İnsanlığın ok ve yay kullandığı dönemden barutun bulunmasına ve bugüne dek uzanan tarihsel tüm evrelerde silah , haklının elinde güzelleşmiş, haksızın elinde çirkinleşmiştir. Onu taşıyan elden ve kumanda eden akıldan bağımsız olarak, kendi başına anlam veya değer taşıyan bir silah yoktur. O kendi halinde “iyi” veya “kötü” de değildir.
Ateş, Spartaküs ve yoldaşlarının isyanını ifade etmek üzere harlandığında, kıpkızıl bir güzellikti. Ama, imparatorluk güçleri tarafından masum insanların, halkın evleri yakılırken boğucu bir çirkinlikti. Ateş ve metalin buluşturulması; balta, bıçak, vb. araçlar üretmek insanlık tarihinde önemli bir adımdı; ileriyi ve güzelleşebilme kapasitesindeki artışı müjdeliyordu. Ama, ısıtılmış şişlerle insanların gözleri kör edilip vücutları dağlanınca; söz konusu araçlar, kullananın elinde çirkinleşti. “ tüfek icat oldu, mertlik bozuldu ” dendi; ama, tüfek ve diğer ateşli silahlar halkın eline geçtiğinde, Kışlık Sarayı ele geçirildi; Mussolini, Franko, Hitler, Salazar, Batista, Somaza, vb. diktatörlerin iktidarlarının sonu geldi. Birkaç tüfekle yola koyulan Castro ve yoldaşları, insanlığa Küba müjdesi verdi. Bugün Irak’ta sürdürülen direniş, işgalci güçlere ve işbirlikçilerine vurulan darbeler, uzak coğrafyalarda bile ezilenlerin derdine tercüman oluyor; umutsuzluk, emperyalizmle başedilemezlik ve çaresizlik fikrinin yürekleri ve akılları teslim almasını önlüyor.
Ülkemiz sol yelpazesini oluşturan hemen tüm bileşenler, geçmişlerinde şu veya bu biçim ve oranda da olsa silahla tanışmış, onun bir mücadele aracı olarak gerekebildiğini bizzat yaşamın içinde görmüştür. Aradan geçen yıllar, koşullar üzerinde olduğu kadar, çeşitli yapıların devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzı üzerinde de etkili olmuştur. Ancak, tüm değişimlere rağmen, silah hala, onu tutan ele göre zararlı veya yararlı bir araca dönüşebiliyor.
Tarihin hiçbir aşaması yoktur ki ezilenler durduk yerde silaha başvurmuş olsun. Şiddetin de silahında mucidi ezenlerdir. Ve onlar var olduğu sürece ezilenler de silaha ve şiddete haklı olarak ihtiyaç duyacaklardır.
Bugün ne mücadele tarihini, ne de bir silaha neden ihtiyaç olabileceğine dair gerekçeleri duymak bile istemeyenler olduğunu biliyoruz. Buna rağmen biz, Cesur Yürek filmini, oradaki haklı ve gerekli şiddeti ifade eden sahneleri anımsatmak istiyoruz; o film izlenirken o sahnelerin en kanlı olanı dahi neden bizleri ürpertmemiş, rahatsız etmemiştir? Unutmuş olanlara kısa bir hatırlatma yapmak istiyoruz: William Wallace, ayaklanmış ama İngiliz ordusunun atlı süvarileri karşısında savaşma tereddüdü geçiren İskoçyalılara şöyle seslenir: “ Savaşırsanız ölebilirsiniz, kaçarsanız biraz daha yaşayabilirsiniz ve bundan yıllar sonra yatağınızda ölümü beklerken o yaşadığınız günleri bugünle değiştirmeyi hayal edeceksiniz. Bu fırsatı hayal edeceksiniz bu tek şansı.”
Ezenlerin, iktidarlarını haksızlık üzerine bina edenlerin barış ve ateşkesten ne anladığını da kısaca özetler William Wallace:
“Uzun bacaklı en son barıştan söz ettiğinde ben çocuktum. Ve köle olmayacak pek çok İskoç soylusu ateşkes yapılacak diye bir çiftlikte toplanmıştı. Ve hepsi asıldı. Çok küçüktüm ama uzun bacaklının barış anlayışını çok iyi bilirim.”
Bugünün “ezenler”ini tanımlayan nitelik, öz itibarıyla yukarıdaki örnekten farksızdır. Özellikle son 10 yıla sığdırılan “değişim”, ezenlerin niteliği ile değil, kimi “sol” yapıların ezenlere bakışı ile ilintilidir. Dergimizin 12. sayısında “Ölçeksizlik Cinneti”nden söz ettik.
“İstanbul’da bombalama eylemleri oluyor, iki gün sonra, kendini devrimci-demokrat sayan pek çok yapı; ‘Teröre Karşı Miting’ için, TİSK’le, ATO’yla; Tercüman, Hürriyet, Milliyet, Star, Yeni Şafak gazeteleriyle aynı çağrıyı yapıyor ve önceki örneklerinde ‘devlet mitingi’ olarak anılan bir organizasyona ortak oluyor.”
Biz bu tür bir gösteriye ortak olan sol yapıların, daha sonra yaptıklarının yanlışlığını idrak etmelerini temenni ettik. Ne var ki söz konusu miting, gerçekte bir tesadüf değildi ve bir eğilimi yansıtıyordu. O eğilim, 90’lı yıllarda ekilmiş ve bugün artık meyvelerini giderek daha gürbüz biçimde verir hale gelmiştir.
Son olarak, 24 Haziran Perşembe günü, biri Ankara’da diğeri İstanbul’da olmak üzere iki bomba patladı. Ankara’daki bomba, Bush’un geleceği Hilton Oteli yakınında patlamıştı. İstanbul’daki ise, onu taşıyan bir kadının kucağında, otobüsün içinde patlamış; söz konusu kadın dahil, 4 kişi ölmüş, 20’yi aşkın yolcu da yaralanmıştı. İstanbul valisi dahil, açıklama yapan tüm “yetkili” ağızlar, otobüsün veya yolcuların hedef alınmadığını, bombanın taşınırken patladığını ısrarla vurgulamıştır. Buna rağmen bir gün sonra Evrensel Gazetesi, haberi sür manşetten, siyah bir bant içinde “Bomba terörü” diye verdi. Birgün Gazetesi’nin başlığı ise “Bombanın Aklı Yok” biçimindeydi. Her iki gazetenin yer verdiği gibi TMMOB başkanı Soğancı, “Patlatılan bombalar halka karşı işlenmiş suçtur”; KESK başkanı Evren , “Hiçbir bahane masum insanlara yönelen bu tip eylemleri haklı göstermez. Patlama provokasyon niteliğinde”; BAK, “patlama demokratik gösteri ve protesto hakkına bir saldırıdır.” diyerek tepki gösterdi.
Bomba’yı taşıyan ve patlama sonucu kendi yaşamını da yitiren Semiran Polat ‘ın nereye gittiği ve nasıl bir eylem düşündüğü bilinmeden, üstelik devrimci bir kimliğe sahip olduğu bilindiği halde, yukarıdaki yorumları yapmak için biraz fazla maksatlı olmak gerekiyor. Yanlışlıkla patlayan bir bomba, nasıl provokasyon niteliği taşır veya “demokratik gösteri ve protesto hakkına bir saldırı” anlamına nasıl gelir? Bu değerlendirmeler, Tercüman ‘da veya Sabah ‘ta yapılmıyor. Ancak, söz konusu kişi ve yapılara dikkat edilirse; aralarında bir siyasal örtüşme söz konusu. Aynı şekilde Birgün gazetesi’nde yazan, ÖDP Genel Başkan Yardımcılarından Saruhan Oluç , söz konusu yorumları aynı seviyede önerilerle besliyor.
“Belki de şimdi Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmenin imkanı doğdu. Nasıl İspanya’da ya da İtalya’da patlayan bombalar karşısında yüzbinlerce insan kör şiddeti ve terörü lanetlemek için sokağa çıkıyorsa, şimdi de İstanbul’da 27 Haziran’da aynı anlayışla sokağa çıkmak gerekiyor.
Daha önce sinagog, elçilik ve banka önünde patlayan bombalar karşısında toplumun demokratik tepkisi yeterince gösterilemedi. Sokağa çıkıp bu durumu protesto eden insan sayısı birkaç yüzle sınırlı kaldı.
Şimdi şiddeti, saldırganlığı, terörü ve Irak’taki işgali kınamak için sokağa çıkmak gerek.
Bombalara ve şiddete başvuranlar aslında demokratik tepkilerin gücünün azalmasını istiyorlar.
Sustuğumuzda veya evlerimize kapandığımızda eleştirme ve tepki gösterme hakkından da feragat etmiş oluyoruz.
Birileri, ne adına yaptıkları pek belli olmayan böyle işlerle halkın demokratik tepkisini engellemek isteyenlere yardım etmiş oluyor.
O nedenle bunlar akılsız bombalardır…”
Saruhan Oluç hakikaten, bombayı taşıyan o bayanın -nereye gittiğini dahi bilmeden- “demokratik tepkilerin gücünün azalmasını istediği”ne inanıyor mu? Hele o verdiği örnekler ve “öneri” diye sundukları!.. İlginçtir; aynı gün Mardin Kızıltepe’de Kaymakam’ın yönlendirmesiyle “karakol baskınına karşı” terörü lanet adı altında; ilkokul çocukları ve bir miktar köylü, korucu ellerinde bayraklarla yürütüldü. Özellikle bizim coğrafyamızda bu tür mitinglerin kiminle, nasıl ve hangi amaçla yapıldığınıS.Oluç, bilmez değildir. Ayrıca, çok merak ediyoruz, sayın Oluç bu öneriyi devlet terörüne karşı bugüne dek neden yapmadı? Söz konusu önerinin, Irak’taki emperyalist terörü görmezden gelip, Felluce’de bir Amerikan konvoyunu pusuya düşüren direnişçileri teşhir etme talebinden öz itibariyle bir farkı yoktur.
Aynı gün, gazeteler “Miting Tertip Komitesi”nin tehdit edildiğini, bir yetkilinin onlara “yüz kişiyi yanyana getirmeyiz. Ezeriz. Kan dökülür.” dediğini yazdı. “Terör nedir, terörist kimdir?” soruları bu denli açık biçimde yanıt bulmuşken, yanlışlıkla patlayan bir bombanın sonuçlarını istismar ederek yapılan “terör” edebiyatı, niyetleri ve mesafeleri ele vermiştir.
Tekelleşen ve emperyalist tahakkümün doğrudan aracı haline getirilen medya, sadece bir manipülasyon aracı değil, aynı zamanda bir saldırı aracı haline gelmiştir. Gündem belirliyor, hedef gösteriyor, saldırılara zemin hazırlıyor ve sonuçta egemenlerce işaret edilen kesimin ipini çekiyor. Bu durum, bağımsız haber yapabilen veya olgulara alternatif bir kültürle bakabilen basının önemini daha da artırmıştır. Böyle bir basın için, tekelci basınla aynı yerde durmamak, aynı hedefi göstermemek olgulara bir başka açıdan bakabilmeyi işaret etmek; varlık nedenlerinden biri olmalıdır. Ne var ki, ’90 sonrasında adeta basiretini kaybeden ve egemen olanın karşısında değil de kenarda durmayı tercih eden; çelişmekten, çatışmaktan özenle kaçınan bir duruşun “sol” adına büyütülüp beslendiğini gördük. Bugün, herhangi bir askeri eylemi, ne denli devrimci nitelik taşırsa taşısın, adeta devlet kurumlarından önce kınayan, mesafe koyan bu kesim, koşulların da yardımıyla, insanların beyninde sola dair ciddi bir bulanıklık, bir normsuzluk hali yaratmıştır.
Bugün egemenler, “kara”yı “ak”mış gibi gösterebiliyor, halka büyük zararlar verebilecek bir olguyu halkın yararınaymış gibi benimsetebiliyorsa; bunda küreselleşen emperyalizmin kendi solunu yaratabilmiş olmasının rolü büyüktür. Çapa’da otobüs içinde meydana gelen patlama için TKP , “karanlıktan medet umanların işidir” diyebiliyorsa; egemenlerin, yanıltarak yönlendirme konusunda işi gerçekten kolay demektir. Ahlaksızın ahlak dersi vermesi, katilin barıştan söz etmesi, tecavüzcünün namus bekçiliğine soyunması normal koşullarda mümkün değildir ve anında alaşağı edilir. Fakat olguların kökenine inip doğru tahlillerle sonuca ulaşma yeteneği öylesine tahrip edildi ki; komşu bir ülkede ayakta duran her şeyi bombalarla tahrip ederek egemenlik tesis etmeye çalışan işgalci bir gücün en suçlu kesimi, benzer projeler için ülkemize gelirken; bu güruha misafirperverlik yapmamız istenebiliyor ve bu, azımsanmayacak bir kesim tarafından makul bir talep olarak görülebiliyor. Süreç, tüm bulandırma gayretlerine rağmen, aynıları aynı yere, ayrıları ayrı yere düşüren bir saflaşmaya doğru evriliyor. Artık birilerinin midesi, kendini solda ifade ediyor da olsa, bir katille beraber “terörü lanet” mitingi düzenlemeyi, yan yana olmayı kaldırabilecek gibi görünüyor. Burada devrimcilere de önemli bir görev düşmektedir. Sahte dostlar gerçek dostlardan ayrılmalı; ilkeler ve sol içi birlikler konjonktürel yakınlaşmalara feda edilmemelidir.
NATO Zirvesi yapıldı; Bush geldi ve gitti; ama yaşam ve mücadele devam ediyor. NATO Zirvesi’ne karşı tepkiler -istenen sınırlar içinde kalması kaydıyla- yetkili ağızlarca da demokratik kabul edildi. Onlar, Zirve’ye halel getirmeyecek “protesto” mahiyetli gösterilere dünden razı; hatta tepkinin boşaltılması açısından gerekli de bulabilirler; bunda anlaşılmayacak bir yan yok. Ancak devrimciler, demokratlar, antiemperyalistler için durum farklıdır. Yapılacak etkinliklerden NATO Zirvesi’nin önlenmesi mi yoksa salt protesto mu amaçlanıyordu? Bu ayrım, nitelik belirleyicidir ve zaten sürece damga vuran bir çelişme olarak da yansıdı.
Ortada bir eylem değil, bir kaza olduğu halde, Çapa’daki olayı haber yaparken Gündem Gazetesi’ nin “İETT eylemcisi” diye başlık atması, “çata- pata” edebiyatı yapması ve halka bomba atıldığını söylemesi; objektif olarak onu, histerik halde karşı saldırıya geçen tekelci medya ile aynı yere ateş eden bir konuma sokmuştur.
Çapa’daki patlamayı yanlış değerlendiren “NATO karşıtı kesimler”in ortak özelliği, biriken öfkeyi, kavgasız-gürültüsüz biçimde bir toplu mitingte boşaltıp görevini tamamlamaktır. Nitekim, blöfle malül efelenmelerine 1 Mayıs’ı önceleyen süreçte de tanık olduğumuz “Miting Tertip Komitesi”, Vatan Caddesi’nde miting yapmakta önce kararlı görünmüş daha sonra (tehdit edilince) Kadıköy’de karar kılmıştır. Kadıköy, güzergah engellerini yok saysak dahi, “Zirve Coğrafyası”nın dışında olması sebebiyle, uygunsuz bir alandır. Bu alanı seçmek ve eylem tarzı olarak bu tür mitingle yetinmek, “protestoculuk”tur; NATO Zirvesini önlemeyi değil, memnuniyetsizlik belirtmeyi amaçlar. Çapa’daki “kaza”dan hareketle “durumdan vazife çıkaranlar”, yarını da dikkate alarak şu değerlendirmeyi yapmışlardır:
“Gösteri, yürüyüş yapılır, mitingler düzenlenir. Büyük, kitlesel tepkiler geliştirilir, on binler, yüz binler sokağa dökülür; bu tamam; olması gereken de bu. Ancak şiddet olmaz, kan dökmek, halka bomba atmak olmaz. Böyle bir tavır, küresel direniş ruhuna da yakışmaz. Küresel direniş, özünde meşru ancak barışçıl, direniştir.” (Gündem Gazetesi, 26 Haziran)
Irak’taki, Filistin’deki meşru direnişi bu “barışçıl direnişin” neresine sığdırıyor bilemiyoruz; ama, Günden Gazetesi’nin, objektif habercilik yaptığını söyleyen bir gazete olarak; arşivini, yani belleğini unutarakhaber yapmaması gerektiğini biliyoruz. Aksi taktirde salt gazetecilik etiği açısından bile sınıfta kalır.
Yazı boyunca vurgulamaya çalıştığımız sorunlar, bir gerçeğe işaret ediyor; süreç hızla bir saflaşmayı dayatıyor. Önümüzdeki dönem yaşanmasını güçlü bir olasılık olarak gördüğümüz “yakınlaşma” ve “uzaklaşma”lar, bunu öngörmeyenler için şaşırtıcı olacaktır. Öngörenler ise buna bugünden hazırlıklı olmalıdır.
TOPLUMDAN BİHABER OLUP SOSYALOG KESİLMEK
VEYA
SOL KİMLİKLE KORKU TELLALLIĞI YAPMAK
Yaklaşık 10-15 yıldır solda kimi kesimlerin, düzenden ve düzene ait argümanlardan çok, solun geleneksel duruşunu hedef tahtasına koyduğu ve duruşunu buna göre belirlediği görüldü. Leninist örgütlenmeler, bürokratikleşmenin kaynağı olarak gösterilirken; hiyerarşi, bir çeşit şeflik mekanizması olarak yansıtıldı. Bir dönem PKK’nin bayrağından orak-çekiç’i kaldırması gibi sembollerden, renk ve isimlerden başlanarak yüzyılların ürünü birikimler adım adım tasfiye edildi . Bu süreç, sol adına hareket ettiğini söyleyen kimi yapıları sisteme öylesine yakınlaştırdı ki, bırakalım sınıf mücadelesini, kimi itiraz ve farklılıklar bile bir sorun olarak görülmeye başlandı. Ve sonuçta, uzlaşmanın, şiddet ve terörün temsilcisi egemen güçler değil, onlarla çatışan muhalif kesimler hedefe kondu. Solun bugüne dek yaşadığı hemen her sorunun kaynağında; devrimci, militan yapıların tutumu gösterildi . ABD’nin Irak’taki vahşetine karşı bile direniş değil barış önerildi.
Bir mitinge kitle az mı gelmiş, halkla devrimciler arasında kapanmayan bir makas mı var; tüm bunların faturası devrimcilere kesildi.
2003 Şubat’ında Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nun, meşruiyeti arkasına alarak önce Saraçhane’de toplanıp sonra Beyazıt’a yürüdüğü eylemde polis, bir gün önce tüm kurumları dolaşıp tehdit ettiği halde; eylem, yoğun bir katılımla başarılı geçmişti. Buna rağmen, kimi yapılar, eylem sonrasında, Koordinasyon’da açtıkları tartışmada, kitlelerin miting alanının kenarına kadar geldiğini ama devrimci yapılarca açılan pankartları görünce ürkerek alana girmediğini iddia etti. Bu tartışma, kimilerinin, haddini aşarak, “ bir daha dergi pankartı açan olursa Koordinasyondan atarız ” uyarısını yapmasına kadar vardırıldı. Bilindiği gibi daha sonra söz konusu kesimler, “Irak’ta savaşın bittiğini” iddia ederek (gerçekte devrimcilerle aynı zemini paylaşmaya tahammül edemeyerek) Koordinasyonu terk edip BAK içinde yer aldı. Ve birgün, o günah keçisi olarak gördükleri yapılardan bağımsız, halkı korkutan örgütler(!) olmadan, istedikleri gibi bir miting düzenleyip gerçekle yüz yüze kaldılar. BAK, 5 Haziran’da Saraçhane’de düzenlediği mitinge on binlerin akın akın geleceğini varsaydı. Aydın Engin , eylem öncesinde Birgün Gazetesi ‘nde “ kentin dört köşesinden Saraçhane’ye akacak insanlardan, hatta ülkenin dört bir yanından gücü yeten, yol parası çıkışan barışçıların da Saraçhane’de olacağından ” bahsetti. Fakat beklentilerin aksine eyleme sadece 500 kişi katılınca, ezberleri bozuldu. Aynı gazetedeDoğan Tılıç , şaşkınlığını gizleyemiyordu:
“Yahu, hani öyle sert sol sloganlar falan atmıyoruz. Sadece solcular olarak da dökülmüyoruz ortalığa. Alt tarafı ‘Bush gelme’ diyoruz.”
İlk bakışta insan, bu gelişmeden sonra, söz konusu kişi ve yapıların, sorunun kaynağını yanlış yerde aradıklarını ve “çözüm”lerinin gerçeği yansıtmadığını farkedip kendilerini sorgulayacakları hissine/beklentisine kapılıyor. Ancak karşımızdaki eğilim; yanılmış, kafası gerçekten karışmış kişilerden çok, 40’lı-50’li yaşlardan sonra, bilerek ve isteyerek sisteme rücu etmiş insanlardan oluşuyor. Bunlarınutanma eşiği, sanıldığından da yüksektir. Bu nedenle aynı doğrultuda ve hatta giderek artan bir ivmeyle yollarına devam ediyorlar.
Zirve sürecinde özellikle “Vadi coğrafyası”nda insanların sokağa çıkmamaya özen göstermesi, sosyolog kesilmeden de, çeşitli biçimlerde açıklanabilir. Bu aslında aklı başında hiçbir insan için muğlak/ bilinmez değildir. Buna rağmen ve ortada sisteme fatura edilebilecek bir yığın neden varken, faturayı “göstericiler”e kesmek için, içinde akıl ve yürek sağlığını bozacak çok şey biriktirmiş olmak gerekiyor. 27 Haziran’da Evrensel Gazetesi ‘nde, üstelik “özgürlük” isimli köşede yazan Yücel Sayman , bakın ne diyor:
“Ülkemde insanların büyük çoğunluğu korkuyor. Onlar NATO’nun yeni rolünden, ne yapacağından korkmuyorlar, NATO’ya karşı gösteri yapanların kendilerine zarar verme olasılığından korkuyorlar. NATO’nun getirdiği, getireceği felaketler kendilerine dokunmadıkça soyut kalıyor. Onlar üç günlük gösterilerden tedirgin oluyorlar.” Bu da korku tellallığı olsa gerek.
Burjuva medya, eskiye oranla daha da ustalaşmış ve imkanlarını geliştirmiş olsa da gerçekte öne çıkarmak istediği konuya “manken” bulmakta hiçbir zaman güçlük çekmemiş, bahaneye de çokça ihtiyaç duymamıştır. Bu bağlamda, “burjuva medya kullanabilir” diye devrimci eylem tercihlerinden vazgeçmenin akıllıca hiçbir yanı yoktur ve sonuçta böyle bir duruş, burjuva medyanın ölçeklerince belirlenmeyi beraberinde getirir.
Çapa’daki patlama sonrasında, burjuva medya sınıfsal duruşu gereği üzerine düşeni yaptı. Evrensel ,Birgün ve Gündem gazeteleri ise, bırakalım farkını koymayı, olayın karşısında objektif olmayı bile başaramadı. Aradan günler geçtikten ve olay önemli oranda aydınlatıldıktan sonra bile, Gündem’de yazan Mustafa Yalçıner şöyle diyor:
“Üç-beş kişinin, ‘öncü savaşçılık’ iddiasındakilerin hoşuna giden, ortalama vatandaşın kuşku yok ki hoşuna gitmiyor. Bununla ‘devrimcilik’ yaptığını sanan ‘amma bilinçlendirdik’ diye sevinirken, ‘bilinçlenme’ tersine gerçekleşiyor. Kendini bilmezlikle, herhalde katkıda bulunulmak istenen anti-emperyalist mücadeleye zarar veriliyor bu kesin.
(…)
Kimse, ‘biz insanların arasına atmadık’ demesin! O bomba, adeta NATO ve Bush karşıtlığında birleştirilmeye çalışanların tam ortasına atılmıştır.” (Gündem, 29 Haziran)
Mahirlerden bugüne, 30 küsur yıldır, Öncü Savaş’ını, “3-5 kişinin sağa sola sıktıkları kurşunlarla veya attıkları bombalarla halkı örgütleyebileceğini zannetmesi” biçiminde değerlendirenlerin olduğunu gördük/duyduk. Ama bunlar genellikle, ya bilinçli olarak çarpıtan kesimlerdi ya da “ Öncü savaşı cahili” kişilerdi. Öncelikle belirtelim ki, öncü savaşı 3-5 kişinin eylemine sığmayacak denli bir organizasyon ürünüdür ve iktidarı almaya yönelik stratejinin bir aşamasıdır . Gerçi ortada bir eylem de yok; ama, olsa da, bununla halkı birden bire bilinçlendireceğini düşünen kimse de yok. Nurhak ‘la eş zamanlı dönemde Mahir ve yoldaşları, verdikleri silahlı propagandanın kitlelerde önce korku ve tedirginliğe sebep olabileceğini söyler.
Arşivimizde yok; ama, Nurhak’taki çatışmada yoldaşları Kadir, Sinan ve Alpaslan’ı kaybedip yaralı olarak yakalanan Mustafa Yalçıner için o günkü burjuva basını, Çapa’daki patlamadan çok farklı şeyler yazdığını sanmıyoruz.
Son bir hatırlatma; 28 Haziran günü Mecidiyeköy’de, içinde EMEP’lilerin de olduğu bir kitlenin, “valinin uygun gördüğü” bir alanda basın açıklaması yapmak istedi diye nasıl biber gazıyla adeta banyo edildiğini gördük ve insanların o çaresiz halinin basındaki resimleri bile içimizi acıttı; öfkelendik ve “ bu böyle olmaz ” dedik. Siz de oradamıydınız, bilemiyoruz; ama, Sayın Yalçıner, Nurhak görmüş biri olarak yere çömelip biber gazı ile yıkanmayı kabullenmek yerine alternatif eylem biçimleri için kafa yormaya başlamış olmanızı temenni ediyoruz.
Evet solda bugün ölçü bulanıklığı dahil, pek çok sorun var. Ancak bunların aşılması, öncelikle, “burjuva basını ne der” öcüsünün kapsama alanının dışına çıkmayı, solu ve sol değerleri sahiplenmeyi gerektiriyor.
01 Temmuz 2004