KAPİTALİZM YAŞAMI TEHDİT EDİYOR NÜKLEER SANTRALLER PATLAMAYI BEKLEYEN NÜKLEER MAYINLARDIR
ALTERNATİF ENERJİ ALTERNATİF BİR TOPLUMLA MÜMKÜNDÜR
“Sonuçları değil başlangıçları değiştirmek gerekir.” Alain
Tarih sahnesine çıktığından bugüne, 200 yılı aşkın bir süredir kapitalizm, hem doğaya hem de insanlığa dönük yarattığı tahribatı arttırarak sürdürüyor. Özellikle üretim araçlarının gelişiminin önünde, tekelleşmenin bir engel olarak çıkmasıyla birlikte doğayla uyumlu teknolojilerin gelişiminin önü, devrimle tümüyle açılana dek tıkandı. Tekelleşen kapitalizmin krizi yapısal hale geldi. Sürekli kriz hali doğal bir durum olmaya başladı. Emperyalist pazar kavgasının kızışması 20. yüzyılda dünyayı iki büyük yıkımla karşı karşıya getirdi. Bunlar 1. ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşları’ydı.
Özellikle 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla beraber, dünya nükleer enerjiyle/atom bombasıyla tanıştı. Atom araştırmalarında katkısı olan bilim insanı A.Einstein, Dünya savaşıyla ilgili sorulan bir soruya şu yanıtı verdi: “3. Dünya savaşında hangi silahların kullanılacağını bilmiyorum ama 4. Dünya savaşı taş ve sopalarla olacak.” Hiroşima ve Nagazaki’nin insanlığın hafızasından silinmeyecek bir utanç anıtı olacağı düşünülüyordu. Ancak öyle olmadı. Bir yandan nükleer silahlanma yarışı hız kazanırken diğer yandan ise dünyanın üçte birinin kapitalist pazar dışına düştüğü koşullarda kapitalistler arası rekabet de şiddetini arttırdı.
Kapitalist üretimde maliyetleri düşürmek için temel önem arz eden girdilerin başında enerji gelmektedir. Ucuza mal edilebilen enerji emperyalistler arası rekabette, diğer etmenler de (İş gücü ve hammadde maliyeti) buna uygunsa ucuz meta üretimini ve doğalında pazar hakimiyetini beraberinde getirecektir. Petrolden/fosil yakıtlardan daha ucuz olması ve sera gazı salınımı olmayışı ileri sürülerek, 1950 ile 60 yılları arasında nükleer santraller yaygınlaşmaya başladı. Özellikle 1950-70 arası dönemde nükleer enerji altın çağlarını yaşadı demek yanlış olmayacaktır. Bugün gelinen aşamada nükleer enerji birçok ülkede sorgulanır durumdadır.
Özellikle bugün yaşanan kriz ortamında enerji, emperyalist ülkeler arası rekabette, politikaları belirleyen temel etkenler arasındadır. Afganistan ve Irak işgalini gerekli kılan, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da taşların yeniden dizilmesine sebep olan faktörlerden biri de enerji ve enerji yolları üzerinde tam denetim/hakimiyettir. Özellikle mevcut rakiplerden Çin’in enerjiye olan bağımlılığı ABD’yi bu konuda uzun vadeli programlar yapmaya itmiştir. Çin de işler haldeki 11 nükleer santraline 100’ün üzerinde nükleer santral eklemeyi hedefine koymuş, ayrıca Rusya üzerinden boru hatlarıyla alternatif enerji yolları geliştirmeyi denemektedir. Petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtların belli bölgelerde bulunuyor oluşu, birçok ülkede dışa bağımlı bir enerji politikasına neden olmaktadır. Nükleer santralleri/enerjiyi savunanların öne sürdükleri savların başında, nükleer enerjinin dışa bağımlılığı azaltıyor oluşu gelmektedir. Ayrıca nükleer enerjinin hem maliyet hem de dışa bağımlılık açısından iddia edildiği gibi avantajlı olduğu tartışmalıdır.
Geçtiğimiz aylarda Japonya’da yaşanan deprem, Tsunami ve ardından gelen nükleer felaketle birlikte nükleer santrallerin doğaya ve insanlığa verdiği zararlar tekrar tartışılır hale geldi. Nükleer santrallerin iddia edildiği gibi çevreci, temiz, sorunsuz, tehlikesiz olmadığı bir kez daha açığa çıktı. Ancak buna rağmen Türkiye egemenleri halkın aklıyla dalga geçercesine nükleer enerjiyi “tüpgaz”la aynı kefeye koymaktadır. Fay hattına çok yakın bir noktada bulunan Akkuyu’ya nükleer santral kurmakta ısrarcıdır. Oysa nükleer alt yapısı ve sanayisi güçlü olan ülkelerde bile bugün nükleer santral inşa edilmemektedir. ABD ve Kanada’da 1978’den, Almanya’da 1982’den beri herhangi bir nükleer santral yapılmamıştır. 1997’de Kanada’da 21 adet Candu nükleer santralinden 7’si, ABD’li ve Kanada’lı uzmanlarca yapılan denetimde yetersiz ve tehlikeli bulunmuştur. Ayrıca yönetim hatası da tespit olunmuştur. Bundan dolayı işletimi durdurulmuştur. Örneğin, Fransa da 1997 ile 2010 yılları arasında nükleer programını askıya almıştı. Her geçen gün nükleerden bir uzaklaşmanın olduğu görülmektedir. Dünya ölçeğinde elektrik üretiminde %15 olan nükleerin payının, 2020’lerde %8 düşeceği tahmin ediliyor. Nükleer sanayi alt yapısı olan ülkeler bile nükleerden uzak dururken, Türkiye’nin nükleerdeki ısrarının arkasında nükleer sanayi tekelleri olduğu söylenebilir. Ayrıca alt yapısı olmayan bir ülkede maliyet ve kaza riski daha da artacaktır.
Nükleer santrallerin, proje finansman maliyeti, 35-40 yıllık ömürleri, işletim, söküm ve saklama maliyeti, teknolojik açıdan dışa bağımlı oluşu, ekolojik dengeyi bozması ve kaza riskinin yüksekliği bakımından tercih edilebilir olmadığı ortaya çıkmıştır.
Enerji maliyetlerine baktığımızda, ABD’de 1968-1990 yılları arasında nükleer enerji üretimi üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, nükleer enerjinin ortalama KW/saat maliyeti 7.2 sente gelmektedir. 1988 yılında çıkan en yüksek maliyet rakamı ise New Hampshire Eyaleti’nde 11.39 sentti. Bugün Akkuyu nükleer santrali tekliflerinde önerilen KW/saat maliyeti 2.5-3.5 sent civarıdır. Bu teklifler içerisinde asıl maliyetler yoktur, bahsedilen rakamlar da toplumun nükleere karşı tepkisini azaltmaya yöneliktir. Ayrıca nükleer alt yapısı olan bir ülke bile bugün maliyetlerini düşüremezken nükleer altyapısı olmayan Türkiye’nin bunu sağlaması ancak kağıt üzerinde olacaktır.
Mevcut enerji imkanlarını, maliyet açısından karşılaştırdığımızda nükleer enerjinin tatminkar bir enerji olmadığı açıktır. ABD Kaliforniya Enerji Komisyonu’nun yaptığı araştırmaya göre KW/saat başına maliyet açısından nükleer enerji 11.1-14.5 sent arası, kömür 4.8-5.5 sent arası, gaz 3.9-4.4 sent arası, Rüzgar 4.0-6.0 sent arasıdır.
Nükleer santral kazalarına baktığımızda ise tehlikenin boyutu açığa çıkmaktadır. Bu kazaların başlıcaları 1957’de İngiltere’de yaşanan ve 25 yıl boyunca açıklanmayan Windscale kazası (Bu kazadan sonra çalışanların çocuklarında görülen lösemi vakıaları nedeniyle çocuk yapmamaları söylendi), 1979’da ABD’deki Three Mile İsland kazası ve 1986’daki Çernobil kazasıdır. Nükleer Denetleme Komisyonu’nun raporuna göre ABD’de nükleer felakete yol açabilecek 169 tane kaza oluştu. 1992’de sadece Japonya’da 20 tane kaza tespit edildi. Yine aynı yıl Rusya’da 205 kaza rapor edildi. 1999’da Japonya’da meydana gelen kazada 310 bin kişi evinden çıkarılmadı. Son olarak Japonya Fukuşima Dayiçi nükleer enerji santral kazasında Japonya Atom Ajansı yetkilileri, nükleer santrale yakın kıyı şeridindeki radyasyon oranının normal değerin 1850 kat üzerine çıktığını açıkladı. Radyasyonun suya, havaya ve gıdalara geçtiğini bildirdi.
Nükleer santraller verdiği yarardan çok zararlarıyla anılır olmuştur. Yanlışta ısrar etmek bilerek intihar etmektir. Emperyalizm, dün olduğu gibi bugün de kendi artıklarını bizim gibi yeni sömürge ülkelere pazarlama telaşındadır. Ayrıca emperyalizm sadece nükleer alanında değil, tüm alanlarda geri ve artık/atık teknolojilerini yeni sömürge ülkelere pazarlayarak sömürüyü sürdürmektedir. Çevresel faktörler, iş gücü maliyeti vb. nedenlerle kendi ülkelerinde yapamadıkları üretimi bizim gibi ülkelerde çevre kirliliği sıkıntısını da yaşamadan rahatlıkla gerçekleştirebilmektedir. Üstelik halkımızı da, birçok sağlıksız ürünü test edebildiği kobay topluluğu olarak kullanmaktadır.
ALTERNATİF ENERJİ SEÇENEKLERİ
Emperyalist-kapitalist düzenin tüm pisliklerine alternatif bir toplum projesi olan biz devrimcilerin, enerji alanında da alternatifleri mevcuttur. Bugün bilimin bizlere sunduğu ışık ekseninde bu enerji kaynaklarından birkaçını ele alalım.
Dünya üzerinde yaşamı vareden etmenlerin başında güneş gelmektedir. Doğalında güneş, dünya için bitmez tükenmez bir enerji kaynağıdır. Bugün sera gazı salınımına sebep olan yakıtlara alternatif olarak güneş enerjisi çalışmaları devam etmektedir. Dünyaya ulaşan güneş enerjisinin boyutu 178 trilyon KW civarı olduğu tahmin edilmektedir. Bu büyüklüğün yeryüzündeki mevcut elektrik santrallerinin toplam gücünün 60 bin katı olduğu ifade edilmektedir.
Güneş enerjisi diğer kaynaklara oranla yoğunluğu düşük ve kesintiye uğrayan bir kaynak olmasına rağmen mevcut enerji kapasitesinin tatminkar oluşu, alternatifler arasında yer almasına sebeptir.
Güneş enerjisi iki yolla elektrik enerjisine dönüştürülebilir; termik yolla dolaylı olarak, fotoelektrik yoluyla doğrudan. Termik yolla en fazla elektrik üreten tesis 354 KW’la Kaliforniya’dadır. Fotoelektrik düşünüldüğünde bu yolla çalışan lambalar, saatler, hesap makineleri, kameralar akla gelmektedir. Haberleşme ve uzay uydularının enerjisi fotovoltaik pillerin mevcut olduğu sistemlerle doğrudan güneşten elde edilmektedir.
Güneş enerjisinin en önemli yanı, doğaya hiçbir atık bırakmıyor oluşudur. Kapladığı alan bakımından eleştiri konusu yapılmaktadır. Ancak kapladığı alan itibariyle nükleerden çok hidrolik santrallerden azdır. Tüm dünyanın şu an kurulu elektrik gücü 2.9 trilyon KW’tır. Bu güneş ile sağlanmaya çalışılsa 75000 km2’lik bir alan gerekmektedir. Bu sadece Türkiye’nin 1/10’udur. Geniş çöl arazileri düşünüldüğünde, bu rakam komik kaçacaktır. Kısacası, güneş, ihtiyaç duyulan elektrik enerjisinin büyük bir kısmını sağlamak için ideal bir kaynaktır.
Rüzgar atmosferdeki ısı ve yoğunluk farkından dolayı havanın yer değişimidir. Bu yer değişiminin yarattığı kinetik enerji potansiyelinin 191 milyon MW olduğu tahmin edilmektedir. Teknik olarak kullanılan kaynak daha azdır, ancak enerji potansiyelini görmemiz açısından bu rakamlar önemlidir. Rüzgar da güneş gibi herhangi bir atık sorunu olmadan rahatlıkla elektrik enerjisine dönüştürülmektedir. Rüzgar tribünlerinin bir tanesi 2 MW’a kadar enerji üretebilmektedir. Dünya üzerindeki en büyük tesis ABD’deki 370 MW gücündeki Altomount Pass Rüzgar Tesisi’dir. Hollanda’da 1000 MW’lık bir tesisin yapıldığı ifade edilmektedir. T
üm bu olumlu yönlerine rağmen dünya üzerindeki kurulu rüzgar gücü tesisleri istenen seviyede değildir. Nükleer lobilerinin bu alternatif enerjilere karşı geliştirdikleri çeşitli kara propogandalar mevcuttur. Bunlar rüzgar tribünlerinin parazit ve gürültü yarattığıdır. Bu sorun bile çok kolay bir şekilde aşılabilir. Yerleşim yerinden biraz uzağa yapıldığında böyle bir sorun söz konusu olmayacaktır. Üstelik bir nükleer santral kazasıyla kıyaslandığında bu bahanelere ancak gülünüp geçilebilir.
Enerjinin tek başına kullanım alanı elektrik değildir. Dünya üzerinde motorlu taşıtlarda, konutların ısıtma sistemlerinde, mutfakta banyoda kullanılan yakıt enerji, elektrik formunda kullanılan enerjinin üç katıdır. Bu nedenle tek başına elektrik kullanımı mevcut enerji ihtiyacına yanıt vermemektedir. Yakıt enerji ihtiyacının da karşılanması gereklidir. Bu nedenle hem doğada çok bulunan hem de doğaya zarar vermeyen bir yakıt gereksinimi söz konusudur. Hidr ojen buna cevap verebilecek yakıtlar arasındadır.
Hidrojen, otomobilden trene, uçaktan tüm ulaşım araçlarına kadar yakıt olarak kullanılabilir. Ayrıca mutfakta yemek pişirmekten ısınmaya kadar ev içi enerji kullanımında da işlevseldir. Hidrojen, yapılan araştırmalara göre şuan kullanılan yakıtların en verimlisinden bile % 40 daha verimli bir yakıttır. Hidrojen sudan üretilebildiği için ve dünyanın % 80’inin de sularla kaplı olduğu düşünüldüğünde, neredeyse tükenmez bir yakıttır. Doğaya zarar vermemektedir, yanmasında açığa çıkan tek atık ise su buharıdır. Yanıcılık ve patlayıcılık yönünden şuan kullanılan yakıtlardan çok daha emniyetlidir. Çeşitli bitkilerden elde edilen bio-yakıt da bir alternatif olarak emperyalist ülkeler tarafından öne çıkarılmaktadır. Ancak bugünkü koşullarda mevcut tarım arazilerinin bu şekilde bio-yakıt için kullanımının, açlığı da beraberinde getireceği aşikardır. Bu nedenle bio-yakıt meselesi başka bir toplum düzeninde test edilebilir gibi görünüyor. Bugün insanlığın açlık sorununa ve eşit paylaşıma ilişkin hiçbir şey yapılmadan, birilerinin karı için arazilerin bio-yakıt için kullanılması makul görünmemelidir.
ÇEVRE SORUNUNU KAPİTALİZM ÇÖZEMEZ
Bugün enerji alanında fosil yakıtların kullanımının yarattığı tahribat geri dönülemeyecek noktalara doğru ilerlemektedir. Tabii ki bu kirliliği asıl yaratan emperyalist tekellerin doymak bilmeyen kar hırsıdır. 1992’deki BM’nin Rio de Janerio Çevre Konferansı’nda tüm uluslararası topluma Küba/Fidel Castro, doğada yaşanan yıkımın boyutlarını hatırlatmış ve onları dünyayı bekleyen tehlike noktasında uyarmıştı. Castro konuşmasında “eğer insanlığın, kendisini yok etmekten kurtarılması isteniyorsa, gezegendeki mevcut teknolojileri ve zenginlikleri daha iyi bir şekilde bölüştürmek gerekir. Yeryüzünün büyük bir kısmında, daha az açlık ve daha az yoksulluk olması için birkaç ülkede daha az lüks ve daha az israf […]. Adil bir uluslararası ekonomik düzen uygulanmalı. Dış borçlar değil, ekolojik borçlar ödenmeli […]. Uzun zaman önce yapmamız gereken şeyler için yarın çok geç olacaktır.” diyordu.
Atmosferdeki sera gazlarının ulaştığı düzey, buzulların erimesine ve küresel ısınmaya neden olabilecek seviyeye gelmişti. 1997’de Japonya’nın Kyoto kentinde Kyoto Protokolü imzalandı. Bu protokol, ülkelerin sera gazı salınımını belli bir seviyenin altına çekmesini öngörüyor. Kyoto Protokolü 2005 yılında yürürlüğe girebildi. Ancak mevcut sera gazı salınımının ¼’ünü gerçekleştiren ABD, bu protokolü imzalamadı. Protokolün içeriğine bakıldığında ise çevre kirliliğini önlemekten ziyade çevreyi kirletme hakkının alınıp satılabildiği yeni bir piyasa oluşturulduğu göze çarpmaktadır. Kısaca buna “karbon ticareti” denmektedir. Az kirleten ülke, kirletme hakkını, çok kirleten ülkeye satabilmektedir. Karbon ticaretinin 2006 yılında toplam ticaret hacmi 40 milyar dolar, 2007 yılında ise 66 milyar dolar olmuştur. Karbon pazarı dünyanın en hızlı büyüyen pazarlarındandır. Kısa süre içinde 1 trilyon doları aşması bekleniyor. Protokol, çevrenin çevresinden dolanmış, sorunun özüne inememiş ve her karesinde, imzalayanların sınıfsal niteliğini açığa çıkarmıştır. Kapitalizm, “gölgesini satamadığı ağacı keser” sözünü bir kez daha doğrulamıştır. “Satılamayan hava ne işe yarar” dercesine protokolün özünü, çevre sorunlarından çok çevre sömürüsü üzerinden rant elde etme ve krizdeki kapitalizme yeni pazarlar yaratma amacı oluşturmuştur.
YAŞAM BULAN BİR ALTERNATİF: KÜBA
Bugün nükleersiz, fosil yakıtsız enerji nasıl mümkünse, suni gübresiz, zirai ilaçsız, GDO’suz bir tarım da, doğayla barışık, çevreyi kirletmeyen, aksine yenileyen sürdürülebilir bir sanayi ve kalkınma da söz konusu olabilir. Ancak bu kapitalizm koşullarında sağlanabilecek bir durum değildir.
Kapitalizmin yarattığı suni ihtiyaçlar ciddi enerji israfına ve çevre kirliliğine sebep olmaktadır. Zorunlu ihtiyaçlar nedeniyle çevre kirletilmemektedir. Çevre tamamıyla kapitalizmin kendi çarkını döndürmesi, devamlılığını sağlaması için tahrip edilmektedir.
Bugün, Dünya Yaban Hayatı Fonu’na göre dünya ölçeğinde sürdürülebilir kalkınma hedefini sağlayan tek seçeneğin Küba olması tesadüf değildir. BM bile bu noktada Küba’yı yok sayamamıştır. Küba’nın yol açtığı kirlilik belirlenen sınırların çok altında, insani gelişim düzeyi ise belirlenen sınırların çok üzerindedir. Üstelik Küba bunu, ABD ambargosuna rağmen çok sınırlı bir bütçeyle, kısıtlı imkanlarla gerçekleştiriyor.
Gelin isterseniz Küba’nın bu durumu nasıl sağladığına kısaca bir bakalım. Küba’da devrim olduğu zaman, 1959 yılında ülkenin sadece % 56’sı elektriğe ulaşabiliyordu. Devrimden sonra 30 yıl içinde bu oran % 95’e ulaştı. Sovyetlerin çöküşüyle birlikte Küba, ABD ambargosunun da etkisiyle her alanda olduğu gibi enerji alanında da dar boğaza girdi. Bu dönemde yakıt sıkıntısından tarım çifliklerinin kapandığı, yaşanan açlıkla birlikte ortalama bir Küba’lının ağırlığının bu dönemde 10 kilo düştüğü söyleniyor. Küba, emperyalizmin tüm bu yalıtma, yalnızlaştırma politikasına karşı enerji alanında ilk olarak 1993 yılında “Ulusal Enerji Kaynakları Geliştirme Programı”nı devreye soktu. Programın üzerine oturduğu temel, “İlk kullanılacak olan ulusal enerji kaynağı verimliliktir” prensibiydi. Özellikle kırsal kesimlerde güneş enerjisiyle kendi kendine yetebilecek alanlar yaratıldı ve başarı sağlandı. Bu çalışma 2001 yılında Küba’ya BM Global 500 Ödülü’nü kazandırdı.
Ancak artan nüfusa, alınan önlemler ve enerji kaynakları yeterli gelmemeye başladı. Bu noktada Küba birçok ülke gibi yeni santraller açmak yerine önemli bir karar aldı. 2006 yılını Enerji Devrimi yılı ilan etti. Enerji Devrimi’nin temel prensiplerini, başta enerji tasarrufu, enerji verimliliği, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı olmak üzere ulusal petrol ve gaz kaynaklarının aranması ve uluslar arası işbirliği olarak belirledi. İlk yapılan ise halkın refah düzeyini düşürmeden enerji tasarrufu sağlamak, sarfiyatı düşürmekti. Bunun için elektrik tasarrufu sağlayan aletler halka tanıtıldı ve halka verilerek kullanımı yaygınlaştırıldı. Buzdolabından ısıtıcıya, klimadan saç kurutma makinesine, elektrikli pirinç pişiricisinden düdüklü tencerelerin yaygınlaşmasına kadar tüm ev gereçleri değişime uğradı. Tüm aydınlatma sistemleri güç tasarruflu hale getirildi. Tüm teknik alt yapı, enerji kaybını en aza indiren süper iletkenlerle değiştirildi. (Bugün dünyada ve Türkiye’deki mevcut alt yapı % 15-20’lik bir enerji kaybına neden olmaktadır.)
Asıl önemlisi, Enerji Devrimi halka anlatılarak, halkın oluru alınarak halkla birlikte gerçekleştirildi. Okullarda halk, enerji tasarrufu konusunda bilinçlendirildi. Sosyal eğiticiler, evleri gezerek yeni aletleri nasıl kullanacakları konusunda halka eğitim verdiler. Kısaca halk Enerji Devrimi’nin gerçek mimarı oldu. Bugün de Küba bu başarısını sosyal sorumluluk gereği sağlık konusunda olduğu gibi çevresindeki ülkelere de yaymaya çalışıyor.
Sonuç olarak Enerji Devrimi, Küba’nın enerji problemini çözerken, Küba’ya 400 milyon dolar katkı sağlamış ve karbondioksit salınımını 1.2 milyon ton düşürmüş oldu. Tabi ki de bu sosyalizmin başarısıydı.
Kısaca bugün görüldüğü gibi alternatif enerji yatırımlarını arttırarak ve enerji tasarrufu politikası izleyip gereksiz enerji israfının önüne geçerek bile kat edilebilecek çok mesafe var. Bu duruma sadece bir örnek bile verecek olursak, planlı bir toplu taşıma, raylı sistemlerin geliştirilmesi bile petrol kullanımını çok düşürecektir. Tabi ki bu durum otomotiv tekellerinin işine gelmeyecektir. Bu alanda daha çok örnek verilebilir. Ancak konunun özünün anlaşıldığını düşünüyoruz. İnsanı merkezine alan sosyalizmde, tüm sorunların bir düğümü çözmekle ard arda çözüleceği görülecektir. Tıpkı az önce verdiğimiz örnek gibi, toplu taşımayı yaygınlaştırmak hem trafik sorununu, hem çevre sorununu çözecek, bununla beraber insanı bunaltan, sağlığını bozan nedenlerden birkaçı ortadan kalkacak, insan daha huzurlu bir ortamda mutlu bir şekilde yaşayacaktır.
Tüm bu sorunları da, üretenin yöneten olduğu bir düzen kurarak çözeceğiz. Bu nedenle çevre sorunu demokratik devrim programının içerisinde diğer sorunlarla birlikte ele alınacak bir sorun olarak devrimci-demokrat güçlerin üzerinde kafa yormasını gerekli kılıyor. Bugün ülkemizde yaşanan ve önümüzdeki dönemde artarak yaşanacak olan çevre kıyımına tepkiyi örgütleyecek ön hazırlıkları, devrimciler olarak tamamlamak durumundayız.
Sosyalizm insanlığın baharı olarak devrimin şafağından bizlere gülümsemektedir. Dünyayı bir cennete çevirecek temel güç, göklerde değil, avcumuzun içindeki derinlikte, gözlerimizin ufkundaki kararlılıkta ve alın terimizle yaratacağımız selin yıkıcılığında, toprağın tohuma durma bereketinde, demirin işleyen ışıltısındadır… Demiri kendi lehimize bükecek güce fazlasıyla sahibiz.
Sayı 33
(Haziran – Ağustos 2011)