7 Haziran Seçimi sonuçları itibariyle egemenlerin yönetememe krizini “sandık meşruiyeti” anlamında da daraltmış, derinleştirmiştir. Suruç katliamıyla fitili ateşlenen terörcü diktatörlük; sokağın, muhalefetin gücünü baskılayarak kendine alan açma atraksiyonlarında faşizmin açık yüzünü kamuflajlamaya dahi ihtiyaç duymayacak boyutlarıyla gözler önüne sermiştir. 10 Ekim’de yaşanan katliam bu dizginsiz faşizmin iktidarını sürdürmek için neleri göze alabileceğinin korkunç boyutlarını bir kez daha gösterdi bizlere.
Bir proje partisi olarak neoliberal politikarların Türkiye temsilcisi AKP 13 yıllık iktidarının özelde 2008 sonrası döneminde faşizmin yukardan aşağıya kitle tabanı oluşturma manevralarını uygulamaya soktu. Emperyalist kampın Ortadoğu üzerinde yaşadığı kriz derinleştikçe “istikrar” ekonomisinde çatlaklar, siyasal düzlemde paylaşım savaşları ayyuka çıkmaya başladı. Cemaatle yaşanan krizle gözler önüne serilen paylaş(ama)ma sorunu AKP’yle birlikte yükselen sermaye grubu “Anadolu Kaplanları”nda da memnuniyetsiz kıpırdanmalara neden oluyordu.
Rant ve doğa talanıyla beslenen AKP’nin turizm-inşaat-tekstil sac ayakları üzerine kurulu rant için sermaye adına istikrar ekonomisinin önüne çıkan Gezi Direnişi beraberinde bir dizi kırılmayı da yaşattı. Toplumsal muhalefetin alanlara, sokaklara güçlü dönüşü AKP açısından kendi paramiliter güçlerinin de sokakta var olma zamanının geldiğine işaret etmekteydi.
Tüm bu tablo içerisinde 7 Haziran sonrası süreç fiili iktidarın sürdürebilirliği açısından iç savaş koşullarının ve açık faşist diktatörlülüğün kırbacıyla tahkim edilmeye çalışıldı. Terörü lanetleme adı altında sokağa sürülen kitleler gerekli tabana ulaşamayınca içerisine sermaye gruplarından, çetelere varan miting organizasyonları milliyetçi çeperi diri ve yedekte tutmanın argümanlarını var etme araçları olarak kullanıldı.
Tam da bu koşullarda 10 Ekim Emek, Barış, Demokrasi mitingi toplumsal muhalefetin süreci doğru okuyarak içerik, zamanlama ve katılım anlamıyla örgütlediği güçlü ve atılımlara gebe bir tavra işaret etmekteydi. Seçimlere 20 gün kala yaratılacak güçlü bir halk muhalefeti hem sürecin sokak ayağına hem de iklimdeki devlet terörünün yarattığı baskıcı havanın kırılmasına büyük katkılar sunacak bir eylemlilik olarak gerçekleşecekti.
10 Ekim mitingini ve miting içerisinde HDP kortejini hedef alınması tariflediğimiz yönetememe krizinin faşizmin güncellenen metotlarıyla çözülme taktiklerinin karşılığı oldu. Toplumsal muhalefetin tümünü ötekileştirip tu kaka haline getirmek, bölücü/terörist zırvalamalarıyla linç etmeye çalışmak, aynı renge boyamak ve bu tek renkle tek cepheden mücadele etmek 12 Eylül mirasının AKP eliyle cilalanan yeni varyasyonudur.
Önümüzdeki süreç faşist katliamların ve saldırıların süreklileşeceği, ezilenlerin mücadelesinin bastırılması adına her tür baskı ve zor araçlarının uygulanacağı günlere gebe. Faşizme karşı direnmek de, faşizme karşı dövüşmek de halklarımızın hafızasında tüm netliğiyle varlığını sürdürmektedir. Gün Diyarbakır Zindanları’ndan, Çorum’dan, Maraş’tan, Direniş Komitelerinden öğrendiklerimizi güne uyarlama hayatta yeniden üretme günüdür.
“Üstü-başı kan kokan, bir suç rejimi olan faşizm, bir direnişle karşılaştığında daha çok saldırganlaşır; bu, onun niteliği gereğidir. Ancak, böyle olması, edilgen/tepkisiz duruşlar karşısında çirkinliğinden bir şey yitireceği anlamına gelmez. Faşizm ile dövüşmeyerek, onun ne saldırganlığı ne de niteliği değiştirilebilir. Çok sınırlı olan demokratik imkanlar zorlanarak birtakım kazanımlar elde edilebilir (bu da bir mücadeledir); ancak, yapılması gereken şey, faşizmi yok etmektir. Başka türlü kurtulmanın imkanı yoktur. Faşizme karşı dövüşürken de taleplerimiz karşılanmış olmayacak; ama, faşizmi kökten yok edecek olan çözümün-devrimin-gerçekleşme imkanları büyümeye başlayacaktır. Bu, başlı başına bir kazanımdır.”**
*Ulrike Meinhof
**Themos Kornaros, Haydari Kampı