Sistemin kendi doğal krizi giderek derinleşirken, neredeyse 100 yıl öncesinin toplumsal gerçekliğine hayran kalınması insana dair yaşanmış/yaratılmış güzellikler sebebiyledir.
Bilindiği gibi günümüz koşullarında güzele ve insanlığa ait talep edilen her hak, burjuvazi tarafından yapılamaz, edilemez gibi geçiştirmelerle set çekilip engellenmeye çalışılır. Bu yüzden devrimciler, insanlığın hakkını savunma mücadelesinde egemenlerden talepte bulunmak yerine adeta söküp koparma eylemini tercih etmiş ve insana dair ne kadar güzellik varsa kendi elleriyle şekillendirmişlerdir. Bilinmektedir ki egemenler ezilenlere hak vermek şöyle dursun tam tersine varolan hakların ortadan kaldırılması gayretindedirler.
Günümüzde bu bilimsel olguya rağmen hem demokrasi adı altında hem de hümanizm savunusu sanıyla Kapitalizm koşulları içerisinde insan hakkı arama gayretleri yoğunlaşmış durumda. Hatta kimileri bu faaliyetleri evrensel normlar olarak ele alırken(insan hakları, hümanizm vb.) kapitalizmi de sosyalizmi de aynı kefeye koymaktan çekinmemekte kimi zaman ise sosyalist pratikleri salt bir diktatörlük tanımlamasıyla eleştirmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla bu anlayış her ne kadar hümanizm maskesiyle ortaya çıksa da özünde egemen manipülasyonun gelişmesine payanda işlevi görmektedir.
Kapitalizm koşulları içerisinde aranıp bulunmaya çalışılan, ancak bu sistem ile arasında uzlaşmaz bir çelişki bulunan insan hakları da dahil ne varsa emekçilerin bedel ödeyen mücadeleleri ile elde edilmiştir. Hatta daha ileri bir ifade ile emperyalist/kapitalist sistem içerisinde hümanizm yada insan haklarına dair küçücük bir kırıntı aramak dahi sadaka kültürü ile eşdeğer anlamdadır. Bugün Filistin ya da Somali halkına yardım adı altında kapitalizmin temel ideolojik araçları olan İHH (İnsan Hakları Hareketi) veya Deniz Feneri Derneği gibi oluşumlara itibar edilmesi de sadaka kültürünün ne kadar yaygınlaştığının ifadesidir.
Topluma dayatılan kulluk yazgısının kalıcılığını kolaylaştıran ve topluma yoksulluğu bir kader olarak sunan her faaliyet sınıflı toplumların niteliğini ortaya koyduğu gibi egemenlerin “Yazgına razı olacaksın seni yönetenler ne isterse o oranda, o düzeyde bir yaşam alanına/şekline sahip olacaksın”söylemleriyle, birçok araç kullanılarak (kiliseler, cemaatler, eğitim kurumları vb.) emekçi halkta içselleştirilmeye çalışılır. Zira Emperyalist-kapitalist sistem insana dair ne varsa kar hırsı ile yok etme peşindedir. Ve Karl Marks, “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” derken bu sistemin temel niteliğine vurgu yapar.
Günümüzde kapitalizm içinde çözüm arama gayretleri yoğunlaşırken, sosyalizme yada devrimciliğe dair atıflarda bulunularak “özgürlükçü sosyalizm”, “özgürlükçü devrimciler” gibi aslında kavramın kendi varlığını inkar eden sloganlarla karşılaşıyoruz. Ekim devrimi eleştirileri ile başlayan, dahası sosyalizmin temel özgürlükleri kısıtladığına dair söylemlerde ifadesini bulan yaklaşımların ise (Troçkizm, Anarşizm vb.) 1980’lerden bu yana revaçta olduğu görülür. Hatta kimileri tarafından “geçmişi aşabilme” söylemleri devrimci değerleri sulandırmaya kadar varabiliyor. Böylece farkında olarak yada olmayarak karşıtına öykünen bir biçim de ortaya çıkıyor. Dolayısıyla sol değerlerimizi savunma gayreti göstermek bir zorunluluk halini almaya başlıyor.
Bu her ne kadar emperyalist kapitalist sistemin neo liberal etkisinden kaynaklanıyor olsa da büyük oranda solun içinde bulunduğu üretim kısırlığı ve kafa bulanıklığı sebebiyledir. Oysa bilinmektedir ki geçmişin eleştirisi, “eskinin” ışığında yeniyi yaratabilmekle mümkündür. Bu bağlamda değerlendirerek bizler; neredeyse 100 yıl geçmiş olsada yaratılan güzelliklerin dün olduğu gibi bugün de kafalardaki “Ne Yapmalı?” sorusuna yeterince yanıt verdiğini düşünüyoruz.
EĞİTİM EGEMENLERİN ELİNDE YANILTICI BİR ARACA DÖNÜŞTÜRÜLÜRKEN DEVRİMCİ LERİN ELİNDE GELECEĞİN DOKUYUCUSU OLUR
Toplumlar tarihinde öyle olaylar vardır ki neredeyse bir asrı geçmiş olsada etkisini tüm canlılığıyla korur. Bazı durumlarda insanların çektikleri acılar, katlandıkları fedakârlıklar, kendilerinden sonra gelen kuşaklara yol gösterici olabiliyor ve onları daha mutlu, özgür, sağlıklı bir yaşama kavuşturacak kaldıraç haline gelebiliyor. İşte bu kaldıraçlardan biri de 1917 Sovyet Devrimi’dir.
1917 Rusya’sında kazanılan o büyük zafer ile birlikte, aynı zamanda dünya tarihinde de yeni bir sayfa açıldı. Tarih sahnesinde yerini alan Rus işçileri ve köylüleri, dünya emekçilerinin kurtuluşunun simgesi haline geldiler. Milyonlarca işçinin ve köylünün kadın erkek ayırt etmeksizin elele giriştikleri bu mücadele, zorluklarla savaşımın simgesi, sosyalizmi inşa etme ve insana dair güzellikleri yaratma anlamında ise bir cesaret örneği oluşturdu.
Salt eğitim, sağlık ve kadın sorununa yönelik atılan adımlar dahi bu konuda ne kadar başarılı olunduğunun ifadesidir. Rusya’da Ekim devrimi sonrasında eğitimin sosyalist insanı yetiştirmede önemli bir araç haline dönüştürülmesi, yalnızca bireyin eğitimini kapsamıyor, aynı zamanda üretimin büyük oranda artırılması ve kadının kurtuluşu gibi birçok soruna çözüm aranıyordu. Devrimin hemen sonrasında eğitimin, yüksek öğrenimde dahil parasız hale getirilmesi, eğitimde atılımın ilk basamağını oluşturuyor, bununla yetinilmiyor ve tek başına çözüm olarak görülmeyen bu atılım daha sonra 1918 yılında Lenin’inde katılımı ve önerileri ile birlikte zenginleşen 8. parti kongresinde ülkedeki okuryazar oranını artırmak için bir seferberliğin başlanmasına yönelik duruşu da şekillendiriyordu.
Örneğin, Ekim devrimi öncesi, Çarlık Rusya’sının verileri Rus Halkının okuryazar oranının % 28,4 olduğunu gösterir. 1926 yılına ait verilere bakıldığında ise bu oranın %56,6 ya çıktığı görülürken, 1939 yılında ise bu oran neredeyse tüm Sovyet yurttaşlarının okuryazar hale geldiğinin göstergesi olur.
1917 Ekim Devrimi ile birlikte ülke ekonomisinin gelişmesi ve bu ekonomik düzenlemelerin halkın ihtiyacına göre tasarlanması, Sovyetler Birliği’nde tüm kesimlerin üretim sürecine dâhil olmasını beraberinde getirdi. 1929 krizinde işçiler birer birer sokağa atılırken Sovyetler Birliği’nde ise işsizlik tarihe karışıyordu. Örneğin kadınların özgürleşmesi anlamında oldukça olumlu bir örnek olan “kadınların üretim sürecine katılması” üretim anlamında büyük bir ihtiyacın karşılanmasına araç olurken, yeni insanın yaratılması bağlamında önemli adımların atılmasına da neden oldu. Kadının kulluk yazgısı silinerek yerini emeğin güzelliklerine bıraktı. Devrim ile birlikte sosyalist eğitim sistemi ülkenin ekonomik, sosyal-kültürel ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte ele alınmaya başlandı. Eğitim üretim ile iç içe geçiyor ve hayatın her alanında yansımasını bulacak şekilde düzenleniyordu. Örneğin eğitimde kapsama alanı 0–3 yaş arası çocukların kreşlerde eğitilmelerinden, en üst düzeydeki bilimsel çalışmalara dek varan bir bütünsellik içermekteydi.
SSCB’de eğitim politikaları 7-17 yaşlar arasında zorunlu ve parasız olarak ele alınıyordu. Eğitimde mühendislik ve hemen her bilim dalına ağırlık verilirken, güzel sanatlar, özellikle de bale ve müzik eğitimi en çok önem verilen eğitim alanlarını oluşturuyordu. Ayrıca Spor çalışmaları da desteklenmekte, gençler spor yapmaya teşvik edilirken, bu alandaki beceriler, devlet okulları ve spor akademileri tarafından özel eğitime ve gelişime tabi tutulmaktaydı.
Ülkede çok sayıda yetişkin ise yükseköğrenimini gece okullarında sürdürme şansına sahipti. D eğişik gelenek, kültür ve dili olan birçok ulusun yaşadığı bu coğrafyada eğitimin her halkın anadilinde yapıl masına özen gösterilmiş, aynı zamanda okullarda resmi dil olan Rusça öğretil mesi de karar altına alınmıştı.
Eğitim, azınlık gruplarından ve değişik uluslardan milyonlarca çocuğun SSCB yurttaşı olarak yetiştirilmesi öngörülerek ele alınıyordu. Bu uygulamalar ise anayasa tarafından güvence altına alınarak şu şekilde ifade ediliyordu.
SSCB yurttaşları eğitim hakkına sahiptir. Bu hak, evrensel, zorunlu ilköğretim; yüksek öğretim dahil olmak üzere ücretsiz eğitim; üniversite ve yüksek okullardaki öğrencilerin büyük çoğunluğu için devlet bursu; okullarda anadilde eğitim verilmesi; ve emekçilerin fabrikalarda, devlet çiftliklerinde, makine ve traktör istasyonları ile kolektif çiftliklerde ücretsiz mesleki, teknik ve agronomik eğitim organizasyonları ile güvence altına alınmıştır.” (Bkz. 1936 SSCB Anayasası 121. madde)
Ekim devrimi ile beraber sağlık alanında ise önemli adımlar atılmış, çoğunlukla parası olanların bakılabildikleri sağlık kurumları, parası olanın ilaç temin edebildiği eczaneler kısa sürede kapatılmış, halk adına devlet tarafından kamulaştırılmış, tamamıyla yeniden düzenlenir hale getirilmişti. Aşılama zorunlu ve ücretsiz bir hizmet olarak düzenlenmişti. İnsan sağlığını tehdit eden tüm düzensizlikler yeniden ele alınmaya başlanmış, salgın hastalığa neden olan kanalizasyon ve altyapı hizmetleri 6 ay gibi kısa bir sürede yeniden inşa edilmişti.
Gecekondular yerine insanların daha sağlıklı yaşayabilecekleri konutlar inşa edilmeye başlanmış, tüm bu konutların yakınına kreşler, anaokulları ve gıda maddesi gereksinimini karşılayacak kooperatifler açılmıştı. Kapitalist sistemde neredeyse imkansız olarak görülen tüm ihtiyaçlar, insanlık tarafından insanlık için yeniden düzenlenmişti.
Tüm bu hizmetlerin denetimi ve takibi sanitasyon denetim birlikleri tarafından gözlemlenmekteydi. Sanitasyon, hijyen ve sağlık koşullarının en yüksek düzeyde oluşturulması ve devam ettirilmesi anlamında uygulamalı bir bilim dalıdır. Bugün ülkemizde domuz gribinin yaygınlaşması konusunda kolonyalı mendil kullanımıyla salgın hastalık önlemeye yönelik çözümlere yada ne olduğu belli olmayan kimyasallarla sadece bir defaya mahsus okul ilaçlama ile geçiştirilecek dezenfektasyon işlemlerine tanık oluyoruz. Aynı zihniyetin kuş gribi salgını konusundaki çözümü ise kanatlı hayvan imhasıydı. Bu bağlamda günümüzden onca yıl önce Sovyetlerde Sanitasyon denetim birliklerinin kurulmuş olması ve bu birliklerin gönüllü çalışanlar da dahil hemen hemen toplumun nefes aldığı her alanda görevlerini yerine getirmesi, insana verilen değerle ilintilidir. Bu hizmetler ile birlikte sağlıklı yaşam koşullarının yaratılması ve toplumun yiyecek içecek vb ihtiyaçlarının bilimsel ve hijyenik olarak sağlanması amaçlanmıştı. Bununla da yetinilmemiş, Ulusal bir sağlık kayıt sistemi oluşturulmuş, 1917’den beri sağlık verileri kayıt altına alınmıştır. 1920 yılında bünyesinde, Sanitasyon ve Hijyen Enstitüsü, Mikrobiyoloji Enstitüsü, Beslenme Fizyoloji Enstitüsü, Biyokimya Enstitüsü, Verem Enstitüsü bulunan Halk Sağlığı Hizmetleri Enstitüsü kurulmuş ve ücretsiz olarak halka hizmet etmiştir.
Bugün ülkemizde doğan her çocuk borçlu olarak doğmaktadır. Hatta kimileri bu “şansı” dahi yakalayamamakta bebek ölümleri tıp fakültelerinde dahi seri cinayetlere dönüşebilmektedir. Dolayısıyla kara dayalı sistemlerin bebeklere dahi tahammül edememesi kapitalizmin çirkin yüzünü göstermeye yetiyor da artıyor.
SOVYETLERDE ÇOCUK BAKIMI VE EĞİTİMİ (KREŞLER)
Ekim devrimi öncesinde varolan iş yasası bırakalım kadınları kapsamayı, kadınların yüzde 95’i sağlık hizmeti alamazdı. Bu nedenle salt bu kurumsallaşma dahi toplumun neredeyse tüm alanlarında hissedilir olumlu etkiler yarattı. Örneğin kreşler ve çocuk yuvalarının açılması bunun en önde gelen uygulamalarındandı. Bu uygulamalar sadece şehirleri kapsamakla kalmıyor kırsal kesimde de yansımasını buluyor ve kırsal kesimlerde hasat zamanı yada üretimin yoğun olduğu zamanlara yönelik kreşler ve çocuk yuvaları da açılıyordu.
Sovyetler Birliğinde çocuklar, devletin ücretsiz doğumevlerinde doğardı. Çocuğun bakımına, çok sayıda kreş ve çocuk bahçesiyle devlet destek olurdu. Kreş ve çocuk bahçeleri kentlerden köylere ve kollektif çiftliklere (kolhozlar) kadar yayılmıştı. Burada diğer bir önemli gelişme ise yasalar ile garanti altına alınan kadın ve erkeğin eşitliğinin pratik anlamda da yansımasını bulmasıydı. Zira kreş vb. gibi kurumsallaşmalar aynı zamanda toplumsal anlamda kadın ve erkek arasındaki ayrımı silikleştirerek kadınların, kozmolojiden, makinistliğe kadar her alanda uzmanlaşmasının ortamını da yaratan etkenlerden biriydi.
1936 Anayasası kadının kurtuluşunu şu şekilde temellendiriyordu. “…Kadınlar, ekonomik kültürel, sosyal ve politik yaşamın ve devlet yaşamının bütün alanlarında erkeklerle eşit haklara sahiptirler… kadınlar, ana ve çocuğunun çıkarlarının devletçe korunması, ücretli doğum izni ve bir doğum evleri, yuvalar ve kreşler ağının sağlanması hakkına sahiptirler…”(Bkz..Stalin. j.Murphy.Bilim ve Sosyalizm Yayı nları)
Daha 1917 sonrasında ele alınan sağlık hakkının yasalaştırılması/temel hak haline getirilmesi, eğitimin parasız hale getirilmesi, vb gibi uygulamalar, aradan bunca yıl geçmesine rağmen emperyalist kapitalist cephe içerisinde işbirlikçi rolünü inatla koruyan ülkemizde ise seçim söylemleri arasında ancak bir palavra olarak dillendirilebiliyor.
Bilindiği gibi Sovyetlerin varlığı bir çok Avrupa ülkesi yada yeni sömürge ülkede emekçilere çeşitli hakların verilmesi anlamında önemli rol oynadı. Sosyal güvenlikten devlet okullarının varlığına kadar birçok gelişme bir anlamda Sovyetlerin dünyadaki etkisi ile kapitalist ülkelerde de uygulanmaya başlandı. Sınırlıda olsa bu haklar emekçiler lehinde önemli gelişmelerdi.
Birçok ülkede de kadınlara tanınan “güvenli iş” ya da “çocuklar için kreş hakkı” da bu kapsamdaki işleyişlerdi. Özellikle reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte gerçek maskesini yüzüne takan kapitalist ülkelerin tüm bu sosyal hakları birer birer tırpanladığını görüyoruz. Bugün adeta meydan boşaldığı için kadınları “geleneksel” anlayışla yeniden evlerine hapseden bir süreçle karşı karşıyayız. Üstelik tüm bunlar “esnek üretim”, “ev işçiliği” gibi burjuva argümanlarla temellendirilmeye çalışılıyor. Dünyanın gelişmiş birçok ülkesinde kreş hakkından doğum izinlerine kadar sosyal haklar emekçilerin ellerinden alınmıştır. Tüm bu koşullar altında evlere hapsolan kadınlarımızın sayısı ise günden güne artarken emekçi kadınlarımızın hamile olarak çalıştırıldıkları, sigortalarının ödenmediği ve fabrikalarda iş kazalarında yaşamlarını yitirişlerine de sıkça rastlıyoruz.
Tam da bu egemen temellendirmenin etkisinde kalan kimi solcularımızın ise esnek üretime dair hakların tanınması yada ev işçiliğinin kutsallığından bahsederek çeşitli haklar talep etme yolunu tercih etmesi ise solun etkisizliği ile örtüşecek gelişmeler olarak başka bir yazı konusu olmayı gerektiriyor. Zira Sömürüyü ev işçiliği yada ev kadını ayrımı yapmadan kapitalizmin çirkin yüzü olarak ifade etmek hedefin ıskalanmaması açısından önem taşır. Çünkü varolan sömürü biçimi ev işçiliği sömürüsünün çok ötesinde bir anlam ifade eder. Tabiî ki bugün egemen sömürü politikaları yüzünden eve hapsolan kadınlarımızın hakları da savunulmalıdır. Ancak sorun salt ev işçiliğine dayalı sömürü olarak ele alındığında sorunun özü ıskalanmış olacak, ağaca bakıp ormanı görememe gerçekliği ortaya çıkacaktır. Önemli olan kadınların üretim sürecine dahil edilmeyip adeta ev hapsine maruz kalmalarına dikkat çekmek, işsizliğe vurgu yapmak ve kadınların üretimin her alanında (bilimsel çalışmalardan kalifiye ve ağır sanayiye kadar) yer almalarını sağlayacak söylemlerin ön plana çıkarılmasını sağlamaktır.
Kadının kurtuluşu çeşitli tanımlama tartışmalarıyla değil kapitalizme karşı topyekûn bir mücadeleyle olgunlaşır
Sovyetlerin dağılması ve sosyalizmin yerine kapitalizmin tercih edildiği dönemlerde, iktidarda bulunan Gorbaçov’un Perestroyka (Yeniden yapılanma/kapitalizme dönüş) safsatalarının içerisinde kadın emeğini dıştalayıcı önlemlere başvurulması da kar hırsının ifadesidir.
Yapılanlar ise ideolojik olandan fiziksel dönüşüme geçişin pratik izdüşümüdür. Yani Kapitalizme dönüşün gerçek adıdır. Gerek kreşlerin kapatılması gerekse kadın emeğini dışlayan Gorbaçov’un bu duruma ilişkin gerekçeleri ise çocukları dahi güldürecek bahanelerdir. Kadın emeğinin toplumsal ihtiyaçlar bağlamında değerlendirilmesini ve kadının kulluk yazgısının bu sayede silinmesini, özeleştiriyle değerlendiren Gorbaçov “Kadınların özel haklarına ve anne, yuvanın yapıcısı, çocukların vazgeçilmez eğiticisi olarak ihtiyaçlarına gereken dikkati gösteremedik…”,”evdeki günlük i şlerini yapmak, çocuklarını yetiştirmek ve hoş bir aile atmosferi yaratmak için zaman bulamadılar ve birçok ahlaki sorunun varlığı da kısmen aile bağlarının zayıflamasından kaynaklanıyor. İşte bu yüzden Perestroyka sürecinde kadınların sırf kadınlık görevlerine dönebilmeleri için neler yapılabileceğine dair kafa yoruyoruz” diyerek toplumsal çöküşün “nedenini” de kadınların üretim sürecinin içinde olup çocuklarıyla ilgilenmemesine bağlıyordu.(Bkz Gorbaçov, Perestroyka, Güne ş Yayınları s.121)
Toplumsal ve ahlaki çöküşün nedenini bizler çok iyi biliyoruz. Alınan kapitalist önlemler Sovyet halkının geleceğini ne oranda, nasıl değiştirdi yaşanan tüm pratikler fazlasıyla gözler önüne sermiştir.
Petersburg’dan Türkmenistan’a kadar uzanan geniş bir yelpazede hayata geçirilen uygulamalar yapılamaz denilenin ne kadar kolay başarabildiğinin göstergesidir.
Türkmenistan’da Sovyetler eliyle gerçekleşen uygulamalara baktığımızda kadınlar için doğum izninin 3 Yıl’a çıkarılmış olduğunu görürüz. Türkmenistan’ın bütün köylerinde kreş hizmeti uygulanmış, 6 aylıktan okul çağına kadar bütün çocukların ücretsiz olarak buralarda yetiştirilmeleri sağlanmıştır. Aynı zamanda bölgelerin özelliklerine göre bakım/eğitim ulusların kültürel zenginliklerine zarar vermeden uygulanıyor, konuşma dili Kreşlerin (köylülerin) talebine göre uygulanıyordu. Sadece Türkmenistan’da yapılan 1987 sayımında 161 bin kreş olduğu belirtilmektedir. (1) Buda neredeyse her yerleşim biriminde bir kaç kreş olduğunun ifadesi anlamına geliyor.
GÜNÜMÜZ DEVRİMCİ ÖRNEĞİ KÜBA
Eğitimin günümüz koşullarında tamamıyla paralı hale getirildiği, bunun yanında özellikle kreş ve anaokulları olarak tanımlanan okul öncesi “hizmet” sağlayan kuruluşların adeta birer para sayma makinesi gibi çalıştığı bilinmektedir. Emekçi kadınların bu anlamda aldıkları ücretlerin neredeyse yarısı bu tür eğitim kurumlarına harcanmaktadır. Oysaki sosyalist deneyimlerin bize gösterdiği en önemli başarılardan biri de eğitim ve öğretimin her alanda ücretsiz ve kamusal hizmet olarak verilmesi örneğidir. Bu örneklerden bir diğeri de Küba’dır.
Küba yasalarına göre eğitim bütün çocuklar için bir hak olarak görülmektedir.
Küba’da çocukların 45 günlükten 5 yaşına kadar bakılabildiği okul öncesi eğitimi de kapsayan kreşler, genel anlamda çalışan annelerin çocuklarına bakmak ve eğitmektedir. Aynı zamanda engelli çocuklara ise ücretsiz özel eğitimde verilmektedir. 1984–85 yılları arasındaki veriler incelendiğinde 837 eğitim merkezinde 106 bin 631 çocuğun ücretsiz olarak bakıldığı görülmektedir. Aynı zamanda bu eğitim merkezlerinde 17 bin 617 kişi görev yapmaktadır.
Bunların 8 bin 201’i öğretmen, 9 bin 516’sı da öğretmenlere yardımcı olan personel olarak görev almaktadır. Yine 1985 verileri incelendiğinde Küba GSMH’nın %6,3’ü nün eğitime ayrıldığı görülür. Yoğun çalışan annelerin çocuklarına eğitim verilirken, özel eğitime ihtiyacı olan ve olmayan çocuklara beraber eğitim verilmekte üçüncüsü ise, sadece özel eğitim alması gereken çocuklara hizmet ve eğitim verilebilmektedir.(2)
Çalışan annelerin çocukları için, pek çok anaokulu, işyerleri ve fabrikalara yakın yerlerde konumlandırılmıştır. Küba’da, 2002-03 dönemi verilerine göre, 3-5 yaş grubu için okulöncesi düzeyde okullaşma oranı ise yüzde100’dür. (Bkz:UNESCO, 2005) Bu okulların örgütlenmesinde doktorların, hastabakıcıların, kadın örgütlerinin ve mahalle örgütlerinin katkıda bulunduğu geniş bir sağlık ağı görülmektedir.
Küba’da okul öncesi eğitim, çocukları ilkokula hazırlamak için ele alınır. İlköğretimin birinci ve dördüncü sınıflarında anadilde iyi yetiştirme (anadili iyi öğretme), matematik, bağımsız çalışma için beceriler ve teknikler geliştirme, eğitim zevki kazandırma, ideolojik eğitime hazırlık amaçlanmaktadır.
Küba’da Okulöncesi ve başlangıç eğitimi, kreşler, çocuk yuvaları ve “Çocuğunu yetiştir” programı aracılığıyla verilmektedir. Bu program, aynı zamanda informel yollardan anababa eğitimine katkı sağlayacak önemli bir uygulama olarak görülmektedir. İnformel eğitim, biçimsel olmayan bir yaklaşımı yansıtır. Yani bu çalışma tarzı resmi olmayan bir anlayışa sahiptir.
Tamamıyla ihtiyaca yönelik ve yöntem zenginliği açısından da durağan değildir. Bu durum aynı zamanda toplumun bütünsel olarak eğitimin parçası haline gelmesine yararken denetim ise tamamıyla halka açık olup onların katkısı ve deneyimlerini de içermektedir.
Yapılan son araştırmalara göre bebek ölümlerinin en az olduğu ülke Küba’dır. Ve dünyanın en sağlıklı çocuklarının Küba’da yetiştiği gerçeği insana verilen değerin olumlu sonuçlarını gösterir. Unicef’in 2009 yılsonu raporlarında dünyada yetersiz beslenmeyle karşı karşıya olan 5 yaşaltı çocukların sayısı 146 milyon olarak verildi. Bizler bu rakamın, gerçekliği minimum düzeyde yansıttığını düşünüyoruz. Ancak o raporlarda gerçek olan tek birşey var. O da yeryüzünde yetersiz beslenme sorunu yaşayan çocuklardan hiçbirinin Kübalı olmadığı gerçeğidir.(3)
SOSYAL HAKLARIN ORTADAN KALDIRILMASI BURJUVAZİNİN İHTİYACIDIR
Bilinmektedir ki insana dair her güzellik hafızalarda kazınılarak yer alır. Bu durum köle ayaklanmalarından Küba’ekonomisindeki başarılara kadar bir bütünlük içerir. Ve devrimcilerin siyasal hattı bu pratiklerle şekillenirken, hangi coğrafyada olursa olsun emekçilerin başarısı nasırlı ellerimizin avucunda sıcaklığını hissettirir. Bu yüzden bizler emekçi halkla aynı kaderi paylaşanlar Dubai’deki dev gökdelenler, çılgın projeler yerine insanlığın toplumsal başarılarını kıstas alırız.
Bugün insanlığın hafızalarından adeta kazınılarak silinen gerçekliklerin yerini sanal ortama bıraktığı gözlemleniyor. Bilgi çağı söylemlerinin ise özellikle 1980 sonrasında bir furya haline gelmesi pratik anlamda bir yanılgıyı da beraberinde getirdi. “Bilgi çağının” başlaması özünde emeği/emekçiyi dışlayan ve önemini kenara iten bir ideoloji yarattı. Bu burjuva ideolojisi tekniğin gelişmesi ile birlikte emekçiye gereksinim kalmadığı safsatalarıyla birçok yanılgıya neden oldu. Bu bakışa göre insan emeğinin üretimde değerini yitirdiği, her şeyin bilişim, iletişim dönemine yönelik değişikliğe uğraması gerektiği halklara (özellikle gençliğe) empoze edilmeye çalışıldı. Bu süreçle başlayan devletin küçültülmesi anlayışı, sosyal yardımların azaltılması, tarımda üreticiye yapılan yardımların kaldırılmasını, sosyal güvenlik harcamalarının kısılmasına tekabül etti. Emeğin önemi artık anlamsızlaşmıştı. Doğal olarak emekçiye verilen haklar geri alınmalı ve kapitalistlerin bilişim çağına yönelik harcamaları için kullanılmalıydı.
Böylece bilgi çağının finansmanı da emekçilerin gelirleri ile sağlanacaktı. Ancak çok kısa sürede tüm bu liberal politikaların birer palavra olduğu anlaşıldı. Bilgi çağı olarak tanımlanan sürece ilişkin bir değerlendirme yaptığımızda iletişimdeki yenilikler dışında bir gelişmenin olmadığını açıkça söyleyebiliriz. Aslında son 40-50 yılda bilimsel devrimden söz etmenin olanağı da yok. Bilimin atılımı hemen hemen durmuş, bilimin düşmanı olan kavram ve uygulamalar ise yükselişe geçmiştir.
Küresel anlamda uygulanan politikalar aracılığıyla emperyalist ve işbirlikçi devletler emek sömürüsü ile ve sosyal tüm hakların ortadan kaldırılmasıyla elde edilen kaynakları tefecilere ve işadamlarına katkı sağlamak için kullandılar, Kullanmaya devam ediyorlar.
Bugün emekçi halkın karşı karşıya bırakıldığı ekonomik ve sosyal yıkım daha da şiddetlenmiş boyutta. Eğitimden sağlığa, ekonomiden halkların özgürlüğüne kadar saldırılar günden güne artıyor. Bırakalım kreşlerin işleyebilirliğini çocuk işçi sömürüsündeki oranının gittikçe yükseldiğini, çocukların inşaatlarda, fabrikalarda ağır sömürü koşullarında çalıştırıldığı, sokaklarda araba camı silen, mendil satan, uyuşturucu madde kullanan ve dilenen çocuk sayısının ise oldukça arttığını görüyoruz. İşte liberalizm ile sosyalizm arasındaki özgürlük anlayışı farkı budur. Bugün sosyalist pratikleri diktatörlükle suçlama anlayışının sadece bir alandaki değerlendirmesi dahi insana verilen değeri gözler önüne seriyor. Belki o ülkelerde ıstakoz yenmiyor ama çocuklar dilenmek zorunda da kalmıyor. Ve Barbar kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı hala kesmeye devam ediyor. Taki devrimcilerin nasırlı elleriyle diktikleri fidanlar büyüyünceye ve Nazım’ın o uçsuz bucaksız ormanını şekillendirinceye kadar.
TEK YOL DEVRİM
İskender Kahraman
Yararlanılan Kaynaklar
-
Türkmenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti İle Bağımsız Türkmenistan’ın İlk Yıllarında Kadının Sosyoekonomideki Yeri / Ahmet Dinç
-
Eğitimde Reform / Hüseyin Aksoy / Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Yetişkin Eğitimi Bölümü
-
5 Ocak 2010 Tarihli gazeteler.
Sayı 34 (Ekim – Aralık 2011)