Emperyalizm tarihinin en ağır krizini yaşıyor. Sovyetlerin çöküşüyle birlikte enginlere açıldı sanılan “tek kutuplu dünya gemisi” karaya oturdu. En ucuza üretilen yerde yapılan üretim, en çok kar getiren pazardaki tüketim, sonunda geldi metropol ülkeleri vurdu. İstihdam ve alım gücü düştü. İç pazar daraldı. Kriz metropol ülkeleri sallamaya başladı. Kapitalizmin ideologları şapkalarını önlerine koymuş kara kara düşünmekteler. Yaptıkları tek yorum, krizin dibi göründü mü, yoksa “w” şeklinde bir süreç mi yaşanacağı?
İşçi sınıfı ve emekçiler açısından baktığımızda görünen, 90’lardan bu yana alternatif yokluğunda kapitalizmin daha fazla yoksulluk ve dizginsiz bir sömürü getirmiş olduğudur. Sınıf çelişkisinin ortadan kalktığının, ideolojilerin sonuna gelindiğinin dillendirildiği, küreselleşme gemisinin henüz su almaya başlamadığı dönemde, küreselleşmenin konjonktürel olduğunu ve kendi sonunu hazırladığını ifade etmiştik. Bu süreci fark eden emperyalizm/ABD 11 Eylül sonrası dünya üzerinde egemenliğinin devamını sağlamak amacıyla enerji ve hammadde yolları üzerinde kontrol ve tam denetimi hedefine koyan adımları attı. Yaptığı hamlelerle bir taşla birden fazla kuş vurmaya çalıştı. Örneğin; Afganistan’ın işgaliyle rakibi Çin’in enerjiye kolayca ulaşımını engellerken, Türkmen doğalgazını Rusya’nın elinden almanın hesapları içine girdi. Aynı zamanda Afganistan’da bulunan 1 trilyon doları aşkın olan maden rezervinin üzerine oturdu.
Benzer bir durum Irak için de geçerli oldu. Ayrıca bu ülkelerin emperyalizmin sömürgeler zincirine doğrudan katılması, ABD için geçici bir rahatlama oluşturması bakımından bir zorunluluktu. Sistemin içine düştüğü çıkmaz bakımından Ortadoğu ve Afganistan hayati bir öneme sahiptir. Savaşın, işgalin bu kadar uzun bir sürece yayılması ve sonuç almadan buralardan çıkılamayacak olması bu zorunluluk nedeniyledir.
Günümüzde kriz ortamında dahi büyüyen ekonomiler mevcuttur. Bunların başında her pazarda ABD’nin karşısına çıkan Çin gelmektedir. Özellikle devlet imkanlarıyla alınan hammadde ve ucuz işgücü Çin’i emperyalist pazarda çok avantajlı hale getirmiştir. ABD, önüne sessiz sedasız çıkan bu rakip karşısında çeşitli önlemler almaya çalışmaktadır. İMF’nin dünyanın merkez bankasına çevrilmek istenmesi, uluslararası pazarın kurlar üzerinden denetimini sağlamak için atılan bir adımdır. Bir diğeri ise ABD’nin Irak’taki güçlerini Afganistan’a kaydırarak bölgeye daha hakim olma isteğidir. Bunu yaparken de Irak’ta/Ortadoğu’da oluşabilecek boşluk Türkiye üzerinden giderilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada Ortadoğu’da Türkiye’ye biçilen rol, kendi bünyesinde sağlayacağı ucuz üretime uygun ortamla, kriz dönemi artan emperyalistler arası çelişkide, bölge ülkelerin sisteme daha fazla entegrasyonunu sağlayarak ABD pazarını korumaktır. ABD taşeronluğudur. Türkiye de bu taşeronluk rolüne iyiden iyiye ısındırıldı. Davos şovu ve Mavi Marmara üzerinden Ortadoğu’ya açılabilecek uygun zemin yaratıldı. Birçok bölge ülkesiyle vizelerin kalkması da sürecin bütünüyle işlediğinin göstergesidir.
Emperyalist tekellerin önündeki engeller de günden güne kaldırıldı. 2001 krizinden bugüne yaşanan sermaye/mülkiyet değişimi büyük ölçüde tamamlandı. Ayrıca devlet kurumları yeniden yapılandı. Aynı zaman da emperyalist tekellerin cirit atmasına olanak sağlayan her türlü yasal düzenleme hayata geçirildi. Anayasa referandumu bunun son halkalarından biridir. SSGSS, iş yasası, kamu personeli yasası, özelleştirmeler, tarımın tasfiyesi ve getirilen standartlar üzerinden pazardan el çektirilen KOBİ’ler ise yaşanan sürecin diğer yanını oluşturdu.
Krizle birlikte ülkede işsizlik hiç olmadığı boyutlara ulaştı. İşçi ücretleri kriz öncesine oranla yarı yarıya düştü. Kısacası ucuz üretim üssü olarak düşünülen Türkiye’de zemin uygun hale gelmeye başladı.
Ucuz üretimin sağlanabilmesi için çevrenin talanı da önemli bir yerde durmaktadır. Doğal kaynakların, ormanların, akarsuların, yer altı ve yerüstü kaynakların hiçbir çevresel denetime tabi olmadan kullanımı maliyetleri düşürdüğü için sistem açısından bir gereklilik halindedir. Tekeller için önemli bir girdidir. Sanıldığının aksine su kaynakları bakımından zengin olmayan Türkiye’de, bu kaynaklara göz dikildi. Bilindiği üzere endüstriyel tarım ve sanayii için temiz su kullanımı büyük önem taşımaktadır. Söyleşimizde kapitalizmin çevreye bakışını HES’lerin yarattığı tahribatı ele almaya çalışacağız.
SORU 1: Çevre nedir?
YANIT: Çevre/doğa canlı yaşamın vücut bulduğu rahimdir. Doğa birbirini üreten dengesiyle bugüne kadar nice doğuma gebe olmuştur. Çevre tüm canlıların ortak varlığıdır. Su, toprak, hava da bu ortak varlığın bileşenleridir. Doğada varolan insanın, bedeni doğadandır. Kalsiyum, demir, tuz, su doğa da olduğu gibi insanın vücudundadır.
Doğa ve çevreye verilen zarar aynı zamanda insanın kendinedir. Ormanların kesilmesi, akciğer kanseri olarak bize döner. Siyanürle dağların eritilmesi kemiklerimizi eriten bir kanser gibidir. Doğadaki her değişim birbirini etkiler. Arı olmazsa çiçekler meyveye durmaz. Yılan olmazsa tarlaları fareler basar. Fare olmazsa toprak havalanmaz. Birbirini etkileyen binbir değişkenle oluşan denge yaşamın kendisidir. Bu nedenle bu dengeye yapılan müdahaleler canlıların varlığında deprem etkisi yapar. Kısacası atmosferin içindeki birbirine bağlı tüm bileşenleri çevre olarak niteleyebiliriz.
SORU 2: Son yıllarda çevre kirliliği artık gündeme oturdu. Çevre kirliliğini yaratan nedir?
YANIT: Çevre kirliliğini yaratan şey kapitalizmin rekabete dayalı üretim tarzıdır. Tekellerin kar hırsıdır. Kapitalist topluma gelene dek insanın yaptığı doğadan ihtiyacını karşılamaktı. Feodal toplumda insanın ihtiyaçlarını doğadan karşılama eylemi doğaya büyük zararlar vermiyordu. Tarıma dayalı üretimden sanayileşmeye geçişle birlikte “tüketim” sistemin devamı için yapılır hale gelmiştir. Kısacası en az maliyetle üretip maksimum karla hızlı bir şekilde metaların tüketimini sağlamak kapitalizmde temeldir. Bunun için “her yol mubahtır” anlayışı, emekçinin sömürüsünü doğurduğu gibi, doğanın katline de neden olmuştur. Doğayı hesaba katmayan, pazar için gerçekleşen meta üretimi amaç olmuştur. Dizginsiz rekabette çevre sorunu kapitalizmin ilk dönemlerinde dikkate değer bulunmuyordu. Çevre ve kaynakların sonsuz ve zarar görmeyen bir nitelikte olduğu kabul ediliyordu. Doğaya verilen zararlar fark edilmeye başladığı noktada ise çevre, kapitalist üretimde kaçınılan bir maliyet olmuştur. Çok bildik bir sözdür; “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.” Doğayla barışık olmayan üretim tarzı dünyayı her geçen gün daha yaşanmaz hale getirmektedir. Milyonlarca yılda oluşan denge çok kısa sürede tekellerin kar hırsının yarattığı değişikliklerle bozulmaya başlamıştır. Doğadaki dengenin bozulmasında enerji olarak fosil yakıtların kullanımı etkili olmuştur.
SORU 3: Fosil yakıt olarak kömür, petrol, doğalgaz gibi milyonlarca yıl önce yeraltında kalan organizmaları kastediyorsunuz herhalde? Peki kirlilikte bu yakıtların ne gibi bir etkisi var?
YANIT: Ağır sanayinin gerektirdiği yoğun enerji 19.yüzyılda kömür ve petrol gibi enerji kaynaklarının kullanımıyla sağlanır hale geldi. Fosil yakıtların kullanımı atmosfere bırakılan sera etkisi olan gazların salınımını artırdı. Bu gazlar CO2, CH4 (metan), N2O (nitroksit), HFC3 (hidroflorokarbon) gibi gazlardır. Bu gazların salınımının yarattığı sera etkisinden kaynaklı atmosferin sıcaklığı yükselmektedir.
SORU 4: Sera etkisini açabilir misiniz?
YANIT: Ozon tabakasından geçip güneşten gelen kızılötesi ışınlar yeryüzüne çarparak tekrar uzay boşluğuna geri döner. Sera etkisi olan gazların atmosferde yoğunlaşması ise kızılötesi ışınların bu gazlar tarafından tutulmasına sebep olmaktadır. Bu gazların içinde en çok öne çıkan CO2’dir. CO2’nin yoğun şekilde emilimi okyanuslar tarafından sağlanır. Ancak atmosferdeki sıcaklığın artmasıyla eriyebilecek olan buzullar deniz suyu sıcaklığının artmasına sebep olabilecektir. Bilindiği üzere ısınan suyun gaz tutma kapasitesi azalacaktır. Okyanuslar eğer emisyonda doygunluk noktasına ulaşırsa daha fazla CO2 taşıyamayacağından, artan sıcaklıkla atmosfere sera etkisi yapan bu gazları bırakma riski vardır. Bu da küresel ısınma dediğimiz başladığında, belki de önüne geçemeyeceğimiz bir süreci ifade etmektedir. Atmosferdeki CO2 emisyonunun artış hızına baktığımızda 150 yılda 280 ppm’den 330 ppm’e, 30 yılda 330 ppm’den 379 ppm’e çıkmıştır. Sadece geçen yıl yapılan ölçüme göre ise 3 ppm arttığı gözlenmiştir.
SORU 5: Atmosferin sıcaklığının artışı nelere sebep olmaktadır?
YANIT: Atmosferin sıcaklığı arttıkça buzullar eriyecek, sera etkisi yapan gazlar daha fazla açığa çıkacak, sıcaklık daha da artacak. Mevsimlerin, iklimlerin dengesi değişecek. Bugün yaşadığımız birçok hastalığın kaynağında bile doğanın kıyımının olduğunu söyleyebiliriz. Doğanın talanında gelinen aşamayı daha iyi algılayabilmek için birkaç veri sunabiliriz. Dünyada her gün kirlilikten kaynaklı 1000 adet balina, yunus ve domuz balığı ölüyor. Deniz ve okyanuslarda canlı yaşamının sıfırlandığı 146 ölü nokta tespit edilmiş durumda. Bu noktaların çoğu da zengin ülkelerin kıyılarında bulunuyor. Her yıl 10 milyon hektar orman alanı BM verilerine göre yok oluyor. 2004 verilerine göre Amazon yağmur ormanlarının 1/5 ‘i yok olmuş durumda. Geçtiğimiz aylarda Amerika’nın Florida açıklarında, Meksika Körfezi’nin bütününü kapsayacak büyüklükte petrol, denize aktı. Canlı yaşamı bütünüyle sıfırlandı. BP ise neden olduğu zararı ve kaybını 1 trilyon dolar olarak açıkladı.
SORU 6: Türkiye’de çevre kirliliği açısından durum nasıl? Türkiye’nin çevreye yaklaşımı nasıl?
YANIT: Burada mesele hangi ülkenin ne kadar kirlettiği değil. Belki bugün bakıldığında kirliliğin çok büyük bir kısmının ABD kaynaklı olduğu görülecektir (Sera etkisi olan gazların ¼’ü ABD’den salınır.). Temeldeki sorun bütünüyle sistem sorunudur. Türkiye de bu yanıyla diğer ülkelerden farklı değildir. Şehirlerin alt yapısında arıtma tesisleri olmadığı gibi fabrika bacaları hala etrafa zehir saçmaktadır. Orman arazileri yakılmakta, 2B yasası gibi yasalarla satışı öngörülmektedir. Siyanürle altın aranmakta, nükleer santral yapımı için adımlar atılmaktadır. Akarsu yatakları kanalizasyonu andırmaktadır. Kirliliğin her geçen gün arttığı bir denetimsizlik günden güne ilerlemektedir. Suni gübre kullanımı ve hibrit tohumlar suyu ve toprağı kirletmektedir. Son olarak suyun denetim altına alınmak istenmesi ve HES’ler çevre tahribatı açısından neyle karşılaşacağımızı gün yüzüne çıkarmaktadır.
SORU 7: HES’lerle ne yapılmak isteniyor, biraz açabilir misiniz? HES’lerin bağımsız bir enerji politikası sağlanacağı söyleniyor, buna ne diyorsunuz?
YANIT: Hidroelektrik enerjisi dendiğinde fosil yakıtlar gibi olmadığı, doğaya zarar vermediği gibi olumlu bir intiba uyanıyor. Ancak doğaya hiç zarar vermeden de enerji üretimi mümkündür. Güneş ve rüzgar enerjisi bu noktada hesaba çok katılmıyor. Ayrıca Türkiye’de HES’lerin bugün bu kadar öne çıkmasının arkasında başka nedenler yatmaktadır. Hidroelektrik santral, suyun hareket enerjisini elektrik enerjisine çevirir. Ancak asıl mesele bu değildir. Bugün 2500 civarında HES ihalesi açılmış ve aşağı yukarı 1600’ünün projesi onaylanmış, ruhsatı çıkmıştır. 2500 proje bütünüyle kurulsa, maksimum verimle işler hale getirilse dahi, Türkiye enerji sarfiyatının ancak %5’lik bir dilimini karşılayabilmektedir. Dolayısıyla HES’ler üzerinde koparılan “bağımsız enerji politikası” söylemi algıyı yönlendirmeye dönüktür. Gizlenmek isteneni maskeleyen bir işlev görmektedir. 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu’yla bir yandan elektrik üretiminin özelleştirilmesinin önü açılırken, diğer yandan da kanunun yönetmeliklerinde belirtildiği üzere tekellere 49 yıllığına “Su Kullanım Hakkı Anlaşması” yapabilme olanağı sağlanıyor. Böylelikle borular veya kanallarla bir bölgede toplanan suyun üzerinde tam hakimiyet oluşturuluyor. Kısacası tüm canlılığın ortak mirası su da özelleşiyor. Suyun depolanarak içme, kullanma, sulama suyu vb. şeklinde, ticari meta olarak kullanımının önü açılmış oluyor.
SORU 8: Suyun kullanımını biraz açar mısınız, suyun özelleştirilmesine neden gidiliyor?
YANIT: Su canlılığın olmazsa olmazıdır. Haberlerden çokça duyduğumuz bir repliktir. Spiker başka gezegenlerde yaşam aranırken “Mars’ta su bulundu.” diye haberi geçer. Kısacası su, eşittir yaşam diyebiliriz. Suyun önemi yeni bilinen bir şey değildir. Dünyanın % 80’ini su oluşturuyor. Mevcut suyun % 2,5 gibi bir kısmı ancak tatlı sudur. Ve kullanılabilir durumdadır. Endüstriyel tarım ve sanayi alanında, su çok önemli bir noktada durmaktadır. Sovyetlerin varlığında, suya kamu yararı gözetilerek kamu hizmeti çerçevesinde bakılıyordu. Ancak reel sosyalist bloğun yıkılmasıyla birlikte su, git gide hak olmaktan çıkarılıp parayla satılabilir bir meta haline dönüştürülmeye başlandı. Sürekli kriz yaşayan kapitalizmin su gibi olmazsa olmaz bir ihtiyacı pazarlaması onun için hazır müşteri potansiyelidir. Tıpkı eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. birçok sosyal hak gibi su da kişisel bir gereksinime dönüştürülerek hali hazırdaki “müşterilere” satılmaktadır. Kısacası paranız yoksa sudan yoksun kalıyorsunuz. Dünya nüfusunun 1/5’i şu an içilebilir sudan yoksun durumda. BM verilerine göre her yıl 200 milyon insan kirli su kullanımına bağlı rahatsızlıklardan hastalanıyor, 2,2 milyonu ölüyor. Kullanılabilir su da sınırlı. Bu sınırlı kısımda tekellerin kar hırsıyla kirletiliyor ya da endüstriyel tarım ve sanayide kullanılarak tüketiliyor.
SORU 9: Suyun kirletilmesini ve sanayide kullanılmasını biraz açabilir misiniz?
YANIT: Türkiye’de sanayi işletmelerinin %81’inde arıtma tesisi yoktur. Böylelikle arıtma sularını doğal kanalizasyon olarak gördükleri dere ve akarsulara, denizlere akıtmaktadırlar. Endüstriyel tarımda kullanılan suni gübre ve ilaçlar da suyun kirlenmesine neden olmaktadır. Gün be gün kullanılabilir su imkanları azalmaktadır. Su tüketiminin büyük kısmı da kar için üretim yapan sanayi kollarındadır. OECD ülkelerindeki verilere bakıldığında 1960’da sanayide kullanılan temiz su, toplam temiz suyun % 12’sini oluştururken, günümüzde % 60’ını oluşturmaktadır. Endüstriyel tarım ve sanayide suyun kullanımına baktığımızda gerçeklik biraz daha açığa çıkacaktır. Örneğin bir ton şeker için 1000 ton su, bir ton kağıt için 350 ton su, bir ton alüminyum için 1350 ton su kullanmak gerekiyor. Burada önemli olan sınırlı olan imkanları ihtiyaca göre planlı bir şekilde kullanmaktır ancak kapitalizmin ihtiyacı değil meta üretimini esas alan anarşik üretim yapısı bunun önünde engel teşkil etmektedir. Ayrıca doğayla barışık bir üretim tarzında imkanların sınırlılığı da tartışmalıdır. İmkanlar sürekli kendini üreteceğinden eko sistem işlemeye devam edecektir.
SORU 10: Yukarıda suyu yaşamın kendisiyle eşitlediniz, suyun böylesine stratejik kaynak olması onu elinde bulunduranlarla yoksun olanlar arasında bir çatışma dinamiği olabilir mi?
YANIT: Enerji kaynağı olarak petrolden vazgeçebilirsiniz, alternatif enerji bulabilirsiniz. Şuan alternatifi de var ancak petrol ve otomotiv tekelleri bunun önünde engel oluşturmakta. Fakat suyun bir alternatifi yok, sudan vazgeçemezsiniz. Su olmazsa canlı yaşam olmaz. Bir insan susuz en fazla 8 gün dayanabilir. Doğal olarak suyun kaynağını elinde bulunduran, yatağını kontrol edebilen ülkelerle, o yataktan beslenen ülkeler arasında ciddi çelişmeler/çatışmalar oluşacaktır. GAP bağlamlı Fırat ve Dicle üzerinden gerçekleştirilmek istenen projeler bile Fırat ve Dicle’nin aktığı bölge ülkeler açısından ciddi sıkıntılara yol açtı. Üstelik henüz GAP hayata geçmedi. Ama önümüzdeki günlerde ucuz üretim üssü olmaya aday bir Türkiye’de hayata geçecek, farklı boyutlarda çelişmelerin yoğun şekilde yaşanmasına neden olabilecektir.
SORU 11: Petrole ve Hidroelektirik enerjisine alternatif enerji olanaklarından biraz bahseder misiniz?
YANIT : Bugün fosil yakıtlara, hidroelektirik enerjisine alternatif olarak güneş ve rüzgar enerjisi kullanılabilir. Üstelik bu enerjilerin sağlanması doğaya da zarar vermemektedir. Eskiden çok pahalıya mal olan güneş ve rüzgar enerji altyapısı gittikçe ucuzladı. Termal enerjide güneş çokça kullanılıyor. Sıcak su ihtiyacı birçok evde bu şekilde gideriliyor. Asıl önemlisi ise güneşten sağlanacak elektrik enerjisidir. Artık güneşten elektrik enerjisi sağlamak da çok kolay hale geldi. Bir araştırmaya göre Türkiye’nin bir yılda almış olduğu güneş enerjisi mevcut kömür rezervinin 32, petrol rezervinin 2200 katıdır. Rüzgar panellerinin de çevreye verdiği tek zarar ise görüntüsel ve yanındaysanız biraz da ses yapması. Bunun dışında bu enerjinin bir zararı söz konusu değil. Bedava, tükenmeyen ve dışa bağımlılığı yok. Üstelik her iki enerji “bağımsız enerji politikası” için ideal. Tabii böyle bir dert varsa. Ya da bağımlı ülkenin bağımsız politikası olur mu diye ayrıca sormak da gerekir.
SORU 12: Bildiğiniz üzere HES’lerin Karadeniz gibi doğasının dillere destan olduğu bir bölgede yoğunlaştığını görmekteyiz. HES’ler doğaya ne gibi zararlar vermektedir?
YANIT: Kan, ciğerlerde temizlenir ve kalbin pompasıyla yeniden damarlar aracılığıyla dokulara enerji, mineral, besin taşır. Su da doğanın kanıdır. Tıpkı kan gibi o da buharlaşır bulutlarda arınır, temizlenir ve saf halde toprağa düşer, yeraltı ve yerüstü damarlarıyla geçtiği bölgeye canlılık katar. Besin götürür. İçindeki canlıları yaşatır. Suyun akışının kesilmesi, yatağının değiştirilmesi tıpkı damarlarından kan gitmeyen bir organdaki kangrenleşme durumunu yaratır. Akarsu ve derelerin beslediği toprak kurur, içindeki canlılar ölür. Üzerindeki yemyeşil bitki örtüsü ve canlılık yok olur. Tüm bunların yerini ölüm griliği alır. İklim sertleşir. Yağmur git gide o bölgeye yağmamaya başlar. Canlılık yok olduğunda su da bölgeyi terk eder. Kısacası yapılacak HES’ler bölgenin doğasını ve insanlığı tehdit etmektedir. Canlılığın olmadığı yerde insanlar da geçim kaynağı bulamayacak, çay ve fındık bahçeleri kuruyacak, insanlar da o bölgeyi terk edecektir. Ormanlara göz diken tekeller önce ormanları kesecek, sonra dağları yarıp siyanürle altın arayacak, maden ocakları açacaktır. HES’lerin yapımının başlamasıyla orman katliamı da başladı, taş ocakları açıldı. Sıra maden aramaya geliyor. Bu projelerin doğaya verdiği zararlardan en önemlisi bio çeşitliliğin yok olmasıdır.
SORU 13: Bio çeşitlilik nedir, bio çeşitliliğin yok olması ne gibi sonuçlar doğuracaktır?
YANIT: Bio çeşitlilik tüm canlılığın birbirine bağlı olarak birbirini ürettiği eko sistemin sonucu oluşmuş olan canlı yaşamıdır. Canlılığın toplamda varoluşunu sağlayan bir zenginlik ve denge halidir. Milyonlarca yıl süregelen canlı yaşamında oluşan denge ve doğayı tüketen kapitalizmin müdahalesiyle bozulmakta ve sonuçları bugünden yarına gözlenemeyen, geri dönüşü olmayan kayıplar oluşmaktadır. Bu durum bindiğin dalı kesmeye benzetilebilir. Çünkü kimi canlılar sadece belli bölgelerde yaşamaktadır. Bir bölgeye özgü başka bir ülke veya coğrafyada yetişmeyen bitkilere endemik bitki denmektedir. Örneğin, Munzur’a, İkizdere’ye has çiçekler, canlı türleri mevcuttur. Bunlar birçok hastalığın tedavisinde kullanılabilmektedir. Türkiye’de 10.000 civarında endemik bitki türü yetişir. Bunların 3000’i Türkiye’ye endemiktir. İkizdere Vadisi’nde 100’ü aşkın endemik bitki bulunmaktadır. Ancak yapılan HES’in faaliyete geçirilmesiyle dere kurumuştur. Bölge florası tehlike altındadır. Bu çeşitliliğin, zenginliğin ortadan kalkması insanlığın kendi sonunu da hazırlamaktadır. Kapitalizmin doğada yarattığı tahribat sonucu canlı soylarının tükenme hızı artmış durumda. 7266’sı hayvan 8321’i bitki olmak üzere 15589 canlı türü yok olma tehlikesi altında. Her gün 3 canlı türü yok oluyor. Böyle giderse önümüzdeki yüzyıl canlı türlerinin 2/3’ünün yok olacağı tahmin ediliyor. Darwin’in de dediği gibi “Doğaya karşı olan bir şey kesinlikle uzun süre yaşayamaz.” Bindiğimiz dalı biz kesmesek de sonuçlarından en çok biz etkileniyoruz. Bu nedenle doğayla barışık olmayan kapitalizmi o bizi yok etmeden yok etmeli, tarihin çöp kutusuna kaldırmalıyız.
SORU 14: Toplum doğayla barışık hale nasıl getirilir, doğaya zarar vermeden bir üretim nasıl mümkün olur?
YANIT: Doğaya karşı varlık yokluk savaşını toplumsal eylemiyle oluşturduğu üretim araçlarının yardımıyla kazanan insan, daha sonra kendi içinde sınıflara bölündü. Köleci dönemde, feodal dönemde tarıma, toprağa dayalı üretim biçimi vardı. Üreten/yaratan insan git gide doğaya ve kendine yabancılaştı. Özellikle kapitalist toplumda bu durum bütünüyle bir kopuşa döndü. Üretim ilişkilerinin üretim araçlarının gelişiminin önünde bir engel teşkil etmesiyle birlikte, sürekli tüketimi körükleyen ideolojisiyle kendine pazarlanacak meta yaratmaya çalışan emperyalizm bütünüyle batağa battı. Bu durum iki dünya savaşına, daha birçok savaşa, orman katliamlarına, deniz canlıların yok olmasına neden oldu. Bugün doğayla barışık doğayı da yenileyecek bir üretim yapmak mümkün. Doğayla barışık bir tarım yapmak mümkün. Alternatif, doğaya uyumlu enerji kaynakları yaratmak mümkün. Ancak emperyalist tekellerin engeli söz konusu. Örneğin petrole alternatif enerji var, nükleer enerjiye hiç gerek olmadan üretim yapılabilir. Bio tarımla suni gübrelere ve ilaçlara gerek kalmadan tarım yapılabilir. Tohumların genetiğini bozmadan çok daha verimli üretim sağlanabilir. Toplu taşıma geliştirilip hava kirliliğinin olmadığı şehirler oluşturulabilir. Ozan tabakasındaki incelme giderilebilir. Kapitalizmin dizginsiz kar’ı için yapılan üretimin plansızlığı doğayı tahrip ederken insanlığı her türlü haktan, hizmetten mahrum kılıp açlık koşullarına terk ediyor. Amaç sadece ihtiyaçları gidermek olduğunda dünyanın insana sunduğu olanaklar kim bilir kaç insanlık doyurur. Tabii ki tüm bunlar için toplumsal bir değişim, devrim gereklidir. Ancak bu, bugünden yapılacak bir şey olmadığı anlamına gelmez.
SORU 15: Bugün çevre sorunu nasıl ele alınmalı, neler yapılmalı, bunu biraz açabilir misiniz?
YANIT: Bugün çevre sorunun nasıl ele alınması gerektiği mevcut çevrecilikten yola çıkılarak anlatılabilir. Kapitalizmi es geçip çevre sorununu birkaç kendini bilmezin verdiği zararlar olarak tanımlarsak, ya da okyanusta yasak fok balığı avlayan balıkçılarla özdeş görürsek bütünüyle yanlışa düşeriz. Bugün çevre kirliliğini insanın eylemi diye tanımlarsak, insan kaynaklı kirlenme olarak adlandırırsak çevre kirliliğinin nedenine inememiş ve onu kabullenmiş oluruz. Çevre kirliliğinin gerçek sahipleri kendilerini ellerindeki imkanlarla öyle gizliyorlar ki onları, çevreye çok duyarlı kurumlar (Greenpeace, Tema) olarak da görebiliriz. Örneğin 2002 yılı dünyanın en kötü şirketleri listesinde, dünyanın en büyük ikinci petrol şirketi olan Shell Oil’in meziyetleri ortaya konmuş “temiz enerji” kampanyalarıyla yaptığı çevre katliamlarını, insan hakları ihlallerini gizlemek için çabalayan Shell çevreci grupları milyonlarca dolar karşılığı satın almaya çalışmakla suçlanıyor. Kısacası yaşanan kirlilik gördüğümüz gibi tek başına bir işçinin veya emekçinin yol açabileceği bir sorun değildir. Ancak Marksizm’e sırtını dönen bazı kesimler ise bugün çevre sorununu sınıf çelişkisinin önüne koymaktadır. Üstelik bu kesimler, “Çevre sorunlarından işçi de işveren de aynı oranda etkileniyor.” demektedir. Bu da bütünüyle yanlıştır. Bir burjuvayla bir işçi çevre tahribatından aynı oranda etkilenmez. İşçi bir yağmurda evinin içine taşma riski olan kanalizasyona dönüşmüş derenin yanı başında oturmaktadır. Bir burjuva ise fabrikasından akan atık suyun yarattığı bu kirlilikten doğrudan nasiplenmeyecektir. Üstelik çevre sorunun çözümü de işçi sınıfı ve sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkinin çözümüne bağlıdır. Bu nedenle işçi ve emekçilerin yaşadığı sorunları, kürt sorununu, kadın sorununu, çevre sorununu emperyalizme karşı demokrasi sorununu, birbiriyle karşı karşıya getirmeden, tüm güç ve imkanları aynı potada toplayan bir program dahilinde hareket edilmelidir.
Önümüzdeki dönem çevre bağlamlı birçok sorunla karşılaşacağız. Buna karşı mücadele daha da yükselecek. Şu an HES’lere karşı verilen mücadele de anlamlıdır. Ancak sistem anayasa değişikliği ve idari açıdan tıkanma yaşayan projeleri “yasal” hale getirdi. Bizlerin burada esas almamız gereken ise kendi meşruluğumuzdur. Fiili gücümüzdür. HES’lere karşı olan mücadeleyi hem kendi içinde hem de diğer alanlarda yaşanan sorunlarla birleştirmeliyiz. Toprağını, suyunu, doğasıyla özdeş kendi onurunu koruyan bir ana gibi elimizde ne varsa dikilmeliyiz karşılarına. Çünkü bizim için bu doğa tıpkı Kızılderili’nin mektubundaki gibidir: Bu mektup, “Duwarmish” Kızılderililerinin reisi SEATTLE tarafından Washington’daki büyük başkan”a yani 1853–1857 seneleri arasındaki Amerikan Cumhurbaşkanı Franklin Pierce’ye ithafen yazılmıştır.
“Washington’daki büyük başkan bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildiren bir mektup yollamış. Dostluktan söz etmiş büyük başkan… Ama biz sizin, dostluğumuza, ihtiyacınız olmadığını biliriz. Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz? Ya da satabilirsiniz? Ya toprakların sıcaklığını? Ağzımdan çıkan sözler yıldızlara benzer, büyük başkan, hiç sönmezler. Bu yüzden söyleyecekl erime güveniniz. Havanın taze kokusuna Suyun pırıltısına Sahip olmayan biri onu nasıl satabilir? Kutsaldır bu topraklar benim için ve halkım için… Yağmur sonrası ışıltılı her çam yaprağı Denizi kucaklayan kumsallar Karanlık ormanların koynundaki sis Şakıyan böcekler… Ve bilin ki: Kızılderili adamın anıları Ağaçların özsuyunda saklıdır. Toprak bizim anamızdır. Washington’daki büyük başkan bizden topraklarımızı istediği zaman bütün bunları istemektedir. Büyük başkan bizim babamız biz de onun çocuklan olacakmışız. Büyük ruh halkımızı sever fakat nedendir bilinmez Kızılderili çocuklarını terk etti. Şimdi size makineler yolluyor ve çok yakında beklenmedik yağmurlar sonrası yataklarımıza taşan ırmaklar örneği beyaz adam bu toprakların her karışını dolduracak. Bizler yetim kaldık. Çünkü başka ırklardanız. Çünkü ihtiyarlarımız farklı öyküler anlatırlar. Bilesiniz ki… Derelerin ve ırmakların içinden geçen sular Sadece su değildir. Atalarımızın kanıdır o. Babalarının mezarını geride bırakır beyaz adam Toprağı çocuklarından çalar. Açlığın, dünyayı saracak beyaz adam Ve ardından koskoca bir çöl bırakacaksın. Sabahın sisi dağların karnından doğan güneşi görür. Ve kaçar. Demir at (lokomotif) Öldürüp çürümeye bıraktığınız, Binlerce buffalo’dan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl? Anlayamıyorum. Hayvanlar insanları bıraksa, İnsanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi? Hayvanların başına gelen, insanın da başına gelecektir. Toprağın başına gelen, oğullarının da başına gelecek… Çocuklarımıza bizim öğrettiğimiz şeyleri öğretin. Toprak bizim anamızdır. Ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece…
Beyaz adam neyi satın almak istiyor? Gökyüzü ve toprakların sıcaklığını mı? Koşan antilopların çabukluğunu mu? Biz size bunları nasıl satabiliriz? (…)
Sayı 31
(Kasım 2010 – Ocak 2011)