Yeni kavramının cazibesinden midir yoksa tıkanmanın çeşitliliği ve yaygınlığından mıdır bilemiyoruz; yenilenmeden bahsetmeyen hemen hiçbir yapı kalmadı. Sosyalizmin sorunlarına dair derinlikli ve kapsamlı bir araştırma/tartışma ihtiyacı, yıllardır devrimcilerin gündemini işgal eder. Ne var ki, bugün kimi ülke devrimcilerinin mütevazı çalışmaları dışında dünya ölçeğinde merkezileşmiş, kurumlaşmış bir araştırmanın olmadığı bilinmektedir. Dünya devrimcilerini enternasyonal veya benzeri bir oluşumun içinde ortaklaştırmanın önemi bilinse de bu, söz konusu amacı gerçekleştirmeye yetmiyor.
Sosyalizmin sorunlarını enternasyonal bir çabada ortaklaştırma ihtiyacını küreselleşme karşıtı oluşumlarla aşma beklentisi içinde olanlar ise, bir olguya kendisini aşan işlevler atfetmiş olmakla kalmıyor, aynı zamanda bir devrim için kaçınılmaz olan, ulusal çaptaki örgütlenmeyi de yadsımış oluyor. Ulusal sınırlar içerisinde adeta artık hiçbir şeyin yapılamayacağını düşünen veya en azından bu şekilde hareket eden ve tüm ilgisini küreselleşme karşıtlığına veren, ülkemizdeki kimi çevrelerin durumuna dikkatli bakılırsa, aslında küreselleşme konusunda da fiilen bir şey yapmadıkları görülür.
Devrimciler yenilenmeyi, alanı terketme veya nitelik değiştirme olarak algılayanlardan kendilerini ayırmak durumundadır. Bir arayışa girmeden önce, ne arandığı, nasıl aranacağı net olarak tanımlanmalı ve izlenecek yöntem doğru seçilmelidir. Ayrıca devrimciler, mevcut görevlerini ihmal etmeden yenilenme faaliyetlerini sürdürmelidir.
Yenilenme, güzel çağrışımlar yapan, doğru ve gerekli bir olgu olduğu kadar; tehlikelidir de… Zaten okuma ve araştırma tembelliğinin hüküm sürdüğü solda; yenilenme, amaçtan bağımsız bir çeşit değişiklik ihtiyacı olarak da gündeme gelebilir; tam kavranmamış olan bir fikrî hazinenin (Marksizm’in) terki ile sonuçlanabilir. Veya burjuva demokratı olarak addedebileceğimiz kimi muhaliflerin yöntemsiz duruşlarının etkisiyle ölçek bozulmasına uğranabilir. Bunlar, evham veya gereksiz/erken kaygılar değildir. Herkes etrafına baksın; seviye, kavrayış, araştırma kabiliyeti ve isteği açısından bir tarama yapsın. Ortaya çıkan sonuç ile temenni edilen yenilenme arasında ciddi bir açının olduğu görülecektir.
Daha önce okumuş olduğumuz ve kimi devrimci süreçlere dair zengin deneyimler sunan bir kitabı güzümüzün önüne getirelim. Oradaki düşmeleri-kalkmaları, yengileri-yenilgileri, eksiklik ve yeterlilikleri düşünelim. Tekrar etmek zaten mümkün değil; ama, o süreci ne tür bir yenilenmenin sonunda daha başarılı yaşayabileceğimizi söyleyebiliyor muyuz? Yani yenilenmeden ne bekliyoruz? Devrimciler zaten her an yenilenme içinde olması gereken bir kesimdir. “Aynı suya iki kez girilmez” diyen biziz. Bu, sürekli değişim demektir. Bu değişime ayak uydurmayan, yaşamın gerisine düşer, sürüklenir. Bizlerin kaygısı, yenilenmenin; zaten kavranamamış ve giderek bir hafıza sorununa kurban edilen Marksizm’den, uzaklaşmayla sonuçlanmasıdır. Veya mükemmeliyetçi bir yaklaşımla, bugüne dek rastlanan tüm olumsuzluk ve eksiklikleri, “yenilenememe”ye fatura etmektir.
Örneğin bugün emperyalizmi tanımlarken, Lenin’in Emperyalizm’ini yeniden yazmayı mı yoksa güne taşımayı mı amaçlayacağız? Marksistlerin üstünlüğü, 150 yıllık birikimi güne başarı ile taşıyabilmekten geçer. Yoksa o birikim yeniden incelenecekse bile, daha iyi uygulamak üzere incelenmelidir. Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in veya Mao’nun göremediği ve gizli kalmış olduğu varsayılan kimi gerçekleri bu inceleme ile açığa çıkaracağını ve bugün artık söz konusu önderleri ihtiyaç olmaktan çıkaran bir seviyenin yakalandığını zanneden kesimlerin yenilenmesi, olsa olsa, geriye doğru bir düşüş olması anlamında yenidir. Bu konuda bir aşma-aşılma ilişkisinden söz edilecekse bu, Marksist gıdayı güne taşımak ve günün ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden üretmek olarak algılanmalıdır. Mesele, siyasal pratiğin geliştirici ve öğretici dinamiğinden bağımsız, salt bir “teori sorunu” görülerek aşılamaz. Fikrî yenilenme, bizzat pratiğin içinde bulunan ve pratiğin ihtiyaçlarına çözüm arayan özneler tarafından gerçekleştirilecektir . Başka türlü bir arayış, siyasal yaşama yabancı bir tarzdır. 1907’nin başlarında, yükselen devrimci dalga ile beraber Lenin “
Yükselen devrim güneşinin parlak ışığında, daha kısa süre önce yaşadığımız ‘teorik’ anlaşmazlıklar ne kadar zavallı kaldı” derken de pratiğin gücüne, fikrî gelişimdeki yerine işaret ediyordu.
Bilinir ki, siyasal pratiğin ihtiyaçlarına, pratiğin dışında konumlanmış “birikimli akademisyenler”den değil; bizzat pratiğin içinde yer alan öznelerden yanıt gelecektir. Krupskaya “İnancım odur ki Lenin 1905 devrimini yaşamamış ve ikinci göçmenlik başından geçmemiş olsaydı, ‘Devlet ve Devrim’ kitabını yazamazdı.” der. Bu, üretimin yaşamla (yani pratikle) dolaysız ilişkisine dair güzel bir örnektir.
Devrimci yükselişin ideolojik zemine olumlu yansıması gibi, gericilik yılları, olumsuz olarak yansıdı. Özellikle Lenin’in yurtdışına tekrar çıkmak zorunda kaldığı ve Çarlığın devrimcilerden öç alırcasına, büyük bir saldırıya geçtiği 1908 yılı, aynı zamanda büyük bir ideolojik çözülmeye tanık olundu. Ve Marksizm’in üzerine bina edildiği materyalist dünya görüşünü hedef alan felsefi akımlar türedi. 1908-1911 yılları bu nedenle, ideolojik mücadele açısından çok önemli bir dönemdir. Tasfiyeciliğin kolay çimlendiği bir toprak olması sebebiyle gericilik yılları, “illegal parti organlarının” hedef alındığı bir dönem de oldu. Hatta illegal partinin, parti organlarının sık sık açığa çıkmasına ve işçi hareketinin hareket kabiliyetini sınırlamaya sebep olduğu iddia edildi.
Karşı devrimin fiziki imha dahil her yolu denediği, ideolojik çözülmenin, değerlerde erozyonun yaygınlaştığı bir dönemde değerlerinde ısrar etmek, özel bir anlam taşır. Mücadelenin yükseldiği dönemde Lenin’nin bu çabasının ürünü somut olarak alındı. Halbuki, yaşamın henüz somut pratiklerle Lenin’i doğrulamaya başlamadığı o gericilik yıllarında, Lenin’in mücadelesi ve itirazları -aralarında Lenin’in mücadele arkadaşları da bulunan- pek çok kişi tarafından; geçimsizlik, sertlik, kötü karakter, vb. ile açıklandı. Bu gelişmeler, günümüzle birebir örtüştürülemeyecek ise de devrimci değerlerin dünden bugüne istikrarlı taşıyıcılarına yönelen haksız eleştiri ve yorumların nasıl karşılanması gerektiğine dair öğretici bir içerik taşımaktadır.
SOVYETLER BİRLİĞİ, AŞILMIŞ BİR TARİHSEL DÖNEM OLARAK DEĞİL, YENİ DENEYİMLERE İÇERİLMESİ GEREKEN BİR BİRİKİM OLARAK GÖRÜLMELİDİR
Emperyalist duvarda büyük bir gedik açan, devrimin ve sosyalizmin mümkün olduğunu gösteren Sovyet Birliği, birkaç ülkenin deneyim toplamında bile rastlanmayacak yoğunlukta ve büyüklükte zengin deneyimlere sahne olurken, uzun yıllar emperyalizmin pek çok projesine konu olan büyük bir tehdit olmuştur.
Sosyalizme dair öngörü ve vaadlerin toplumsal-maddi bir kanıtı olan, kültürel olandan siyasal olana ekonomiden savaşa kadar yaşamın her alanında emperyalizme üstünlüğünü kanıtlayan Sovyetler Birliği, yaşanan geriye dönüş sonrasında bile emperyalist propaganda merkezlerinin gündemini önemli oranda işgal etmeye devam etmiştir. İşin acı tarafı, çözülmeye uğramış haliyle bile emperyalistlerin korkulu rüyası olan bu olağanüstü deneyim; sosyalist olduğunu söyleyen pek çok kişi ve yapı tarafından gerekli ilgiyi görmemekte, önemi fark edilmemektedir. O zengin deneyimden öğrenmek ve çözülmenin nedenlerini yine aynı deneyimin laboratuarında üretmeye çalışmak yerine, o tarihsel dönemin bütünüyle reddedildiğine veya içinden cımbızlanan bir fiile indirgendiğine tanık oluyoruz.
Devrimciler, kendi tarihlerinin veya sahip oldukları değerlerin, karşı-devrimci odaklarca karalanabileceğini, bilimin imkanlarının dahi gerçeklerin çarpıtılması için kullanılabileceğini en iyi bilen (veya biliyor olması gereken) çevrelerdir. Bu nedenle, çarpıtmalardan en az etkilenen kesim olmalıdır. Örneğin, daha önce, Sovyetler’e ait olduğu ve Stalin döneminin cinayetlerini ortaya koyduğu söylenen hatta “Sovyet döneminde infaz edilen muhaliflere ait daha çok sayıda toplu mezar bulunduğu ” iddiasıyla birlikte yansıtılan 40 bin kişilik toplu mezarın; 1812 yılında Napolyon Bonapart’ın Moskova’ya yaptığı saldırı sırasında ölen Fransız askerlerine ait olduğu antropologlarca kesinleştirilince, kara propagandacılar için bir şey değişmese de bugüne dek bu tür haberleri dikkate alan kişi ve yapılar için bir şey değişmelidir.
Devrimciler ve onlara saygı duyanlar, hiçbir olguyu düşmanlarının ölçüleri ile değerlendirmezler. Sosyalizmin inşasının mümkün olduğunun kanıtı olan Sovyetler Birliği, eğer düşmanları için korkulu bir rüya olmuşsa, devrimciler için bu, sevindirici bir nedendir.
Naziler’e tattırılan yenilginin ve dünyayı faşizm belasından kurtaran direnişin özneleri, gerçekleştirdikleri başarılar ve ortaya konan direnme örnekleri; sosyalizmin insana kazandırabileceği nitelikler açısından özeldir. Ve burjuva toplumlarda rastlanma ihtimali yoktur. Aslında Sovyetler Birliği, pek çok açıdan ilklerin ülkesi sayılır. Bir dünya savaşının içinde doğmak, İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamak, iç savaş, Savaş Komünizmi, NEP, sanayileşme, kurumlaşma, eğitim, eşi görülmemiş demokratiklikte bir anayasa; bunlar, Sovyet devrimcilerinin başarı ile geçtikleri ilk sayılan sınavlardır.
Yenilenme olgusunu, Sovyet laboratuarı açısından düşünelim; Sovyet devrimcileri, o gün için yetmiş yıllık tarihsel birikimi kendi topraklarına taşıyabildikleri oranda Marksist’ti ve bir o kadar yeniydi. Onlar için yenilik, tarihi durdurup Marksist eserleri yeniden incelemek değil; zaten var olan inceleme, araştırma, öğrenme fiilini sürdürürken devrimin omuzlarına yüklediği görevleri yerine getirmekti. Bugün için de Marks ve Engels’den olduğu kadar; Çin Devrimi’nden ve dolayısıyla Mao’nun katkılarından, Sovyetler Birliği’nden ve dolayısıyla Lenin ve Stalin’den; Küba’dan, Vietnam’dan, Fidel’den, Che’den, Ho Chi Minh’den öğrenmeyi sürdürenler; onların ortaya koyduğu pratiği “aşılmış tarihsel bir dönem” olarak görmeyenler, yenilikçi sayılırlar. Bir şeyi aşmak, onu kavramak ve daha da yukarılara çıkmak anlamına gelir. Reddederek, geri düşerek aşma olmaz. Bu şekilde yenilenme de olmaz.
’90 sonrasında başlayan, köklerini reddederek kuruma süreci, kendine has bir duruş ve jargon da yarattı. Örneğin, Lenin’in Nisan Tezleri’ni bugün için artık okumanın bir yararı olmayacağını, çünkü aşılmış ve bugün tekrar etmeyecek bir an’a ait olduğunu iddia etmek gibi “yeni” fikirlerle karşılaşmaya başladık. Gerçekte ise, günü kavrayabilmek açısından devrim deneyimlerinin çok önemli olduğu, zaten bir Marksistin bunları bir şablon olarak güne aktarmayacağı; çarpılmak için öznel nedenleri olmayan tüm devrimciler tarafından bilinir/bilinmelidir.
Yenilenme, kapsama alanı geniş, derin bir kavrayış ve yoğun bir üretkenlik gerektirir; tembellikle ise, hiç mi hiç bağdaşmaz. Devrimcilere, olayların arkasından sürüklenmek yakışmayacağı gibi, ayaklarına cehalet ipleri dolayarak önden yürümek de yakışmaz. Lenin, “Gerçeklerin gözünün içine bakmaktan korkmayalım” der. Ama, o gerçeklerin gözlerimizi kamaştırıp şaşkınlaştırmaması için, bilinçli bir duruşla karşılanması gerekiyor.
Marksizm bize, içinde bulunduğumuz tarihsel kesitte etken ve yaratıcı olmayı öğütler. Öğrendiğini güne uyarlayabilen ve kendi öznel durumunu değil, objektif koşulları dikkate alarak hareket eden Marksist, iyi bir Marksist’tir. 1905 Ekim’inde Rusya’ya dönmeye karar veren Lenin, ayaklanmanın zamanına ilişkin bir soruyu şöyle yanıtlıyordu: “Bana kalsa, devrimi ilkbahara kadar… ertelerdim… ama, nasıl olsa bize sorulmayacak.”
KARŞI DEVRİMİN YÖNLENDİRMELERİNİN PANZEHİRİ BİLGİYİ DOĞRU KAYNAKTAN VE YETERLİ MİKTARDA ALMAKTIR
Devrimcilerin üstünlüğü; olgulara, Marksist felsefenin kazandırdığı, isabet oranını yükselten bir perspektifle bakabilmektir. Marksist öğreti, doğru kaynaklardan edinildiğinde ve yeterli oranda kavrandığında yaşamın bütünü için bir rehber işlevi görür. Ne var ki, bir sosyal bilim olan Marksizm’i, kavramak ve olgulara Marksist’çe bakabilmek; fen bilimlerindeki öğrenme süreçlerinden daha karmaşık bir çabalar bütününü gerektirir. Böylesine zorlu bir süreci hafife alıp, kulaktan dolma bilgilerle yetinildiğinde, sistemin ideolojik silahlarına hedef olma olasılığı artar.
Bir olaya; medyanın görsel olanından basına kadar çeşitli biçimlerde yer verildiği ve farklı yorumlar yapıldığı halde, hepsinin dışına çıkabilmek ve bağımsız yorum geliştirebilmek, yukarıda sözünü ettiğimiz olgunluğu/gelişmişliği gerektirir. Örneğin bugün solda, Radikal Gazetesi sınırlarında seyreden yorumlara/değerlendirmelere rastlamak (Radikal’den etkilenmenin olduğunu açıkça izleyebilmek) kaygılarımızı büyütüyor.
Tabii sorunun kaynağı, her zaman bilgilenme eksiği olmayabiliyor. Kötü bir deneyim sonrasında veya ağır bir bedel ödenmesi üzerine yaşanan geri çekilmeler, sağlıklı bir zeminde gerçekleşmemişse; karşıtına dönüşme veya bir çeşit “sol magazin”e ilgi duyma ihtimali gündeme gelebiliyor. Böyle durumlarda, devrimci değerlere dair, karşı devrim tarafından üretilmiş olan iddialara, inceleme ihtiyacı duymadan itibar etmek gibi yakışıksız duruşlarla barışık olunmaya başlandığı görülür. Aydınlık dergisinin aklıevvel iddialarına itibar etmek, bir örnek olarak verilebilir.
Lenin’in Stalin’den “kaba Gürcü” diye söz ettiğini bilmek, bunu önemli bir bilgiymiş gibi aktarmak da ya devrimcilik cahili olanlarda, ya da yukarıda sözünü ettiğimiz şahsiyetlerde rastlanan bir durumdur. Örneğin 1913’te Krakov’da Merkez Komitesi üyelerinin katıldığı konferans sonrasında, Lenin’in Gorki’ye yazdığı mektupta Stalin’den nasıl söz ettiği, aynı çevrelerin ilgisini nedense çekmez.
Lenin, Stalin’i Tammerfors Konferansı’ndan, Stockholm ve Londra parti kongrelerinden tanıyordu. Bu kez Stalin’le Ulusal Sorun üzerine sohbet eden Lenin, bu konu ile kapsamlı biçimde ilgilenen ve soruna vakıf olan bir yoldaşla konuşmanın memnuniyetini Gorki’ye yazdığı mektuba yansıtır: “Burada mükemmel bir Gürcü işe koyuldu ve ‘Prosveşçeniye’ için büyük bir makale yazıyor, bu amaçla Avusturya’dan ve başka yerlerden bütün materyalleri topladı.“
Aslında Stalin’in kim olduğu da, Lenin’in ona ne kadar değer verdiği de, devrimci zemine yönelen ideolojik saldırıların nasıl etkisizleştirilmesi gerektiği de devrimciler için yabancı olmaması gereken olgulardır; yeter ki çözüm, Marksizm dışı alanlarda aranmasın.
ÜLKEMİZ SOL TOPRAĞINDA LİBERALİZMİN BU DENLİ GÜRBÜZ SONUÇLAR VERMESİNİN SEBEPLERİNDEN BİRİ EMPERYALİZMİN BEYİNLERE YÖNELİK İŞGAL HAREKATIDIR
Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan dönemle birlikte, zaten gizlenmiş (içsel bir olgu haline gelmiş) olan emperyalist işgal, toplumsal ve bireysel hayatın içine nüfuz ederek adeta beyinleri işgal etmiş ve bu nedenle kimileri için bir sorun olmaktan çıkmıştı. Bunun, genelde toplum üzerinde olduğu kadar, sol üzerinde de etkisi gözlendi. Antiemperyalizm, eskimiş ve temeli kalmayan bir olgu olarak karşılanır olmuş; bağımsızlık söylemi, yenileşmeyi anlayamamakla özdeş tutulur olmuştu.
Bir dönemin devrimci dalgasını kırılmaya ve durulmaya uğratan pek çok olgudan (hatta içsel nedenlerden) söz edilebilir. Ne var ki, 12 Eylül’ün yıkıcı vuruşlarının ve taşınan içsel zaafların dışında, yenilgiyi kalıcılaştırıcı dışsal ellerin varlığı da göz ardı edilemez.
Artık, yer ve isimlerle belirtilir ve rahatlıkla ifade edilir hale gelen bir olgudur; ABD, Soğuk Savaş diye bilinen dönemde CIA aracılığıyla kimi yazar ve entellektüeli satın almış; komünizmi yenmenin en akıllıca yolunun ılımlı solculara, tarafsızlaşmış eski solculara destek vermekten geçtiğini varsayarak, onları çeşitli biçimlerde besleme yolunu seçmiştir. Bunun sadece Soğuk Savaş döneminde olmadığı ve salt parasal destekle sağlanmadığı; teşvik, önünü açma, kültürel ve ideolojik yönlendirme gibi pek çok aracın bugün de kullanıldığı ve “tarafsızlaşmış”, değerlerini yitirmiş veya yenilgiyi içselleştirmiş eski solcuların sistem nezdinde çeşitli biçimlerde kıymete bindiği bilinmektedir.
Vaktinde filozof Isiah Berlin ve Bertrand Russel’in de aralarında bulunduğu pek çok aydının CIA’dan maaş aldığı iddia edilenler arasında adlarının geçiyor olması; onları böyle bir duyumla yetinip mahkum etmeye veya etrafımızda bir paranoya hali ile bakmaya sebep olmamalı; ama, hangi kurum ve sıfatta olursa olsun, kişinin önemi, söylediklerinden çok yaptıkları ile ölçülmeli ve yolgösterici fikrî argümanlar için öncelikle kendi mantıksal süzgecimizin sonuçlarına itibar edilmelidir.
Meraklıları için hatırlatmak istiyoruz. Bertrand Russel, Vietnam Savaş Suçluları Mahkemesi’nin başkanı ve savaş karşıtı bir aydındır. Ve hatta Chomsky’nin gözüyle “Batı’nın son aydını”dır.
Bugün, ülkemiz sol toprağında liberalizmin bu denli gürbüz sonuçlar vermesini; değişimle, yenilenmeyle, aşılmış tarihsel dönemle açıklamaya çalışmak, en azından kendini kandırmaktır.
Daha önemlisi, dünya ölçeğinde devrimci değer ve örgütlenmelerin tasfiyesine yönelik kapsamlı projelerin ülkemiz topraklarında da karşılık bulduğu, bunun uygulayıcılarının objektif konumda olanlarının yanında subjektif olarak bu rolü üstlenenlerin de bulunduğu artık bilinmektedir. Mücadelenin karşısına çıkan veya çıkartılan bu tür ayak bağlarının çözülmesi kadar, teşhiri de devrimcilerin önünde bir görev olarak durmaktadır. Eğer bu tanımlamayı abartılı bulan dostlarımız olursa; onlara, gönüllü tasfiyecilerin sayısındaki ve etkileyicilik gücündeki artışı inceleme konusu yapmalarını tavsiye ederiz.
Sayı 10 (Ağustos-Ekim 2003)