, istediğimizi aldık” diyen Erdoğan’ın hamdettiği şey, medyanın günlerce manşetten verdiği amaçlardan uzak, görüntüyü kurtarmaya dönük bir manevraydı. Sel gitmiş kum kalmıştı. Zaten yıllarca sınırda veya belirli oranlarda Irak tarafında olan askeri varlığa muhtemelen sınırlı oranlarda hareket şansı da verilerek gerilme şimdilik aşılacak; geriye ise, estirilen şoven dalganın halkların değerleri ve kader birliğine bağlı ortak hareket refleksini zayıf düşüren etkisi kalacaktır.
K. Irak, D.Güreş’in “50 bin askerle girdik yine sonuç alamadık” dediği coğrafyadır. Bu süreçte de gelişmeleri doğru değerlendiren hiç kimse iddia edilen türde bir harekat veya sonuç beklemiyordu. Sonuçta yine, sermaye çevreleri farklı araç ve yöntemlerle karşı karşıya gelmiş, gerek içerde gerekse dışarıda kamuoyu desteği ve meşruiyet için, PKK eylemleri gerekçe edilmiş, şoven dalganın yükseltilmesinde bir kaldıraç olarak kullanılmıştır. Ne var ki milliyetçilik, bir bumerang gibi dönüp sahibini vuracak türden tehlikeli bir silahtır. Nitekim Genelkurmay’ın büyük oranda AKP’yi köşeye sıkıştırmak için kamçıladığı ve AKP’nin de katılmak durumunda kaldığı şoven dalga, milliyetçiliği ve ABD karşıtlığını öyle bir seviyeye taşıdı ki, taraflar bu kez yatıştırıcı hamlede ortaklaşmak zorunda kaldı. ABD’ye giden heyette bir orgeneralin bulunması, görüşme sonrasında Baykal’dan Kanaltürk’e, AKP’den emekli generallere kadar geniş yelpazede uzlaşma/yumuşama eğilimlerine rastlanması, birbirini Kürt sorunu üzerinden sıkıştırma atraksiyonlarının şimdilik doyuma ulaştığını ve ABD’nin tercihleri çerçevesinde bir uzlaşmanın sağlandığını gösteriyor.
Cumhuriyet mitinglerinden sonra çeşitli biçimlerde izlediğimiz sermaye çatışmasının bundan sonra da yeni araçlarla (AB, vb olgular üzerinden) karşımıza çıkması beklenmelidir.
Biz, belirli oranlarda gerilimi düşmüş de olsa, sürecin milliyetçi histeriyi kamçılayan yanına ayna tutmayı, muhtemel tekrarları önleme kaygısıyla öncelikli bir sorun olarak gördük.
Egemenlerin son zamanlarda istedikleri politik sonuçları elde etmek için kitlelere rol verme ve onları yedekleme tercihine daha sık başvurduğu; bunun, linçlerden büyük ölçekli gösterilere kadar çeşitli biçimler aldığı; kontrgerilla eylemlerinin de bu yöntemi güçlendirir biçimde tasarlandığı görülüyor. Aslında bu yöntemlerin hemen hiçbiri öz itibarıyla yeni değildir. Linç de provokasyonla yönlendirme de kitlelerin tepkilerini istismar ederek onları sisteme yedeklemek de geçmişte çeşitli biçimde denenmiş, egemenlerin deneyim arşivinde yer alan pratiklerdir. Örneğin Bulgaristan’da 1925 yılında devletin devrimci örgütlenmelere karşı Sredna Gora dolaylarında aldığı önlemler, egemenlerin gerektiğinde kendi koydukları yasaları nasıl hiçe saydıklarının örneklerinde sadece biridir.
“Sofya’daki birinci ve altıncı alaylar, yirmiyedinci piyade alayı, birkaç resmi polis birliği ve bunları takviye etmek için sivil polisler gönderilmiş. Bunlara ek olarak, hükümet, lümpen unsurlardan, adi suçlulardan ve her türlü deklase olmuş insanlardan, oluşmuş çapulcu gruplarını da toplayıp gönderiyordu. Yani organize askeri birlikler ve polis birliklerinden başka, hükümet, bu yasaüstü ve kontrgerilla adını verdiği soyguncu çetelerini de göndererek tüm Sredna Gora bölgesinde terör havası estirmeye başlamıştı. Bir zamanların yabancı işgalcilerinden de daha gaddar olan bu katil sürüleri, sadece tek adam kalmaksızın bütün çeteyi değil, onlara yataklık yapan ve yardım eden herkesi de öbür dünyaya göndereceklerini söyleyerek etrafa korku salıyorlardı.” (Tsola Dragoyçeva, Yenilgiden Zafere, S: 112)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi ne milliyetçilik ne de ırkçılık dünyada yeni değildir. Avrupa’da yabancı düşmanlığı, ABD’de siyahlara yönelik öldürme özgürlüğü yıllardır bilinen örneklerdendir. Son olarak bir ıslahevinde siyah derili bir çocuğu döverek öldürmekten yargılanan 7’si polis sekiz kişi ırkçı mahkeme jürisi tarafından 90 dakika içinde suçsuz bulundu. Ailenin avukatının mahkemeden sonraki “Köpeği öldürürseniz hapse girersiniz, ama küçük siyah bir çocuğu öldürürseniz bir şey olmaz” biçimindeki sözleri ABD’de ırkçılığın boyutuna işaret ediyordu. Türkiye de bu konuda kabarık bir sicile sahiptir. Ne var ki olguların arka planının, dolayısıyla da müsebbiplerinin görülebilmesi, yaşandığı tarihsel bağlamdan koparılmadan ve sokaktaki görüntüyle yetinmeden değerlendirme yapmayı gerektiriyor. Bu konuda yapılan değerlendirmelerin ağacı öne çıkarıp ormanı ıskalar duruma düşmemesi, mücadele ve hedefler açısından önemlidir. Örneğin, 15 yıla yayılmış sıcak çatışma döneminde dahi bugünküne benzer linçlerin olmadığından hareketle sorunu bütünüyle güne dair nedenlerle açıklamak, bütünlüklü değerlendirme yapabilme şansını zayıflatır. Uluslar arası sermayenin küresel saldırılarının ulusal çerçevede önlem ve refleksleri tetiklediği doğrudur. Ne var ki Türkiye’de 6-7 Eylül 1955’te olduğu gibi geçmişte çok daha büyük çaplı linçlerin yaşanmış olması, konjonktürel nedenlerden öte provokatif iradenin rolünün belirleyici olduğunu gösteriyor.
George Orwell’in, “1984”ünde olduğu gibi toplumun sürekli olarak başka toplumlarla savaşta olduğu yalanıyla manipüle edilmesine benzer şekilde ülkemizde de hemen her dönem iç ve dış düşman olgusu üzerinden yönlendirme yapılmıştır.
Türkiye’de bir süredir sokaklarda estirilen şovenist histerinin gerçek müsebbipleriyle, yönvericileriyle yakın ilişki ve çıkar örtüşmesi içinde bulunan Mehmet Ali Birand 29.10.07 tarihli Milliyet’teki makalesinde “Bazen günlük olayların heyecanına kapılıyoruz ve işin perde arkasındaki gelişmeleri göremiyoruz” dedikten sonra görünürde PKK ile sürdürülen kavganın arka planını değerlendiriyor.
“TV ekranlarında izlediğimiz çatışma sahnelerinde, tüm kavganın PKK ile olduğu sanılıyor. Doğrudur, dış görünüşte kavga PKK ile ilgili. Ancak, işin bir de perde arkası var ki, olayın o yönünü sadece işin uzmanları izliyorlar.”(…)
” Kuzey Irak’ın bağımsızlık niyetlerine engel olunmak isteniyor. PKK bunun için en önemli gerekçe. Türk Silahlı Kuvvetleri, PKK terörünü şu veya bu şekilde kontrol altında tutabileceğini, Kuzey Irak’ın bir defa bağımsızlığa kavuşması halindeyse her şeyin kontrolden çıkacağını öngörüyor. Kuzey Irak’ın cazibe merkezi olmaktan çıkarılmasının imkansızlaşacağına inanıyor. Üstelik Ankara, PKK Kuzey Irak’tan atılsa dahi Türkiye’deki suikastlarının bitmeyeceğini de bildiği için, Kuzey Irak bağımsızlığına, PKK’dan daha çok önem veriyor…”
İşte M. Ali Birand’ın değimiyle dış görünüşte PKK ile ilgili olan ve gerçekte sınır ötesinden çok sınır içini bombalama ve taciz olarak yaşanan kavganın burjuva medya tarafından fanatik futbol taraftarlarına rahmet okutacak bir edayla sunularak aklı devre dışı bırakan histeriyi kamçılaması, medyanın tekelci niteliği (sınıfsal duruşu) gereği anlaşılır bir durumdur. Asıl anlaşılması güç olan, sol kimlikle gelişmeleri yanlış okuyan ve sonuçta (niyetten bağımsız da olsa) söz ve eylemiyle milliyetçi histerinin debisine güç katan kesimlerin tutumudur.
ÖDP’den aktarıyoruz:
“PKK’nın saldırılarını sürdürmesinin hiç bir meşru nedeni olmadığını ve silah bırakması gerektiğini bir kez daha söylüyoruz.
PKK saldırılarının, TBMM zeminindeki barışçıl çözüm fırsatını sabote ettiğini düşünüyoruz. Bu fırsatın heba edilmesi ihtimalinden kaygılıyız.” Ufuk Uras ÖDP Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili 22 Ekim 2007)
PKK’nin bugünkü duruşunun ve eylem çizgisinin Kürt halkının demokratik taleplerine ne denli hizmet ettiği ayrı bir tartışma konusudur. PKK bu açıdan eleştirilebilir. Ne var ki yukarıdaki gibi eylemlerinin “hiç bir meşru nedeni olmadığını” söylemek bu ülkede bir Kürt sorunu olduğunu da yadsımaktır.
Benzer şekilde silah denince sadece PKK’nin elindekini görmek ve salt onun bırakılmasını talep etmek, kavganın iki taraflı olduğunu, silahın da bu kavganın enstrümanlarından biri olduğu gerçeğini ıskalamaktır. “TBMM zeminindeki barışçıl çözüm fırsatı” olduğu iddiası ise, sınıfların niteliğinden devletin yapısına kadar konuyla ilintili hemen her olgunun yanlış değerlendirildiğinin göstergesidir.
Gelişmeleri “PKK’nin ülkeyi Ortadoğu’ya çekme girişimi” olarak değerlendiren Halkevleri de sadece yanlış okuma yapmış olmakla kalmıyor aynı zamanda ancak bir burjuva gazetede rastlanabilecek şekilde akıldışı bir amacı PKK’ye atfetmiş oluyor.
Milliyetçi histeriyi yönlendiren egemen koronun anahtar kelimesinin “terör” olduğuna bakmaksızın aynı zaman dilimi içinde PKK’yi hedefine almış terör açıklamaları yapmak, söz konusu koroyu besleyen bir işlev görür. Bu durum, TKP için de TTB için de geçerlidir.
MAŞA DA ONU TUTAN EL DE SUÇLUDUR
Arabesk müzik dinleyen, futbol maçlarında takımı için tezahüratı ölüm tonunda yapan, ama yenilgi halinde aynı takımın oyuncularına öldüresiye saldıran; kolay vuran, kolay kıran, sevgisiz, başarıya aç, düşüncelerinden çok güdüleriyle hareket eden kolay yönlendirilebilir insan, haksız rejimlerin tercih ettiği insandır. Bu insan, faşizm için sosyal taban, egemen politikalar için bir çeşit dolgu maddesidir. Gerçekte mutsuz, kendine güvensiz ve zayıftır. Uzun vadeli yaşamsal planları yoktur. Bu nedenle duyduğu ruhsal açlığın doyurulması için, metafizik olgular, akıl açısından bir hayli fakir ritüeller bile yeterlidir. Kendi sesiyle kendini ajite eden, adeta yaydığı kokunun esiri olan, galeyana gelmeye hazır bu kitle tabii ki suçsuz değildir. Burada gerçek suçlu, onu bu duruma getiren sistem olsa da onun bu halini yargılamak, olumsuzlayıp yadsımak ve değişimini istemek doğru ve gereklidir.
Sistem sahipleri konjonktürel kimi durumlarda söz konusu lümpen kesimden şikayetçi olsa da bu genellikle geçicidir. Sömürünün haksızlığı, haksızlığın baskıyı beraberinde getirmesi, egemen çevreler arasındaki çelişmelerde kolay yönlendirilebilen bir kitleye ihtiyaç duyulması ve nihayetinde yalanın burjuva siyaset zemininin vazgeçilmez bileşeni olması, egemenlerin her dönem, popüler kültürle gelişimi sınırlanmış insana ihtiyaç duymalarını beraberinde getiriyor.
Alman faşizminin Milli Eğitim ve Propaganda Bakanı Göbels’in “yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkar” sözleri, ezenlerin yönetirken bilime veya doğrulara ne denli uzak durduğunu gösteren bir veridir.
İnsanlar içi karararak tek renge bürünmüş, güruhlar halinde, koşullandıkları hedeflere saldırırken ve dolayısıyla insanlığını yitirirken, gelişmeleri edilgin bir konumda izleyen hangimiz insan kalabiliyoruz? Bu durum, Theodor W. Adorno’ya atfedilen “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” yargısını veya “hepimiz katiliz” diyen Jean Paul Sartre’ı anımsatıyor.
OHAL’leri, JİTEM’leri, kirli savaşın gereği akıl sınırlarını zorlayan vahşeti, Susurluk fosseptiğinden ortalığa saçılanları unutup cumhuriyet mitinglerinde haki renkli iradenin arkasında saf tutan hangimizin hafıza sağlığından söz edilebilir?
Bugüne dek sistemin hemen her şamarını yemiş, asker doğduğuna ve üstün bir ırktan olduğuna inanan erkeğin egemenliğine yaşamının hemen her karesinde maruz kalmış kadınlarımız, “bizi de askere götürün” diye slogan atıyorsa; bu akıl tutulmasının ve basiret bağlanmasının tek sorumlusu onlar olabilir mi?
Ortaöğrenim yaşında çocuklar, sokağa taşan “kırmızı–beyaz” cinnete bir oyun edasıyla katılıp bir anlamda çocukluğunu yitirirken; bu gelişmelerden kimin sorumlu olduğuna kafa yormazsak; daha vahim tekrarlara göz yummuş olmaz mıyız?
Yasayla zapturapt altına alınan, dinle afyonlanan ve böylece ücretli köleliğe rıza gösterir hale getirilen emekçilerin önemli bir kısmı; din istismarına güç veriyor ve yeni baskı yasalarının çıkarılması niyetine güç katıyorsa; bu durumu, emekçilerin eğitim ve kültür düzeyleriyle gerekçelemek ne denli doğru olur?
Gerçek suçluyu ve dolayısıyla sorunun kaynağını göstermek için, maşa konumundakileri, infazcıları suçsuz olarak gören bir bakış açısı vardır. Bizler de örneğin halka karşı linç eyleminde bulunan kesimleri suçsuz görmesek de gerçek suçlunun sokaklarda değil yönlendirici adreslerde aranması gerektiğini düşünüyoruz. Devletin etkili ve yetkili kademelerinde yer alan ve halka karşı etkinlik itibarıyla CV’leri bir hayli kabarık olan kesimlerin öz geçmişi, milliyetçi histerinin kökenini dolayısıyla da suçluyu eleveren verilerle doludur.
Birinci Yeniden Paylaşım Savaşı sırasında fiziki olarak tasfiye edilen Ermenilerden sonra, “rejimin bekası” için azınlıkların, özellikle de Kürtlerin hedefe konduğu biliniyor.
1930’lu yıllarda tonunu da saldırganlığını da arttıran milliyetçilik, “Güneş Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi” ile ırkçı karakterine teorik temeller de kazandırdı. Türklerin en üstün ırk olduğu, resmi ideolojinin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bu resmi duruş çerçevesinde başbakan İsmet İnönü, 1930 yılında Ağrı İsyanı için “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” demiş; ayaklanma bastırıldıktan sonra da Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, “Bu iki ırkın savaşıdır, ne ilktir ne de son olacaktır” mesajını vermiştir. Bu, aynı zamanda gelecekte bu çerçevede gelişecek hak taleplerine karşı resmi duruşun nasıl olacağının tarifiydi. Bakan’ın “saf Türkler” dışındakilere yakışık gördüğü konum ise, kafatasçılığa varan ırkçılığın neden tesadüf olmadığının göstergelerinden biridir.
“Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta bu dağlar bu hakikati böyle bilsin.”
MİLLİYETÇİLİĞİN EZİLEN ULUSA DA BİR YARARI YOKTUR
Kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla beraber ilerici niteliğini bütünüyle yitiren burjuvazi için milliyetçiliğin de işlevi değişmiştir. Mahir Çayan bu durumu, “burjuvazi ‘ vatan, millet bayrağını’ geminin bordosundan aşağıya attı.” biçiminde ifade eder. Yine bu dönem için “sermayenin vatanı yoktur” sözü uluslar arası tekelerin çıkarlarının ortaklaşmasını tanımlar. Bu dönemde milliyetçilik ırkçılığa daha çok yakınlaşmıştır. Emperyalist paylaşım savaşları dahil çeşitli dönemlerde demagojik amaçlarla kullanılan milliyetçilik, şoven bir içerik kazanmış, özellikle de ezen ulus milliyetçiliği olarak karşımıza çıkmıştır.
Ezilen ulus milliyetçiliğinin, ezen ulus milliyetçiliği ile aynı kefeye konulamayacağından hareketle örneğin Kürt milliyetçiliği kimi çevrelerce hoşgörülebiliyor. Gerçekte ise bugün artık, ezen ulus milliyetçiliği ile aynı kefeye konmasa da milliyetçiliğin ezilen ulusa da bir yararı yoktur.
Milliyetçiliğin halklar arasında ayrım koyan niteliği yerine emekçilerin kardeşliğinin öne çıkarılması, proleter devrimin niteliği gereği de bir zorunluluktur. Marks, yaklaşık 160 yıl önce “halklar arasındaki ulusal farklılıklar” için “her geçen gün biraz daha yok oluyor.” demiş ve ” proletaryanın egemenliği ile daha çabuk yok olacağı” öngörüsünde bulunmuştu.
“İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şeyi alamayız. Proletarya, herşeyden önce, siyasal gücü ele geçirmek, ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğuna göre, kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil.
Halklar arasındaki ulusal farklılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişmesi ile, ticaret özgürlüğü ile, dünya pazarı ile, üretim biçimindeki ve buna tekabül eden yaşam koşullarındaki tekdüzelik ile her geçen gün biraz daha yok oluyor.
Proletaryanın egemenliği, bunları daha da çabuk yokedecektir. Eylem birliği, en azından önde gelen uygar ülkelerinki, proletaryanın kurtuluşunun ilk koşullarından biridir.
Kişinin bir başkası tarafından sömürülmesine son verildiği ölçüde, bir ulusun bir başkası tarafından sömürülmesine de son verilmiş olacaktır. Ulus içindeki sınıflar arası karşıtlığın kalkması ölçüsünde bir ulusun bir başkasına düşmanlığı da son bulacaktır.” (Komünist Manifesto)
*MİLLİYETÇİ HİSTERİ İNSANDIŞILAŞTIRIR
*LİNÇ FAŞİZMİN KÜLTÜRÜDÜR
*FAŞİZMİN OYUNUNA GELMEYELİM HALKLAR KARDEŞTİR
12 Kasım 2007
Devrimci Hareket
Sayı 25 (Aralık 2007 – Şubat 2008)