Dünya ölçeğindeki sosyalist uygulamaların, tüm olumlu yanlarına ve gitmemek için gösterdikleri dirence rağmen, ’89 sonrasında yerlerini düşman sisteme bırakmış olmaları, etkisi onyıllarca sürecek olan bir fikrî erozyon ve bulanıklığın tetikleyicisi oldu.
İster emperyalizmin direkt ve dolaylı araçlarıyla yönlendirmesi sonucu olsun, isterse üretme kısırlığı ve fikrî yetersizlik sebebiyle olsun; bugün ortalığı, varolan durumdan çıkış için yol/yöntem öneren projelerden çok, son tahlilde daha da geriye götürebilecek olan projeler kaplamış durumdadır.
Deprem sonrasında, ortalık yerde duran enkaza bakarak bilir-bilmez herkesin, binaların sağlam yapılmadığına dair, kahvehane sohbetlerinde fikir yürütmesi gibi., bugün hemen herkes sosyalizme dair fikir yürütüyor. Deprem olgusunda olduğu gibi, yıkıntıyı fotoğraflamak, varolanı yadsımak alternatif için yeterli değildir. Nitekim bugün (ki sosyalizmle kıyaslandığında, değerlendirilmesi çok daha kolay bir sorundur) bilim adamları arasında bile depreme karşı önlem konusunda çok büyük tartışmalar ve farklar gözleniyor.
Tabii ki sosyalizm, depremden çok daha zor ve karmaşık bir olgudur. Üstelik karşıt ve bulandırıcı fikirler yaymak için –depremden farklı olarak- emperyalizmin çokça sebebi vardır. Bu nedenle, her şeyden önce, soruna doğru bir perspektifle yaklaşmak, tayin edici önemdedir. Doğruluğu kanıtlanmış önermeler toplamı olan bir bilimsel disiplinin içerisinde hareket edebilmek ve onu, yaşam denen laboratuara taşıyıp yeniden üretebilmek; söz konusu önermeleri kavrayabilmekten geçiyor.
Bugün, durumdan vazife çıkarıp sosyalizme saldırıya geçenleri bir tarafa bıraksak dahi, kendisine vazife olmadığı ve böyle bir birikimden/yeterlilikten yoksun olduğu halde, sosyalizm konusunda kendini yargıç hissedenlerin sayısında adeta bir patlama olduğu gözleniyor.
Sosyalizmin ne olduğunu bilmek, ne olmadığını bilmeyi de gerektirir. Tansu Çiller’in siyasi muarızlarıyla sürdürdüğü polemiklerde, mevcut sistemi –devletçiliğine atfen- sosyalizm olarak tanımlaması; Yılmaz Erdoğan’ın solculuktan dolayı günah çıkarırken, sosyalizmi/solculuğu devletçilik olarak anması; A. Öcalan’ın “devletçi sosyalist olmaz” biçiminde değerlendirmeler yapması; sosyalizmin ne olduğunu bilmeyenlerin de sosyalizme atıfta bulunduğuna dair birkaç örnektir. Yine bu sınıfa giren, ama daha kapsamlı olan projeler vardır. Bunlar, sahte sosyalizme veya sosyalizmin istismarına dair örneklerdir. Bunlardan birincisi, İngiltere İşçi Partisi lideri ve başbakan Tony Blair’in dillendirdiği “Üçüncü Yol”dur. Burada kastedilen üçüncü yol, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ile piyasa kurallarının hakim olduğu tarz arasında kalan, ikisi de olmayan bir seçenektir. Ne var ki Blair, James Petras’ın deyimiyle aslında her iki dünyanın en kötü yönlerini birleştirmektedir.
“Güçlü mali kurumlar ve bankaların hizmetinde büyük ve pahalı bir devlet bürokrasisi ve bireysel özgürlükleri ihlal eden otoriter yasalar. Pratikte Blair’in “Üçüncü Yol’u, savaşa, krizlere ve özelleştirmenin tüketiciler, işçiler ve çevre aleyhine derinleştirilmesine giden tek yönlü bir güzergahtır. Blair rejimi, Yugoslavya, Afganistan ve Irak’ta sivillerin vahşice bombalanmasında ve Afganistan, Kosova ve Makedonya’nın fetih ve işgalinde Washington’ın aktif bir küçük işbirlikçisiydi .” (James Petras, Küreselleşme ve Direniş, s:259)
Kısacası karşımızda emperyalist bir ülke var ve sosyalizmle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yok. Son dönemlerde retoriğin, aldatmaya yönelik olarak kullanılmasına sıkça tanık oluyoruz. Blair’in yaptığı da bundan başka bir şey değildir. “ ‘Üçüncü Yol’, otoriter neo-liberalizm ve militarizmi örtmekte kullanılan edebi bir incir yaprağıdır .” (age. s:260)
“Üçüncü Yol” dışında, Dünya’da Sosyal Demokrasi olarak yansıyan bir olgu var ki, bu da IMF dahil, emperyalist-kapitalizmin aklanmasına/meşrulaştırılmasına yarayan, emekçilerin beklentilerini sömüren ve sistemle bağlarını güçlendiren, bir projedir; temsilcileri ise gerici sistem partileridir.
Sahte sosyalizm için verilebilecek bir diğer örnek de Çin’de uygulanan “piyasa sosyalizmi”dir.
“Çin’deki siyasal gerçeklik, toplumsal mülkiyetin kapitalist piyasaya tabi kılınmasıdır. Çin sosyalizminden geriye hiçbir şey kalmamıştır: İşçiler, Asya’daki en uzun çalışma saatlerine, en kötü ücretlere ve en düşük sosyal haklara sahiptir. Çinli kapitalistler ve onların uluslararası ortakları, en yüksek karları elde ederek ve bunları –yılda 30-40 milyar dolar- dışarıya yasadışı yollarla çıkararak Asya’daki en büyük eşitsizlikleri yaratıyorlar. Devlet, özel şirketlerin borçlarını toplumsallaştırıyor ve çürümüş devlet elitleri, yatırımlarını, uluslararası hesapları ve lüks yaşam tarzlarını finanse etmek için kamu hazinesinden milyarları soyuyor. ‘Piyasa sosyalizmi’, kolektif mülkiyetten vahşi kapitalizme geçişi meşrulaştırmanın ideolojisidir .” (age., s:260)
Yaşanan sosyalizm deneylerinde Paris Komünü ideallerine ulaşılamamış olması, elbette ki bir sorundur ve gönlünde sosyalizme yer ayıran herkesi ilgilendirmektedir. Ne var ki bu ilgi, sorunların kaynağına inebilen, sonuçları nedenlerle ilişkilendirerek değerlendirebilen bir yaklaşım eşliğinde yaşanmamışsa; karşı yönlendirmeler ve yaşanan kırılmalardan negatif tanımlamaların sızmasına açık bir hale gelinir. Sonuçta gerek bu tür nedenlerle gerekse karşıdevrimin ideolojik aygıtları kullanma imkanlarındaki gelişmeler sebebiyle düşürülen mevzi sayısı ve yaşanan tahribat, moral duruşu sarsabilecek boyutlara varmıştır.
Yenilgi içselleşmiş; sadece fikri dünyayı değil, ruhsal dünyayı da biçimlendirmeye başlamıştır. Burada, diğer tüm kazanımlarından çok sistemin üzerinde en çok yatırım yaptığı ve kendisi için bir güvence saydığı kazanım, yöntemsizliğin ve hatta kafa karışıklığının hiçbir dönem görülmediği boyutlardaki yaygınlığıdır.
Rüşvet, yolsuzluk, savaş, vb. gelişmelerin insanlığın bir bütün halinde geleceğini tehdit eder noktaya geldiği günümüzde, üstelik insanların yüzde doksanbeşi (bu sistemle çıkar ilişkisi içinde olmayanlar) bu gidişattan rahatsızken; sosyalizm bir alternatif olarak benimsenmiyorsa, sosyalizmin ne olduğuna dair bilgide bir sakatlanma var demektir. Bu sakatlanmanın birden çok nedeni var ise de, sosyalizm perspektifiyle kitlelerin karşısına çıktıktan sonra birgün gelip sistemi yeniden keşfedenlerin veya “konuştu ama bir şey söylemedi”, “yürüdü ama hiç ilerlemedi” denecek türde bir edilgenliğe düşenlerin payı küçümsenmeyecek boyutlardadır.
Özgürlük yolunda iktidarın zorunlu bir durak olduğunu bilen devrimciler, devrime önderlik edebilecek bir örgütlenmenin neden gerekli/zorunlu olduğunu da bilir; temel-tali ilişkisini kurar ve kavgadaki yerlerini ona göre saptarlar; burada keyfiyet, öznellik olmaz. Devrimini yapmış ülkelerde yaşanan geriye dönüşler sonrasında, “arayış” adı altında türeyen kimi akımlar/yapılar, erozyonun örgütlü taşıyıcısı oldular. Yıllarca devrimcilik yaptıktan sonra bugün çevreci, feminist, Troçkist, Anarşist, vb. olanlar gibi tasfiyeciliği bayrak edinenler de bu sınıfa girmektedir.
Tek ülkede devrimin artık mümkün olmadığını, ulusal çapta bir şey yapılamayacağını söyleyip, gerçekte temel alınması gereken görevleri ıskalayanlar, enternasyonalizm örtüsü altında, hiçli ği devrimciliğin yerine ikame etmektedirler.
“Militanlar, siyasi iktidar için örgütlenirler; bütün zamanlarını uluslararası forumlarda kendi ülkelerinde hiçbir toplumsal tabana sahip olmayan diğer solcu turistlerle buluşarak harcamazlar .” (age., s:261)
Bizler, uluslararası platformlarda da yararlı/gerekli şeyler yapılabileceğine inansak da, yaşananların büyük oranda, James Petras’ın yukarıdaki tanımına denk düştüğünü düşünüyoruz. Aynı şekilde, enternasyonalizmin yerel çapta mücadeleyi dıştalamadığını, aksine böyle bir mücadeleyi gerektirdiğini söylüyor Petras:
“Öte yandan Kolombiya’da gerillaların savaşı uzatmayı başarması veya bir zafere ulaşması, solun geri kalanı için bir soluklanma alanı sağlayacaktır. Dolayısıyla, Kolombiya’daki mücadeleye azami destek ve dayanışmanın gösterilmesi aslidir. Enternasyonalizm, sadece yeni emperyal askeri saldırıya karşı dayanışma ağları örmekten ibaret değildir. Kendi ‘Halk Ordusu’nda örgütlenmiş Kolombiya köylü ve işçilerinin desteklenmesi de şarttır .” (age., s:110-111)
NEDEN SOSYALİZM?
Bugün dünyada yeryüzündeki tüm yaşamı ortadan birkaç kez kaldırmaya yeterli nükleer silah vardır. Dünya, gezegen olarak; insanlık, canlı olarak tehdit altındadır. Bugünün kuşakları dünya kaynaklarını, gelecek kuşakların bu dünyada yaşamalarına imkan bırakmayan biçimde kullanıp tüketiyor. Ancak biliniyor ki kapitalizm, insanların bu dünyada ortaklaşa yaşamaya devam edebilecek şekilde kaynakları birlikte kullanmalarına imkan vermiyor. Bugün dünyada
1 milyar 300 milyon insan yoksulluk ve açlık içinde yaşıyor. Günde 1 dolarla yetinmek zorunda. Bunun daha iyiye değil, daha kötüye gittiğini gösterir pek çok gelişme yaşanmaktadır.
Bilindiği gibi Marx, kapitalizmi “insanlık öncesi son toplum biçimi” olarak tanımlar. Kapitalizmi, bugün yaşanmakta olan tüm kötülüklerin kaynağı olarak gören kesimler içerisinde Marksizm’in bu konudaki çözüm önerilerini doğru okuyanların sayısındaki daralma, hedefi bulandırmış ve sosyalizme dair değerlendirmelerde öznelliğin ve bilim yoksunluğunun ağırlıklı varlığı gözlenir olmuştur.
Bir bakıyorsunuz ki, sisteme dönüş projeleri üretmekle meşgul olan çevrelerde bile “Gerillaya neden ihtiyaç var? ” sorusu, alternatif bir toplum düşünün yüreklerde nasıl saklı durduğunu ele verecek şekilde yanıtlanıyor. Deniyor ki “
En son Mardin’de taşlanarak öldürülen Şemse Allak, 13 yaşındaki N.Ç’ye yapılanlar, Diyarbakır’da fuhuş, Dersim’de uyuşturucu tamamen gerillanın olmayışı nedeniyledir. Eğer gerilla bu alanda aktif olsaydı Mardin’de kimse 13 yaşındaki çocuğa tecavüze kalkışamazdı .” (Cem Denizli, Özgür Gündem, 5 Temmuz 2003) Aslında burada gerillayı, değerleri koruyan bir çeşit bekçi olarak algılamıyorsak; “
Gerillaya neden ihtiyacı var? ” sorusunu, “ Neden Sosyalizm? ” olarak algılamak gerekiyor.
SOSYALİZMİ İHTİYAÇ HALİNE GETİREN MADDİ TEMEL AYNI ZAMANDA NEDEN KAÇINILMAZ OLDUĞUNUN DA KANITIDIR
Bir toplumdan diğerine geçiş koşulları incelendiğinde, bu geçişin, üretim ilişkilerinin üretim güçlerinin gelişimini engeller hale geldiği döneme tekabül ettiği görülür. Bu çelişkiye rağmen varlığını kalıcılaştırabilmiş toplum biçimi yoktur. Halen varlığını sürdüren kapitalist toplumda bu çelişme, emeğin gittikçe toplumsallaşmasına karşın üretim araçları üzerindeki mülkiyetin ters orantılı biçimde bireyselleşmesidir. Söz konusu çelişki, aynı zamanda devrimin maddi koşuludur. Bu gerçeklik, burjuvazi tarafından bilinse de yok sayılır ve tersinin kanıtlanması için yoğun bir y anıltma faaliyeti sürdürülür.
Kapitalizmin varlığı, aynı zamanda insanın mevcut kapasitesini çok daha ileri boyutlarda kullanabildiği ve bu en yetkin gelişiminin en yetkin mutluluğa sebep olduğu evrensel kardeşlik hedefinin önündeki son engeldir. Sınıflı toplumlar boyunca, bu engel, çeşitli biçimlerde ortaya çıktı. Bilginin, insanın güç ve olanaklarının insanlığın gelişimi lehine kullanılması mümkün olmadı. Bu engelin farkına varan ve “romansı tasarımlar” biçiminde de olsa, alternatif toplum modellerini dillendiren pek çok düşünür olmuştur. Yeni düzen düşünü ilk kuran düşünür, Plato n ’dur.
(İ.Ö. 427-347) Devlet adlı yapıtında Platon, işbölümüne dayalı yeni bir toplum modeli önerir. Yöneticiler, dövüşçüler ve üreticilerden oluşan bu modelde Platon; aile ve özel mülkiyetin iyi yönetmeye ve iyi dövüşmeye engel olduğunu söyler.
Platon’dan sonra, düşçü toplumculuğa ütopyacılık adını verdiren İngiliz düşünür Thomas More (1478-1535), “hiçbir yerde bulunmayan” anlamına gelen Ütopya adlı yapıtını yazmıştır.
Thomas More, özel mülkiyeti, kötülüklerin tek kaynağı olarak görür. Thomas More’un Ütopya’sının peşinden gelen Francis Bacon’ın (1561-1625) Yeni Atlantis’i, Thomas Campanella’nın (1568-1639) Güneş Ülkesi, Valantin Andrea’nın (1600-1654) Hıristiyan ülkesi, Barclay’in Argeniş’i (1611), Heywood’un Altın Çağ’ı (1611), Harrington’un Oceana’sı (1656), Gabrile Foigny’nin Jaques Sadeur’ün Serüvenleri (1679), Vairrasse’ın Severanbe Tarihi (1682), Morally’nin Basiliade’ı (1745), Gabriel Mably’nin Kentteşlerin Hukuk ve Görevleri (1765), Etienne Cabet’nin Icarie’ye Yolculuk’u (1842); ortaklaşacılık ve eşitlik üzerine düşlenmiş yapıtlardır. Bunun yanında, Jean-Jacques Rousseau(1712-1778), Gracchus Babeuf (1760-1779), Charles Fourier (1772-1737), Saint Simon (1760-1815), Simon de Sismondi (1773-1842), Pierre Leroux (1796-1871), Robert Owen (1771-1858), Louis Blanc (1813-1882),
Rodbertus (1805-1875), Mikhail Bakunin (1814-1876), Blanqui (1805-1881), Ferdinand Lasalle (1825-1864), Joseph Proudon (1809-1856)’un ortaya koyduğu yapıtlar; ütopik sosyalizme dair örneklerdir. Bu örneklerin ortak özelliği, sosyalizmi bilimsel bir temel üzerine oturtamamış olmaktır. Ne var ki, ütopik sosyalizm, bilimsel sosyalizm için zorunlu bir duraktır.
Diğer bilimsel disiplinler gibi bilimsel sosyalizmin de şapkadan tavşan çıkarır gibi birdenbire ortaya çıkmadığı ve salt bir kişinin ürünü/buluşu olmadığı bilinir. Bu konudaki birikim devri, etkilenmeler, vb. için çok şey söylenir. Bunun yadsınan veya gizlenen bir yanı da yok. Örneğin Engels, “Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi”ne yazdığı önsözde, “biz Alman sosyalistleri, yalnızca Saint-Simon, Fourier ve Owen’den değil, aynı zamanda Kant, Fichte ve Hegel’den geldiğimiz için gurur duyuyoruz .” der. (Londra, 21 Eylül 1882)
“Modern Sosyalizm, ilk önce bir yandan, mülk sahipleriyle mülksüzler, kapitalistlerle ücretli işçiler arasındaki, bugünkü toplumda egemen olan sınıf karşıtlıkları, diğer yandan üretim anarşisi görüşünün ürünüdür. Ama teorik biçimi bakımından, başlangıçta, 18. Yüzyıl Fransız aydınlatmacıları tarafından ortaya sürülen ilkelerin ilerletilmiş, sözde tutarlı bir devamı gibi görünmektedir. Her yeni teori gibi, kökleri ne kadar da maddi ekonomik olgularda yatarsa yatsın, hazırda bulunan düşünce malzemesine dayanma zorundaydı .” (Engels, Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişmesi; s:45)
Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin ortadan kalkmasıyla insanlık, daha önce görülmemiş bir hız ve verimlilikte gelişme gösterecek. Önceki toplumlardan farklı olarak üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kalkacak. Üretim, kar amacına göre değil, toplumsal ihtiyaçlara göre planlanacaktır. İnsanların yeteneklerini ortaya çıkaran, gelişimine imkan tanıyan koşullar sebebiyle, bilim ve kültürde hızlı bir gelişim gözlenecek; sanat, daha yaygın ve daha verimli bir uğraş alanı olacaktır. Özgürlüğün anlamı ve çapı büyürken; sosyalizm ürünlerini verdiği oranda, nedenleri ortadan kalkacağı için her türlü kötülük de giderek geride kalacaktır. Aynı şey savaşlar için de geçerlidir. Ne var ki, emperyalist ülkelerin varlığı sebebiyle bunun ilk etapta bütünüyle engellenme koşulu yoktur.
Günümüzde, devrimcilik iddiasında bulunduğu halde, insanlar üç kişilik evde bile sosyalizm oluşturamıyorsa; bunun kabahati sosyalizmde değil, söz konusu öznelerin bizzat kendisindedir. Bu nedenle, sosyalizmin olanaksızlığı iddialarında bulunanların öncelikle durduğu yere dikkat edilmeli ve sosyalizmi mümkün kılmak için ne denli emek harcandığına bakılmalıdır.
Sayı 10 (Ağustos-Ekim 2003)