Sınıfların varolduğu tüm toplumsal dönemlerde insanlık, sınıflar mücadelesine tanık olmuş; rejimlerin niteliği, sınıflar mücadelesince belirlenmiştir. Bu süreçte, sömürüye dayalı sınıflı toplumun hangi biçiminde olursa olsun, egemen sınıfların niteliğine dair değişmeyen en belirgin öğe, hiçbir hakkı bahşederek vermedikleridir.
Buna rağmen;
Son yılların Türkiye’sinde, AB emperyalizminin dayatmaları, demokrasi olarak algılanmış, halk yararına düzenlemeler olarak alkışlanmış; demokratikleşme yönündeki beklentiler, AB’ye yedeklenmiştir.
Özelleştirmeler hızlandırılmış, taşeronlaştırma yaygınlaşmış, emeğin örgütlülüğü özel gayretlerle zayıf düşürülürken; kimileri çözümü sermaye çevreleri ile sendika yönetimlerinin uzlaştırılmasında bulmuş; sınıflar mücadelesinin gereği atılacak adımlar, zararlı/gereksiz görülmüştür.
MHP, bayrak provokasyonuna dört elle sarılıp, linçler örgütlemeyi; lümpen kesimleri veya kolay kışkırtılabilir toplulukları halk kesimlerine ve özellikle sol yapılara saldırtmayı durumdan çıkarılmış vazife olarak bellemişken; kimileri, üstelik sol kimlikle, Mehmet Gül’le aynı platformları paylaşıp ondan sağduyu telkini talep etmeyi çözüm olarak görmüştür.
8 Mart’ta kadınlar coplanıp yerlerde sürüklenirken, küçük çocuklar “terörist” diye kurşunlanırken, basit bir eleştiri yazısı yüksek miktarda para cezaları ile karşılanırken, Kürt emekçiler salt Kürt kimlikleri sebebiyle saldırılara maruz kalıyorken, AB’nin kendi emekçilerine demokratikleşme yönünde sağladığı bir yarar yokken; kimileri Türkiye’nin barış ve demokrasi yönünde ciddi gelişmeler sağladığına inanmış ve etrafına bu inancı yaymayı görev bilmiştir.
İşte bu rüyadan, bu ataletten ve mücadele perhizinden uyanışı sağlayacak ses; Genelkurmay ikinci Başkanı İlker Başbuğ ‘dan geldi. Başbuğ, 19 Temmuz günü 48 gazeteciye verdiği brifingte; yazılı ve görsel basın temsilcilerinin mesleklerini nasıl icra edeceklerini; hangi sözcükleri kullanıp hangilerini kullanmayacaklarını; hangi olayları hangi boyutlarda nasıl vereceklerini anlattı. Affa karşı çıktı. Terörle Mücadele Kanunu’nun yeniden ele alınmasını ve Başbakanlığa bağlı yeni bir güvenlik biriminin oluşturulmasını istedi. Diğer bir ifadeyle Başbuğ, sınıflar mücadelesinin ne olduğunu dosta da düşmana da anlatmış, bunun gereklerini unutmuş veya rica-minnetle sınıf düşmanına laf anlatabileceğine inananları soğuk duşa sokmuştur. Aynı şekilde Başbuğ’un, yürütülecek mücadelenin en caydırıcı hükümleri için AB ile özdeşlikler kurması, bunun için AB yasalarının uygunluğunu anımsatması, AB’den demokrasi bekleyenlere ders olmuştur.
“TMK gözden geçirilmeli, gerçekten ihtiyaca cevap verecek bir hale getirilmelidir. Batı ülkelerinde olanlar olsun, yeter. Örneğin;
-İngiltere’de 2000 yılında çıkarılan Terörizm Kanununun 13.maddesi kapsamında yasaklanmış bir örgütün renklerini taşıyan bir rozet bile takamazsınız.
-İngiltere’de bir teröristin resmi veya sesi radyo ve televizyonlardan verilemez. İngiltere’de terörle mücadele kanunu yeniden ele alınmış olup, polisin yetkilerinin artırılması düşünülmektedir.
-Ülkemizde ise, Adalet Bakanlığına başarısız bir intihar saldırısında bulunan teröristin öldürülmesinin ardından bazı sivil toplum örgütleri üyeleri açıktan bu teröristin ölümsüz olduğu şeklinde slogan atabilmişlerdir.”
(…)
“ -Örgütle bağlantısı olanlar, örgüte destek sağlayanlar, örgütün propagandasını yapan bazı kuruluşlar, kişiler ve sivil toplum örgütleriyle mücadele edilmelidir.
-Örgütün sahip olduğu veya örgütün mesajlarını yayan yandaş medyanın rahatça yayın yapmasını ve dağıtılmasını önleyecek tedbirler alınmalıdır.” (İlker Başbuğ’un açıklamasından)
Bir kez daha görüldü ki sınıflar mücadelesi kaçak güreşerek, uzlaşarak değil, gereği yerine getirilerek karşılanır. Taraflardan biri bu gerçekliği yok sayarsa, diğer taraf bunu ağır bedellerle öğretir. Bu bağlamda Başbuğ’un brifingi AB uykusuna yatmış olanları gerçekle yüzleştiren bir ders olmuştur.
Bugün solun, demokratik güçlerin en büyük sorunu; olguları neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirebilme kabiliyetinin bozulmuş/aşınmış olmasıdır. Sistem tahlili yapmak, yapısal ve konjonktürel nitelikleri tanımlamak, sonra da gelişmeleri bu bağlam içerisinde hiçbir manipülasyonun veya duygusallığın etkisinde kalmadan değerlendirmek; devrimciler için olmazsa olmaz bir niteliktir. Ne yazık ki bugün genel tablo, bu niteliğin büyük oranda yitirildiğini gösteriyor. Bilinir ki, sisteme öykünenler, sürekli olarak onun gerisinde kalırlar. Diyalektik ve tarihsel materyalizm terkedildiğinde yerini idealizm, bilim terkedildiğinde yerini hurafeler veya derme-çatma yöntemler alır. Bugün artık falcılığın en revaçta meslek haline gelmiş olması, köşe başlarında “falcı aranıyor” ilanlarının yoğunlaşması, kaygı verici bir sonuçtur. Umudun fala kaldığı ortamlar, özgürlük mücadelelerinin çimlenmesinin güç olduğu ortamlardır. Devrimciler, yaşamın her kesitinde sistemle aralarında farklılık koymalı ve kanaatkarlık yerine çıtası yükseltilmiş taleplerin seslendirilebildiği toplumsal duruş için yolgösterici özne olarak öne çıkmalıdır.
Tarihin hiçbir evresinde cellat karşısında uysal davranarak ilmikten kurtulan, işkenceciyi şirinlik yaparak ikna eden, patrondan mücadelesiz hak koparan olmamıştır. Sınıflar mücadelesi bir kavga zeminidir; bu, tercihen değil, mecburen böyledir.
25 Temmuz 2005