Holding Medyasının, seviyeyi düşürmede ün yapmış gazetelerinden biri olan Milliyet’te, “SOL GEÇMİŞİYLE HESAPLAŞIYOR” isimli, Can Dündar imzalı bir röportaj yayınlandı. Can Dündar’ın anlatımına göre, farklı bir amaçla ulaştığı Taner Akçam’la başlattığı sanal sohbet uzamış ve ucundan, Taner Akçam’ın “kişisel muhasebesi” sayılan bir röportaj çıkmış. Fakat Can Dündar, başlangıçta “kişisel muhasebe” diye tanıttığı bu sohbeti, sola dair genel bir geçmiş hesaplaşması olarak algılanacak biçimde yayınlamakta, başına yumruklu yıldız amblemi koymakta ve özenle seçilmiş fotoğraflarla yanılgıyı arttırmakta bir sakınca görmemiş.
Gazetecilik etiği dendiğinde, mangalda kül bırakmayan bu tür şahsiyetlerin kişiliğini tanımak için, bu röportajın yayınlanış biçimi öyle sanıyoruz ki yeterli öğreticilikte olmuştur.
Didişmelerin, çekişmelerin, kişiselleştirme gayretlerinin dışında kalmaya çalışan ve sorunların biçiminden çok özünü yansıtmayı prensip edinmiş olan bizler için bu röportaj, gülünüp geçilecek bir vak’a olarak karşılanabilirdi. Ne var ki, en eften-püften meseleyi bile sol’a/devrimciliğe saldırının sebebi haline getirenlerin çoğaldığı ve bunun bir çeşit kampanyaya dönüştüğü günümüzde, uygun yer ve zamanlarda yanıt vermek bir gereklilik haline geldi. Tabii ki bizler bu tür yanıtları, hiçbir görevimizi aksatmadan ve asıl uğraşlarımızın önüne koymadan vermeye özen göstereceğiz. Bu çabamız, devrimci kültürle yeni tanışan genç kesimin üzerinde olumsuz bir moral etkinin oluşmasını önlemeyi de amaçlamaktadır.
Okurlarımız bilir; bir süredir, devrimci değerleri eğip-bükenlerden söz ediyoruz. Bu arada, “eğip-bükme” fiilini gerçekleştirenler de boş durmuyor. Devrimciliği/solculuğu, sırttan atılması gereken bir yük veya arınılması gereken bir “günah” olarak görmeye başlayanlar, bu konuda alabilecekleri eleştirilerin önünü kesmenin de hesabını yapmakta ve devrimci kimlikte ısrar edenleri tutuculukla itham ederek, yaptıklarını bir yenilik olarak yansıtmaktadırlar. Düzenin çiçeği burnunda kaşifleri, adeta kendilerine vazifeymiş gibi, globalleşerek çirkinliğini dünyanın dört bir yanına taşıyan kapitalizmin yararlarına dikkat çekmekte ve bunu görmeyen(!) devrimcileri mutaasıplıkla, muhafazakarlıkla, vs. suçlamaktadır. Bu kervana katılmak için devrimci kimliği şu veya bu oranda taşımış olmak da gerekmiyor. Geçmişte “solcu” olarak anılmak yeterli olabiliyor.
Şöhretle (ve de parayla) başı dönen ve düzene karşı direngenliğini hızla yitiren Yılmaz Erdoğan , bu konunun ilginç ve öğretici örneklerinden birini oluşturuyor. ” Türkiyede solcuların hepsi muhafazakar oldu diyerek, muhtemel eleştirilerin önünü kesmeye çalışan Erdoğan, ” Ben gözümü açtım herkes solcuydu, ben de solcu oldum ifadesiyle de düzene rücu edenlerin hemen hepsinde rastlanan, geçmişte kalan solcu/devrimci kimliğini çocukça veya içi boş bir olgu olarak gösterme çabasına girmiş.
Yeni kimliklerini gerekçelemede, terkettikleri kimliğe akılsızlık atfetmeyi bir alışkanlık haline getiren ve böylece artık akıllandıklarını kanıtlayan(!) bu yeni yetme “sağ”cıların bir diğer ortak özelliği, çok ucuz dayanaklara yaslanmaktır. Örneğin Erdoğan,”Ben ‘devletçi ekonomi daha iyidir’ diyemem” derken, “solculuğu dünün CHP’si ile özdeşleştirir, ona devletçilik atfeder ve bu işten elçabukluğu ile kurtulurum.” diye düşünmüş olabilir. Ama, devrimciliğin gerçekte devletsiz, özgür bir yaşamı amaçladığını ve kendisinin yeni yaşamında 24 saat devlet ve iktidar soluyan ilişkiler içinde yüzdüğünü bilenlerin gözünde nasıl küçüldüğünü düşünürse, bu elçabukluğunun pek işe yaramadığını görecektir.
Gelelim Taner Akçam’a;
Mesele, cehalet sebebiyle bir yanlış tarih okuması mıdır; yoksa, öznel nedenlerle bir tarih çarpıtması mı? Malülen emekliler bile, geçmişlerine genellikle pozitif bir pencereden bakarlar. Yenilgi dili , yaşamda sadece maddi olarak değil, ruhen de yenilmiş olanların dilidir. Taner Akçam, kendinden emin gözükmeye çalışsa da, anlatımlarına bütünüyle böyle bir olgu hakim.
Kişi, geçmişiyle hesaplaşmak adı altında oklarını, kendinden çok devrimci harekete yöneltiyor ve bir siyasal karalama kampanyasına dönüştürüyorsa; birilerinin de kendi siyasal geçmişi üzerindeki örtüyü kaldırabileceğini düşünmelidir. Aynı şey, benzer tutumlara niyetli tüm adaylar için geçerlidir. Bu yanıtımız, bir reaksiyon veya didişme olarak algılanmamalıdır. Devrimci hafıza objektifini, kavganın gerekleri dahilinde geçmişe tutar ve gerekiyorsa teşhir de yapar. Kendilerini burjuvazinin kara propagandasına alet edenler, bunu hakketmiş demektir.
Hatırlanacağı gibi Devrimci Yol, THKP-C’nin ideolojik-politik mirası üzerinde, 1974’lerde başlayıp DS ayrılığı sonrasında nicelik ve nitelik olarak büyük bir atılım göstererek bütünlüklü bir siyasal yapı niteliği kazandı. Devrimci Yol’un ideolojik-politik çizgisi, bu süreçteki siyasal pratiğin/mücadelenin içinde şekillenmiştir. Devrimci Yol’u en iyi kavrayabilenler,bu siyasal pratiği yaşayanlardır. Eğer bir sahiplenmeden söz edilecekse, Devrimci Yol’un gerçek sahipleri, şu veya bu noktada bulunanlar değil, mücadele alanlarında bu pratiği yaratanlardır . Ayrıca bu pratik, Devrimci Yol’u 1974’lerde başlatıp ’81 Ocak’ında bitiren bir anlayışın da yadsınmasıdır. Maddi yaşam koşulları sebebiyle, bu siyasal pratiğin oldukça uzağında kalan kişilerin, Devrimci Yol’u ne kadar kavradığı tartışmalıdır. Örneğin Taner Akçam ve çevresinin reel sosyalizme yönelik eleştirilerinde, Avrupa Solu‘ndan etkilenmenin çarpıcı izlerine rastlanırken; örgütlenme modeli olarak Alman Yeşiller Hareketi’ne duyulan büyük ilgi, Devrimci Yol’un ideolojik-politik çizgisine olan ilginin çok ötesine geçebiliyordu. Hatta Marksizm’le ilişkisini bile, “Alman İdeolojisi” ve “1844 El Yazmaları”na kadar indirgemişti.
Bu süreçte öne çıkarılan ideolojik-politik argümanlar, ilerde ÖDP’ye kaynaklık edecek olan zeminin tohumlarını oluşturdu.
Özellikle ’81-’84 pratiğinde yaşananlar, Taner Akçam ve çevresinin, Devrimci Yol’un ideolojik-politik çizgisini yeterince kavramadığına dair pek çok veri sunmuştur. “Merkez Komite üyeliği”ni, polisten ve kendisinden başka kimsenin ciddiye almadığı Taner Akçam; 12 Eylül sonrasında, objektif koşulların dayatması sebebiyle fiilen, kapasitesini aşan bir misyon üstlenmiş ve sonuçta, Devrimci Yol kültürünü sahiplenerek değil aşındırarak iz bırakmıştır.
DEMOKRATLIK, İNSAN HAKLARI VE ÖZGÜRLÜK GİBİ KONULAR, SINIFSAL PERSPEKTİF KAYDIRILMADAN ELE ALINMALIDIR
Bilindiği gibi, ideolojisizlik veya her türlü ideolojiye karşı çıkmak adı altında girilen tarafsızlık hali, “egemen olana taraf olmak” anlamına gelir. Bunu hemen tüm devrimciler, devrimciliğin ilkokulunda öğrenirler. Benzer bir diğer örnek, sınıflar üstü bir demokrasinin olamayacağı ve doğru sonuca varmak için “kimin için demokrasi” sorusunun yanıtlanması gerektiğidir. Bu bağlamda örneğin, özgürlük meselesi mi ele alınıyor? Özgürlükten ne anlaşıldığı, kahvehane sohbetlerine eşdeğer bir mantıkla veya öznel duruşun gerekleri ile değil, marksizmin bu konuda hiç de karışık ve zor olmayan yaklaşımı ölçü alınarak tanımlanmalıdır. Tabii sözümüz, marksist perspektif diye bir sorunu olanlaradır. Yok eğer, “Biz, marksizmi ölçü almak zorunda değiliz; durduğumuz yerden, aklımıza estiğince ve gerekirse burjuva toplumlarda rastladığımız normları da ölçü alarak hareket edeceğiz” deniyorsa, açıkçası onlar için kaybedecek vaktimiz yok.
“Türkiye’nin özgürlükçü, demokrat ve insan haklarını merkezine almış bir sola ihtiyacı var.“ diyen Taner Akçam, alternatif olarak, “anti-batı” tutumdan ve “üçüncü dünyacılık”tan vazgeçme önerisinde bulunuyor. Bu, farklı bir duruşun terminolojisidir.
Devrimciler için “anti-batı” diye bir sorun yoktur; anti-emperyalizm diye bir sorun vardır. Üçüncü dünyacılık diye bir tercih yoktur, devrimci kimliğin gerekleri vardır ki bunlar evrenseldir.
Ülkemiz devrimcileri, benzer yönlendirme ve tartışmalara daha önce de çeşitli kişi ve yapıların şahsında tanık olmuştur. Devrimci Yolcular için sosyalizm kavramının başına “özgürlükçü” gibi bir ön ek koyma ihtiyacı yoktur. Bilinir ki sosyalizm, insanlığı en tam demokrasiye ve giderek özgürlüğe taşıyan kaçınılmaz bir yoldur. Ve doğru uygulandığında o zaten özgürlükçüdür. Bu yoldaki şiddeti, burjuva çevreler her dönem konu etmiştir. Ancak, bu konuda hiçbir kafa karışıklığına yer bırakmayacak çözümlemelerin, devrimcilerce ilk okunan kitaplarda (Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Fransa’da İç Savaş, Devlet ve Devrim, gibi) yapıldığı bilinmektedir.
Elinden hiçbir şiddet aracını bırakmayan ve şiddet gibi her türlü kötülüğün bugünkü kaynağını oluşturan burjuvazi, sınıf düşmanlarının şiddetinden yakınmayı da her dönem sürdürmüştür.
Burjuvazinin bu konudaki çifte standardı, tarihte eşsiz bir örnektir.
Engels, şiddet konusunda, burjuvazi tarafından yapılan yönlendirme ve kara propagandadan, annesine yazdığı mektupta söz eder.
“Sevgili Anne,
Sana bu kadar zamandır yazmamamın nedeni, siyasal etkinliğime ilişkin son düşüncelerine, seni kırmayacak bir biçimde yanıt vermek istememdir. (…) [Engels, Fransız basınındaki yalan haberlerden söz eder.-bn]
Prusyalılar biçiminde kurşuna dizilen bir avuç rehine konusunda, Prusyalılar gibi ateşe verilen iki üç saray konusunda (çünkü tüm geri kalanı yalandır) çığlıklar atılıyor, ama Versailleslıların hileyle silahsızlandırdıktan sonra toptan öldürdükleri 40.000 erkek, kadın ve çocuğa gelince, bir kişi bile bundan söz etmiyor!” (Londra, 21 Ekim 1871)
Sohbetinin çeşitli yerlerinde merkeziyetçilik ve otorite kavramlarını da hedef tahtasına yerleştiren Taner Akçam, bu konuda da ciddi bir ölçü problemi içinde olduğunu göstermiştir. Engels’in aynı konudaki vurguları, meseleleri kaynağından öğrenmek isteyenler için tereddüde yer bırakmıyor.
“Paris Komünü’nün yaşamına mal olan şey, merkeziyetçilik ve otorite eksikliği oldu. Zaferden sonra otoriteyi vb. ne isterseniz yapın, ama savaşım için tüm güçlerimizi bir araya getirmek ve aynı saldırı noktası üzerinde toplamak zorundayız . Ve otorite ve merkeziyetçilikten tüm koşullar içinde kötülenecek iki şey olarak söz edildiği zaman, bana öyle geliyor ki bunu söyleyenler ya bir devrimin ne olduğunu bilmiyor, ya da sözde devrimcilerden başka bir şey değiller .” (Ocak 1872, Engels’in Carlo Terzaghi’ye mektubundan, abç)
Devrimci geçmişiyle bağını kesme sonrasında “insan haklarını, demokratlığı ve anti-şiddeti” keşfetmek, salt Taner Akçam’a özgü olmayan, yaygın bir tutumdur. Bu tür şahsiyetlerin geçmişlerinin üzeri kazındığında, genellikle,bugün öne çıkarmayı hayatî (ve de etik) bir sorun olarak gördükleri o ölçülere pek de uymadıkları görülür. Belgeli ve tanıklı gerçekliklerdir; Taner Akçam ve çevresinin yönlendiriciliğinde geliştirilmek istenen süreçte, yaşanan “en geniş demokrasi” tartışmalarının içinde, en anti-demokratik tavır alışlar sergilendi. Alabildiğine örgütsüzlüğü gerektiren bir ideolojik kimlik üzerine, PKK modeli bir örgütlenme eklemlenmeye çalışılırken; sürece eleştirel yaklaşanların, şiddeti de içeren yöntemlerle “ikna” edilmeye çalışıldığı, ikna olmayanların “hainlik”le suçlandığı görüldü.
Gerçekte,ezenle ezilenin şiddetini aynı kefeye koymamak gerektiğini bilmek için, ne devrimci ne de “sosyolog” olmak gerekmiyor. Zalimin varlığına son vermek üzere, başka yol da olmadığı için ve üstelik şiddetin kaynağını da yok etmek amacıyla başvurulan devrimci şiddete; diktatörlükleri yok etmek üzere oluşturulan ve yarı-devlet sayılan “son diktatörlüğe” karşı çıkanların, şiddete başvurmadan mevcut şiddeti ve sahiplerini önleme yöntemleri var mı? Bu soru yanıtsız bırakılıp, her türlü şiddete karşı durmaya devam edildikçe, gerçekte ezenin değil, ezilenin şiddetine karşı çıkılmış oluyor. Ezilenlerin şiddetinin ezenlerin şiddetiyle neden özdeş tutulamayacağına dair pek çok örnek verilebilir; ama, sanıyoruz ki Taner Akçam’a, Columbia Üniversitesi İngiliz Edebiyatı Profesör’ü Edward Said‘in Filistinli gençlerle birlikte İsrail askerlerine taş atarken çekilmiş ve dünya basınına konu olan fotoğrafını anımsatmak daha uygun düşecektir.
Okurlarımız, daha önce benzer bir biçimde “derin devlet” kavramı üzerinde durduğumuzu anımsayacaktır. Devrimci yaşamla aralarında mesafe koyan; ama, “solcu”luğu da elden bırakmayan kesimlerin duraklarından ve ölçülerinden biri haline gelen Radikal Gazetesi; demokratlığı, özgürlüğü, sosyalizmi sistem içinde durarak tanımlamak isteyenlerin seviyeleri için bir gösterge olmuştur. Yıllarca, komünizm iddialı devrimci yapıların içinde bulunup, onun kültüründen nasibini almış olanların, bir gün gelip “derin devlet”ten, “her türlü şiddet”ten, “batıcılık”tan, vb. söz etmesi gerçekten üzücüdür. Ve moral-motivasyon üzerinde aşındırıcı etki yapan gelişmelerdir. Ancak, devrimcilikte ısrar eden özneler, devrimci çalışmaların düzenden yayılan bozucu faktörlere karşı steril olmadığını bilmek ve morallerini bu türden öğelerin sebep olduğu değişkenliğe endekslememek durumundadır. Devrimcilik merdivenin basamakları, sanıldığından çok daha fazladır ve geri dönüşlere karşı bir aşı yoktur. Bunun en geçerli yolu, her sabahın yeni bir güne açıldığı gerçeğini her an dikkate alan, iradeyi elden bırakmayan ve sürekli tırmanan bir grafik izlemektir.
CİNSELLİK GİBİ ÖZGÜN KONULARI ÖNE ÇIKARMAK VEYA BÜTÜNÜ YANSITMAYAN KESİTLER ÜZERİNDEN GENELLEME YAPMAK; DEVRİMCİLİKTE SIĞLIK ARAMA GAYRETİNDE OLANLARIN YANSITTIĞI ORTAK BİR ÖZELLİKTİR
Bugün sisteme rücu etmiş bir insanın, geride kalan devrimci yaşamına dair fiillerin içini boş göstermesi veya özel bir “boşaltma” gayretine girmesi, bugününü dolu gösterme kaygısıyla doğrudan ilintilidir.
Anımsamaya çalışalım; röportaj, Milliyet Gazetesi’nde birinci sayfadan “cinsellikte geri kaldık” manşetiyle verildi. Bunda, özle değil biçimle ilgilenen ve böyle bir sohbetin adeta “etinden sütünden ve tüyünden” yararlanmak isteyen Can Dündar’ın rolü var ise de, Taner Akçam’ın da devrimcilere bir çeşit “geri”lik atfetme gayretinin payı vardır.
Taner Akçam, ’68’lileri cinsellik açısından daha özgürlükçü bulurken, ölçütünün “evlilik öncesi cinsel ilişki” olduğunu gördük. Veya cinsel özgürlüğü, toplumun çeşitli kesimlerinde de rastlandığı gibi “cinsellik serbestisi”yle özdeşleştirdiğini gösterir örneklerle karşılaştık.
Kampüste öpüşmek veya el ele tutuşmak gibi konular, elbette ki Can Dündar’ın ilgisini çeker. Ancak gördük ki, verdiği yanıtlarda Taner Akçam da daha farklı bir yerde durmuyormuş.
Lenin, “Hintli ermişin kendi göbeğine baktığı gibi, gözlerini yalnız cinsel soruna dikip ondan hiç ayırmayanlara güvenim yok ” der. Devrimciler özgürleşmeyi, yabancılaşmanın insandışılaştırıcı etkisinden kurtulmak olarak algılar. Bu, aynı zamanda bir insanlaşma eylemidir. Cinsel sorun, büyük toplumsal sorunun bir parçasıdır. Parçayı bütünden kopararak ele alma gayretinin ardında öznellik yatar. Aşk özgürlüğü, cinsel özgürlük gibi kavramların burjuva yaklaşımlara ve çarpık eğilimlere sıkça kamuflaj malzemesi yapıldığı bilinmektedir.
İnsanın durduğu yerden içini dolduracağı bir “özgürlük” kavramı ortaya atmak ve bu kavramın parlaklığına sığınarak önemli şeyler söylüyor görüntüsü yaratmak; kimsenin duruşunu derin ve bilimsel kılmaz.
Cinsel özgürlük, çeşitli toplum kesimlerince, durulan yere göre yorumlanan bir ibaredir. Ancak devrimciler için, bu ibarenin cinsellik sınırlarının dışına çıkarılıp kadın ve erkek cinsinin özgürlüğü olarak anlaşılması, çok daha fazla yakışık düşmektedir. Devrimciler için aşk da cinsellik de önemlidir. Ancak, buradaki önem, bu konuların kökleşmiş yasaklar sebebiyle bilinç altında oluşturduğu “gizli cazibe”ye değil, çok daha özde ve insana ait olan nedenlere dayanıyor.
İnsanlık öncesi son toplum biçimi olan kapitalizmin insandışılaştırıcı, her türlü güzelliği aşındırıcı, mutluluk kaynaklarını adeta dinamitleyici özellikleri karşısında; bunun tam tersi bir çabanın yaratıcı üretkenliği sonucunda insanın üzerindeki yabancılaştırıcı örtü kaldırılıp insan doğru biçimde tanımlanmaya, sevinç ve mutluluk kaynakları doğru yerde aranmaya başladıkça; kapı, hem özgürlükler, hem de mutluluklar diyarına açılır. Bu amaçla yürütülen mücadelenin içinden çıkacak olan, gerçekten yeni olan ve tüm bencilliklerden arınmış, almaya değil vermeye koşullanmış insan; gerek bedenin gerekse ruhun ihtiyaçlarını da doyurulma biçimini de çok iyi bilecek, yaşam kalitesini, kapitalizmin ufkunun erişemediği bir seviyeye taşıyacaktır. Bugün için bunun eksikli de olsa örnek biçimlerini yaşamak mümkün; yaşanmaktadır da… Tersine olarak, devrimci zeminlerde, gelecek toplum normları ile uyuşmayan “babadan kalma” yöntemlerle yürüyen karşı-cins ilişkilerinin olduğu da doğrudur. İnsanların alışkanlıklarını aşması uzun ve zahmetli bir uğraşın sonunda olacaktır. Önemli olan, bu süreçte rastlanan olumsuz örnekleri, sanki sistemin değil de devrimciliğin bir sonucuymuş gibi yansıtmaya kalkışmamaktır. Aslında bu türden bir “yıpratıcı gayret”, samimiyet açısından da mercek altına yatırılmalıdır.
Yukarıda, devrimci yaşama ait fiillerin içini boşaltma niyetinden söz ettik. 1977 Mart’ında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden, uzun yıllar devrimciler için moral sebebi olacak biçimde firar eden ve üstelik bunu tek başına yapmayan Taner Akçam’ın, aradan bunca yıl geçtikten sonra bu firarı, kendi tekil olayı olarak göstermesi ve “rüyasında Tursil görmesi”ne bağlaması; bir “iç boşaltma”dan başka bir şey değildir. O güne dair yansıtılabilecek pek çok olumluluk varken; tutsaklığı, “hiç düşmeyen eşek, ama iki kez düşen eşşekoğlueşşektir” gibi, ancak adli tutsakların ağzında rastlanabilecek örneklerle (ifade ve esprilerle) anması da aynı gayretin ürünüdür.
KİŞİ, DEVRİMCİ ZEMİNİN DIŞINA DÜŞME SEBEPLERİNİ ANLATIRKEN SAMİMİ DAVRANIP, İSTİSMARCILAR KERVANINA KATILMAYABİLİR; ANCAK BU TUTARLI BİR KİŞİLİK GEREKTİRİR
1984’te “gemileri yakmaya” karar verdiğini ve babasının yanına taşınarak yeni bir hayat kurmaya niyetlendiğini söyleyen Taner Akçam, 1987 yılında Aydın Erol (Yavuz)’un bir kaza kurşunu ile ölümü sonrasında “Yavuz’u 1960’tan beri tanıyordum. Aynı mahallede büyümüştük. Onun ölümüyle birlikte, benim için siyasi hayatı sürdürmeye çalışmanın hiçbir anlamı kalmamıştı.” diyor. Gerçi Taner Akçam 1984’te, Aydın Erol’un ölümünü beklemeden siyasi hayatını sonlandırmıştı; ama buradaki asıl mesele, bir arkadaşını kaybetmiş olmayı “siyasi hayatı sürdürmeye çalışmanın hiçbir anlamının kalmamasına” gerekçe eden yaklaşımdır. Bilinir ki ülkemiz devrimcileri, bırakalım kaza kurşununu, bizzat çatışmanın içinde ve yanıbaşlarında yoldaşlarını öyle çok kaybetmiş, kanları birbirine karışırcasına vurulmuş, yaralanmış ve bedel ödemiş ki, Taner Akçam’ın bu yaklaşımı ister istemez, başka bir coğrafyada soluk alıp verdiğini anımsatıyor ve tek başına bu yaklaşım bile, pek çok şeyi yitirmiş olduğunu ve politik olmayan sıradan bir insanın ölçüleri ile hareket ettiğini gösteriyor.
Dikkat edilirse Taner Akçam’ın üzerinde durduğu ve ilginç örnekler olarak Can Dündar’ın ilgisini çeken meselelerin çoğu, devrimciliği doğru kavramış insanlar için ne yabancı ne de karmaşıktır. Ancak Taner Akçam bunları, solun görünmez yüzünün teşhiri gibi yansıtıyor ve bu özellik doğal olarak, verilen örneklerde de yansıyor. Giydiği ayakkabının kendisine bol geldiğini, Henry Kissinger’in Mübarek için söylediği söze atıfta bulunarak anlatan Akçam; devrimcilerin, kaldırabilecekleri miktardaki yükün fazlasını sırtlamak zorunda kaldığını ve bunun, yapılan işin bir çeşit gereği olduğunu görmezden geliyor. Tabii bütün bunlar, günah çıkartma aşamasında ifade ediliyor. Yoksa, Taner Akçam’ın ağzından daha önce öyle şeyler duymak pek olanaklı değildi. Aksine, fikirlerini ve insiyatifini kabul ettirme hırsıyla mafyavari çözümlere bile yönelebiliyordu.
Bir şeylerin devrimcilikle ilintisini doğru kurmak ve ne inkarcılık ne de vefasızlık yapmadan tarih okumak, yaşamsal duruşta titremesiz bir tutarlılık gerektiriyor.“Hamburg Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’ne ‘Türkiye ve Şiddet’ konulu bir proje verdim. Kabul edildi ve çalışmaya başladım. Artık hayatımın akışı bütünüyle değişiyordu” diyen Taner Akçam, hayatının bu yön alışında bile sahip olduğu avantajları, devrimci bir kimlik ile anılmaya ve devrimciliğin kendisine borçlu olduğunu bilmek durumundadır. Hatta, Taner Akçam’ın, “devrimciliği pazarlayarak” önünü açmaya çalıştığını söylemek, bir abartı veya haksızlık sayılmaz. Sorun, olguları kendi mecrası içinde değerlendirebilmek ve öznel nedenlerle kaydırma yapma ihtiyacı duymadan yansıtabilmektir. Ne yazık ki bunu, solla şu veya bu oranda bağ kurup, sonra bu bağı koparan çok az kişi yapabilmekte ve sonuçta, niyet farklı olsa dahi istismarcılar kervanına katılmış olmaktadır. Solun, devrimciliğin, komünizme çağrışım yapan her türlü öğenin (Nazım Hikmet gibi) bugün çok daha fazla hedef alındığı ve çarpıtma sektörünün baş döndürücü bir hızla geliştiği düşünülürse, bu sürecin “masumları”nın bile pek de masum sayılamayacağı görülür.
BURJUVA DÜNYANIN LABİRENTLERİ ARASINDA DEĞERLERİNİ YİTİREN TANER AKÇAM, DÜNE DAİR SORULARI, TAKTIĞI YENİ GÖZLÜĞÜN PENCERESİNDEN YANITLIYOR
“Biz aslında öyle tahmin edildiği gibi bir örgüt değildik. Ne Merkez Komite vb. organlarımız vardı, ne de üyelik prensibimiz. ” (Taner Akçam)
Elbette ki burada “vardı-yoktu” tartışması yapacak değiliz. Ancak, Devrimci Yol birikimini doğru ve istismarsız biçimde taşıyanlar, 1977 yılında yayınlanan Bildirge‘nin bile yüzlerce kişinin katılımına imkan veren bir iradenin yönlendiriciliğinde oluştuğunu bilirler. Özellikle 1980’e girildikten sonra örgütlenmeye yapılan iradi müdahaleler , kurulan Devrimci Savaş Birlikleri’nin doğrudan Merkez Komitesi’ne bağlı olması, vb. olgular bu tartışmayı anlamsız kılıyor. Peki Taner Akçam yalan mı söylüyor? Hayır yalan söylemiyor. Kendini düzenin kurumlarına ve onun gerektirdiği algılayışa öylesine kaptırmış ki, “Benim bugün için anladığım parti modeline göre, o günkü organ, MK sayılmazdı” diyeceğine; ” MK yoktu” diyor. Tabii bilerek veya bilmeyerek, “o gözünüzde büyüttüğünüz Devrimci Yol’un MK’sı bile yoktu; zaten o örgüt de değildi.” mesajını vermiş ve o değerler üzerinde mücadeleyi sürdüren bugünün Devrimci Yolcularının moral kaynaklarına ateş etmiş oluyor.
“Her isteyenin katılabildiği bir harekettik” diyor Taner Akçam; halbuki bu işlere aklı eren herkes bilir ki, satranç kulübüne bile her isteyen katılamıyor. Kongre toplamamış olmak, yazılı bir tüzüğe sahip olmamak; Devrimci Yol’un hareket olarak farkıydı ve parti olduğunu söyleyen pek çok yapıdan daha oturmuş normlara ve işleyişe sahipti.
Var olan eksiklikler, partiyi kavrama farkını da dikkate alarak değerlendirildiğinde daha doğru anlaşılacaktır. Önemli olan, prensiplerin yazılı olması değil, kavranmış ve işlerlik kazanmış olmasıdır.
Benzer bir yaklaşım ve moral değerlere saldırı, “örgütü dağıtma” olgusunda yansıyor. “‘Örgütü dağıtan insan’ olarak ağır saldırılara uğradım.
‘Objektif olarak ajan’ olmayabilirdim, ama ‘subjektif olarak’ yaptığım ajanlıktan başka bir şey değildi.
Bugün, ‘iyi ki yapmışım’ diyorum. En azından yüzlerce, binlerce insanın hayatını kurtarmış olmanın huzuru içindeyim.” (Taner Akçam)
Taner Akçam’ın 12 Eylül sonrasında, hareket merkezi yapısını bozacak düzeyde darbe yedikten sonra, öne çıkan bir insiyatife sahip olduğu ve “sağcı” yaklaşım ve müdahalelerle sürece zarar verdiği doğrudur. Ancak “örgütün dağılması” irili ufaklı bir dizi olayın ve öznenin bileşke etkisi sonucunda olmuştur. Buradaki tekilleştirme, burjuva bir yaklaşımın ürünüdür. Buna göre, şefler vardır ve hareketin kaderi onların iki dudağı arasından çıkacak sözlere bağlıdır.
“Kurtarma” meselesine gelince; örgütü, insanların ondan kurtarılması gereken bir zararlı organmış gibi göstermek, en azından ahlaki değildir. Seçilen düzen yolunun kurtuluşa mı çürümeye mi götürdüğü ise, bu türden insanların yaşamlarına bakılarak kolaylıkla görülebilir.
Bu kadar yanlışın ve mantık çökmesinin içinde bir de “subjektif değil objektif ajanlık” kalıbını ters-yüz edip “yaptığım subjektif olarak ajanlıktı” demesi; yani, niyette ajan olduğunu söylemesi, muhtemelen bir hatadan kaynaklanmıştır. Ancak, sempatizanların bile, doğru kullandığı bu ifadeyi ters kurmasının, devrimci kültürden uzaklaşması ile ilintisi olduğunu söylemek haksızlık olmayacaktır.
TANER AKÇAM’IN YÖNELTTİĞİ SALDIRI TÜM DEVRİMCİLEREDİR; BUNU BİR DEVRİMCİ HAREKETİ OLUMSUZLAMA VEYA KENDİNİ OLUMLAMA GEREKÇESİ YAPMAK DEVRİMCİLİK KALİTESİ İLE BAĞDAŞMAMAKTADIR
Objektif bakabilme yeteneğini yitirmemiş herkes bilmektedir ki Taner Akçam, devrimciliğin şu veya bu biçiminin değil, devrimcilikten uzaklaşmanın sembolüdür. Ve yine, devrimci normları, aşındırıcı tüm faktörlere karşı koruma refleksini yitirmemiş herkes, oklarını “aşındırıcıların şahsında bir yerlere” değil, aşındırıcıların kendisine yöneltir. Ne var ki, daha önce de “devrimcilik niyeti kalmamış kimi öznelerin düşkünlüklerinden” kendi duruşunu güçlendirici sonuç çıkarmaya kalkışan veya bu tür malzemeleri, Devrimci Yol’a saldırı gerekçesi yapan Vatan’cılar, Taner Akçam’ın hezeyanlarını da kendileri için bir fırsat olarak algılamış görünüyorlar.
Aslında biz yıllardır çeşitli biçimlerde dışavuran bu tarz için çok şey söyleyip yazdık. Kendini zaaflar ve günahlar üstü gören; bu tür niteliklere ancak başka yapılarda rastlanabileceğini varsayarak adeta kendisi dışındaki herkesi “günahkar” kabul eden Vatan’cılar; Devrimci Sol’un, sol içi şiddete hiç bulaşmadığını söylüyor. Aynı şekilde “başkasına siyaset yaptırmama” tutumunu da Devrimci Yol’la özdeşleştirmeye çalışıyor.
Biz, Vatan’cıların yukarıdaki tanımlamaları karşısında, onları azıcık tanıyan ve objektif bakabilen hemen herkesin, bir ironi (tersini söyleyerek alay etme) ile karşılaşmışçasına gülümsediğine inanıyoruz. Hiç uzağa gitmeye gerek yok; herkes, hafızasının yanılmayacağı kadar yakın bir tarihe ve en yakınındaki çalışma alanına baksın; Vatan’da yazılanlar ile yaşananlar arasındaki açıyı görmekte zorlanmayacaktır.
Tekrar etmek ve özetlemek gerekirse; sol içi şiddet, siyasallaşma eksikliğinin, devrimciliği bir yaşam biçimi olarak içselleştirmemiş olmanın sonucudur. Bunu kim yapmış olursa olsun ve şekli ne olursa olsun (birilerinin ağzını burnunu kırmak da bir kan dökme şeklidir; şiddettir ve savunulacak hiçbir yanı yoktur) içeriği değişmez. Bizler 1970’li yılları, devrimci hareketin çocukluk /büyüme yılları olarak görüyoruz. Bu, tüm yapılar için geçerlidir. Devrimci kültürün oluşum sürecinde ölçek karmaşası da yaşanır. Önemli olan, bunları giderek aşabilme olgunluğunu göstermektir. Sol içi şiddet, siyaset yasağı, vb. zaaflara bulaşma oranı ise, yapının yaygınlığından ve karşı karşıya kaldığı olaylardan bağımsız düşünülmemelidir. Bilinir ki, çok iyi şoför olunsa da, karşıdan gelen sürücünün usulsüzlüğü sebebiyle kaza yapılabilir.
Bu nedenle, birilerini sol içi şiddet meraklısı, kendini de “devrimcilik öğretmeni” olarak görmek, artık kimsenin itibar etmediği, eskimiş bir yöntem haline gelmiştir.
Sonuç olarak; Taner Akçam da, devrimci tutsaklara küfreden Melih Pekdemir de, hazırladığı “Türk Solu Sözlüğü”nde bir devrimciyi, siyasal kimliği üzerinden değil kiminle evli olduğu üzerinden tanımlayan İnönü Alpat da Devrimci Yolcu değildir ve bir hareketi yargılamak için öne çıkarıldıklarında, ucuz bir malzeme seçilmiş oluyor.
Sözümüz, tüm devrimci yapılaradır;
Var olan kazanımlara yenilerini eklemek, dünya ölçeğindeki emperyalist saldırıyı ve sol adına yaşanan erozyonu ülkemiz özgülünde bize yakışan biçimde göğüslemek, günün ihtiyaçlarına denk düşen teorik ve pratik üretimlerle sürecin önünü açmak, hepimizin görevidir. Bu görev, dost yapıları aşındırmaktan yarar umarak değil, ancak kenetlenerek yerine getirilebilir.
Sayı 6 (Ağustos- Eylül 2002)