“Bugüne kadarki süreçte Kürt sorunu, çeşitli biçimlerde gündemi belirleyen bir noktada yer aldı. Bunda, verilen mücadelenin ve son yıllarda öne çıkarılan çözüm sürecinin ağırlıklı rolü oldu. Ancak seçim sonrasında gerek iktidarın çözüm gibi bir niyeti olmadığı için gerekse gelinen aşamada krizin insanları işsizlik, açlık vb. sorunlarla doğrudan yüzleştirmesi sebebiyle Kürt sorununun gündemleşmesi eskisinden çok daha zor olacak, doğru zeminde zorlu ve ısrarlı bir mücadele gerektirecektir.” (Devrimci Hareket,15 Mayıs 2015, abç)
Yukarıdaki değerlendirme yapıldığında, çözüm sürecinin bittiğine veya biteceğine dair somut bir işaret yoktu. Tersine barajın aşılmasıyla beraber sürecin hızlanacağı ve sonuç alıcı gelişmelerin yaşanacağı vurgulanıyor, beklentiler büyük ölçüde bu çerçevede odaklanıyordu. Amacımız bilgi veya öngörü yarıştırmak değil. Ancak 7 Haziran sonrasında HDP’nin barajı aşması ve 80 milletvekilinin seçilmesiyle beraber kimi yapı ve çevrelerde gözlenen beklenti çıtasındaki yükseklik ile bugün yüzleşilen gerçeklik arasındaki açının büyüklüğü, eğer ders çıkarılarak yol alınacaksa, mutlaka nedenleriyle beraber değerlendirilmelidir.
Daha da önemlisi, bir çözüm ve uzlaşma zemininin olmadığına dair açıklamaları, yalnızca AKP kurmaylarından değil, çeşitli zamanlarda çeşitli biçimlerde PKK yöneticilerinden de duyduk. O halde meseleyi, birbirini yalanlamanın dışında daha farklı bağlamda tartışmak gerekiyor.
Sınıf ve Sistem Analizinde Yanılgı Çözümde Yanılgıyı Beraberinde Getiriyor
Gerçekten Kürt sorununun bu şekilde çözülmesi mümkün mü? AKP/devlet masada anayasayı da değiştirerek Kürt halkına haklarını verip demokratik bir rejime geçmeyi düşünüyor mu? Bu soruya olumlu yanıt vermek çok zor. Gerçekte bu konudaki sürekli tekrarlar üreten yanılgılı duruş, devlet-toplum-rejim tahliliyle doğrudan ilintilidir.
AKP ve temsil ettiği oligarşinin yönetme anlayışı, biat ilişkisi üzerine kuruludur. Temel hak ve özgürlüklerden anladıkları, verilenle yetinmektir. Verilenin sınırlarını ise sermayenin aşırı kâr hırsına dayalı ihtiyaçları belirlemektedir. Sömürü ve baskı üzerine bina edilmiş sistemlerde “hak verilmez alınır” denmesinin nedeni budur. Faşizmin ülkemizde süreklilik kazanmış olması da, giderek sertleşen uygulamalar da gerçekte kendisi de bağımlı durumda olan yani tekeller içinde azla yetinmek zorunda kalan sermayenin, sus payı bile vermeye tahammülünün olmaması sebebiyledir.
Özetle faşizm, tekelci sermayenin şiddete, baskı ve zora dayalı rejimidir; kişiye göre değişen keyfi bir olgu değildir. Meselenin Tayyip Erdoğan’ın tercihleriyle, Davutoğlu’nun kişiliğiyle vb. açıklanması, sistemin işleyişini kavramayı güçleştirirken, alternatif/çözüm arayışlarını kısırlaştırıyor.
Kürt sorunu için elbette her zeminde mücadele edilmelidir. Ancak bu, sistemin gerçekliği ıskalanmadan, doğru araçlarla ve kapsamlı bir demokratik programın gerektirdiği ittifaklarla yapılmalıdır. Gezi sürecinde gördüğümüz gibi İstanbul’da, Ankara’da, Antakya’da insanları gösterilerde katleden iktidarın, ülkenin bir başka kesiminde demokratikleşmeye gideceğini sanarak hareket etmek, sistemi tanıma ve süreci doğru okuma bağlamında bir yetersizliğe ve sübjektivizme işarettir. Benzer şekilde, Kobane’nin yıkımı ve Rojavalıların katli için elinden gelen her şeyi yapan bir iktidarın, Türkiye Kürdistanı’nda özgürlüğü masada, eşit koşullarda müzakere edeceğini düşünmek, emperyalizme/faşizme dair bir kavrayış sorununa işarettir. Sık sık yaşanan tekrarların, başa dönmelerin gerçek sebebi budur.
Bugüne kadar yaşananlar, sistem tahlili ve öngörü ile birleştirildiğinde görülür ki (daha önce de çeşitli vesilelerle söylediğimiz gibi) iktidarın çözümden anladığı sisteme alternatif değerlerin ve örgütlülüğün tasfiyesidir; diyalogdan anladığı da böyle bir tasfiye için ikna çabalarıdır.
Bu nedenle, masanın devrildiğine hayıflanmak veya AKP’lilere barış için “rica”da bulunmak yerine; ehlileştirme, asimilasyon ve tasfiyeden başka bir amacı olmayan iktidara karşı sınıfsal kimliğin gerektirdiği tereddütsüz bir duruş sergilenmeli; çözüm, diğer demokratik sorunları da içeren kapsamlı bir programın gerçekçi zeminde ve gerçekçi yollarla uygulanmasında aranmalıdır.
Barış, Soyut Bir Çağrı Olmaktan Çıkarılmalıdır
Salt Kürt sorunu bağlamında değil, sınıfsal içeriği ve gerçek karşılığı bağlamında da barış, Ortadoğu gibi bir bölgede ve Türkiye gibi bir ülkede toplumun büyük çoğunluğunun düşlediği kardeşlik zemini, insanlaşma finalidir. Ancak bu final kendiliğinden gelmez; uzun ve zorlu bir mücadele gerektirir. Savaşın müsebbibi olan egemen kesimlerin barış istemesi, barıştan yanaymış gibi görünmesi ise çoğu kez hileli, yanıltıcı bir duruşa işarettir. Bilinir ki kapitalizmi anlamadan faşizmi anlamak, kapitalizme karşı durmadan faşizme karşı durmak nasıl olası değilse, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı durmadan barışı gerçek kılmak olası değildir.
Barış çağrılarının, tek başına bir hükmü, yaptırım gücü yoktur. “Hiçbir anlama gelmeyen, hiçbir yükümlülük getirmeyen barışçı dilekleri imanla tekrarlayan biri, demokratik bir barışın gerçek taraftarı değildir” der Lenin. Bu perspektifin güncel karşılığı, barış için mücadele etmektir; politikanın devamı olan savaşı, alternatif politikalarla ve onun gereği bir mücadele ile karşılamaktır. Unutmamak gerekir ki insanlık en büyük barışa Stalingrad’la, haramilerin karşısında dik durarak, bir adım dahi geri çekilmeden ulaşmıştır.
Çözüm, Gezi Mirasında, Sınıf Kardeşliğinde Aranmalıdır
Ezen kesimlere karşı ortaklaşmada sınıfsal duruş, ezilenlerin başarı ve giderek özgürleşme koşuludur. Bu ortaklaşma, yan yana durmayı da aşan bir fikri ve ruhsal bütünlük oluşturur. Buradaki sınıf kardeşliği, kimliklerin yan yana dizilip bir ortaklaşma oluşturmasından daha ileri ve kapsayıcıdır. Diğer bir ifadeyle, kimlikler sınıfı kapsamaz ama sınıf, kimlik sorunlarını kapsar.
Sistemin topyekûn saldırı halinde olduğu ve parçalayıcı/ayrıştırıcı pek çok faktörün devreye sokulduğu günümüz koşullarında, faşizme karşı birleşik cepheye denk bir buluşma ancak sınıfsal perspektifle mümkündür. Bunun programatik ve örgütsel karşılığı Birleşik Haziran’dır. Gerçekte Gezi’de yaşanan da budur. Kendiliğinden harekete geçmiş gibi görünen ve heterojen bir görüntü oluşturan o toplamın kardeşleştirici nitelikleri sınıfsal bir tanıma denk düşmektedir.
Birleşik Haziran, ezilenler adına bugüne kadarki tüm kalkışmaların Gezi değerleriyle güncellenmesidir; gerek dünya ölçeğinde gerekse ülke coğrafyasında sınıfsal zeminde (üretim ve yaşam alanlarında) yaşanan parçalanmanın panzehiridir.
Nedenlerin Tahlili Sonucu Değiştirmeye Yetmez
Sendikal zeminde, gençlik örgütlenmelerinde, kimliklerin kendini ifade ettiği alanlarda veya doğrudan yaşam kesitlerinde her potansiyel gücün, dinamiğin tek başına haklarını almaya yetecek güç ve imkanlar oluşturamamasına dair çeşitli sosyolojik veya psikolojik değerlendirmeler yapılabilir. Ancak nedenlerin tahlili, sonucu değiştirmeye yetmez. Genel boyutlarıyla sistem ve rejim tahlili de hak kazanımı ve özgürleşme için yeterli değildir. Programlar gibi tahliller de tek başına iş görmez; onları uygulayabilecek doğru/uygun örgütlülükler gerektirir.
Sınıflar mücadelesinin ezilenler zemininde, nasıl ki deneyim birikimi, yenilenme ve güncellenme söz konusu oluyorsa, ezenler zemininde de (sistemde ve rejimde) birikim aktarımı ve güncelleme olmaktadır (İç Güvenlik Yasası, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı gibi). Dünya ölçeğinde muhalif dinamiklerin parçalı, sistemsel yapıların ise tüm farklarına ve çelişmelerine rağmen daha bütünlüklü durumda olması, sömürünün de baskı ve şiddetin de globalleşerek sertleşmesi, ezilenlerin ortak hareket bağlamında arayışlarını çeşitlendirdi, hızlandırdı. Podemos, SYRIZA, Haziran vb. yapılar bunun ifadesidir. Bu türden araçların gerekliliği, doğurduğu pratik sonuçlarla ölçülmemelidir. Devrimsel dönüştürücü sürece basamak oluşturabilecek araçlar, yanlış ve eksik kullanıldığında, istenen sonucu doğurmayabilir. Ama bu, aracın gereksizliğinin, yanlışlığının ifadesi değildir.
Parçalı Duruşun Panzehiri Kapsamlı ve Programlı Ortaklaşmalardır
Bugün yapılabilecek en büyük hata, HDP’nin varlığı sebebiyle Haziran’ı yanlış, gereksiz bir yapı (veya rakip) olarak göstermektir. Tersine, ezilenler zemininde araç çeşitliliğinden, zenginliğinden rahatsız olmamak ve sınıfsal duruşun kapsayıcılığının bugünkü parçalı duruşun panzehiri olduğu fikri üzerinde kafa yormak gerekiyor.
7 Haziran sonrası ortaya çıkan ve bugün giderek netleşmeye başlayan tablo, sistemi ve devletin imkanlarını sandıktan çıkan sayısal güçle ölçen, dolayısıyla güç ve imkan dizilimini/hazırlığını buna göre yapan duruşun kendini hızla gözden geçirmesini gerektiriyor.
Polemik yapmadan söylemek gerekirse, kiminle ve neyle mücadele edilecekse, öncelikle o karşıt gücün doğru tanımlanması gerekiyor ki mücadelede araç ve yöntemlerinde isabet, sonuçta da başarı sağlanabilsin. Aksi takdirde, mücadele edilen güce dair yapılan yanlış teşhisler, mevcut koşullarda karşılanması mümkün olmayan beklentileri beraberinde getireceği için, süreç kazanım yerine tekrarlar üretmeye ve patinaj yapmaya devam edecektir.
Bugün sürecin ezilenler açısından gerektirdiği duruş, “ya gördünüz mü?” ikilemlerine girmeden, ezilen kesimler arasındaki farkları ayrı durma sebebi yapmadan, bu zeminin tek bir yapı tarafından domine edilmediği, programlı ve alabildiğine kapsayıcı zeminde ortaklaşabilmektir; emperyalizme ve faşizme karşı Haziran ufkunu büyütmektir.