Emperyalizmin, dolayısıyla tekellerin doğrudan sonucu siyasal gericiliktir; bunun yeni sömürge ülkelerdeki ifadesi faşizmdir. En genel anlamıyla söylersek faşizm, sermayenin en tavizsiz duruşunun rejimsel ifadesidir; tekellerin tam ve kesin iradesidir; iktidarını başka kesimlerle paylaşmada tahammülsüzlüktür.
Yeni sömürge ülkelerde faşizm, emperyalizmin kahyalaşmış kuvvetlerinin toplumu zaptu rapt altına alma biçimidir. Yeni sömürgecilik anlaşılmadan, sömürge tipi faşizm de anlaşılamaz. Bugün Suriye’de, Libya’da, Irak’ta yaşananlar, yeni sömürgecilik ufkunun vardığı son noktayı işaret ediyor. Yeni sömürgecilik eğer kıtaların derinlemesine sömürüsü, engelsiz-sınırsız bir yağma ve talan ise; bugün artık, sistem dışında kalan tek bir noktaya dahi tahammülsüzlük ise, bunun rejimsel karşılığı, faşizmdir; somutlanmış biçimi Cizre’dir, Lice’dir; Suruç veya Ankara’dır; fiili OHAL’dir; Can Dündar’ın tutsaklığı veya Tahir Elçi’nin katlidir.
Dünyada emperyalizmin en ücra köşelere dek uzanması ile Türkiye’de faşizmin yaşamın kılcallarına dek nüfuz etmesi paralel yürüyen bir olgudur. Ortadoğu’da uluslararası hukukun bilinen tüm sınırlarını zorlayan duruş ile Türkiye’de kuvvetler ayrılığının biçimsel varlığına bile tahammül etmeyen duruş aynı sınıfsal kökene sahiptir; tekellerin genel ve yerel duruşundaki örtüşmedir. Bu bağlamda, Türkiye’deki OHAL ile Fransa’daki OHAL’in zamandaşlığı, çıkarılan güvenlik yasalarının benzerliği bir tesadüf değildir.
Ya barbarlık ya sosyalizm sloganını doğrulayan bir süreçten geçiyoruz
Küresel boyuttaki çelişmelerin, rekabet ve gerilimin bir dünya savaşını anımsatan boyutlarda yoğunlaştığı günümüz koşullarında, parça-bütün ilişkisini doğru kurmak, kavganın diyalektiği açısından tayin edici önemdedir.
Mesele kavramlaştırma değil ama dünya ölçeğinde emperyalizmin, ülke koşullarında faşizmin güncel nitelikleri ve tehdidin boyutu doğru tanımlanamadığında; kimlerle, kime karşı nasıl mücadele verileceği bağlamında sıkıntılar yaşanır.
Bu bağlamda AKP’nin kendisini bir rejim olarak görüp, onun mezhepçi bir faşizm inşa ettiğini söylemek, faşizmin bir devlet biçimi olduğu ve egemen sınıfların ihtiyacına bağlı olarak şekillendiği gerçekliğini/algısını bulandırır.
Faşizm, devrime karşı kapitalizmin bağışıklık sistemini güçlendiren bir karşıdevrimdir. Bunun sermaye güçleri açısından gerekleri, ülkeye ve koşullara göre değişir. Ancak özü değişmez; faşizm, tekellerin şiddetidir; rejimin niteliğinde havuca oranla sopanın ağırlık kazanmasıdır. Kaldı ki algı operasyonları da bunun bir parçasıdır. Faşizm bir yanıyla da halkla ilişkiler etkinliğidir. Sermaye düzeninin devamı için ideolojik ve kültürel tuğlalar da döşenir. Dolayısıyla, faşizmin kitle tabanı oluşumunda ve ideolojik-politik tutkalında din, milliyetçilik, hamaset vb. olgular da işlevlendirilir. Sanıldığının aksine, yoksulluk her zaman sistemin alternatifini veya sistem dışı örgütlülükleri beslemez. Doğru yönlendirilemediğinde yoğun baskı koşulları ve çaresizlik, değersizliği, lümpenleşmeyi ve faşizmin kitle tabanını besler.
Faşizm, kitle tabanı ve antifaşist mücadele
Sıkça gözlediğimiz bir durumdur; faşizm değerlendirmeleri/tartışmaları yapılırken, AKP’nin Almanya ve İtalya’da olduğu gibi sivil milislerinin, sokak gücünün olmadığı söyleniyor veya faşizm tanımı için, söz konusu ülkelerde yaşanmış pratikle şekli benzerlikler aranıyor. Gerçekte bu tür zorlama kıyaslar, yanılma olasılığını artırır. Metropol ülkelerden farklı olarak Türkiye’de faşizm bir devlet biçimidir; yeni sömürgeciliğin koşulladığı sınıf ilişkileri gereği de dönemsel veya seçimle değişen bir olgu değildir, süreklidir.
Türkiye’de 70 yıldır varlığı bilinen faşizmin yukarıdan aşağıya devlet kurumlarını ele geçirerek, kurumsallaşarak (kurumsal faşizm) yerleşmesi, bir sivil taban oluşumunu geciktirdi. Ancak süreç içerisinde özellikle de AKP döneminde faşizmin kitle tabanı oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bunun için mutlaka adı, üniforması, ritüelleri vb. olan bir örgütlenme şart değildir. Türkiye’de faşizmin, aynı disipline, organik bağlara sahip olmasa da eş zamanlı olarak tetiklenebilecek, yönlendirilebilecek sanıldığında da büyük bir tabanı var. Gezi sürecinde polisin dibinde bitiveren sopalı gruplar nasıl bir tesadüf değilse, Gezi sonrasında 1 Mayıs dahil hemen her gösteride hızla çoğalan karşıt gruplarla karşılaşılması, linçlerin veya Nuh Köklü, Bahadır Grammeşin gibi ölümlerin olması da bir tesadüf değildir; paramiliter güçlerin döneme özgü biçimini de gücünü de gösteriyor.
Bugün, artık devletin sadece kurumlarından veya kadrolarından değil, hangi noktasından numune alınırsa alınsın, faşizme rastlanıyor. Mesele bir entelektüel tartışma ve rejimin niteliğine dair bir ayrıntı değil; devlet biçiminin sınıfsal tahlilidir. Faşizm doğru tanımlanamadığında faşizme karşı mücadele aksar, eksik kalınır veya yanlışa düşülür.
Faşizmin kurumlaşmasını tamamlamış ve süreklilik arz eden bir nitelik kazanmış olduğu gerçekliği, antifaşist mücadeleyi öncelikli kılarken, faşizmin bir hükümet değil devlet biçimi olması, faşizme karşı mücadeleyi bir devrim sorunu haline getirir.
Tam da bu nedenle, faşizmin var olması ile giderek yükseliyor/geliyor olması aynı şey değildir; mücadeledeki gereklilikleri de farklıdır. Bu bağlam içinde, dinci/mezhepçi/cihatçı faşizm tanımlamaları, böyle bir rejimi ihtiyaç haline getiren tekellerin niteliği (dolayısıyla da ihtiyaçları) bağlamında sorunludur. Örneğin anayasada din derslerinin zorunlu olmasında ısrarcı olmak ile anayasayı bir şeriat metnine çevirmek aynı şey değildir. Türkiye’de tekeller dini istismar etmekte, hatta sünniliğin en gerici yorumu dahilinde hayata ve insanların yaşamına müdahale etmektedir. Ancak bu, biat ve kanaatkarlık gibi eğilimleri beslemek veya eğitim açısından söylersek ucuz işgücü potansiyelini büyütmek bağlamında kullanılmakta, nihai hedefine şeriatı koyan bir duruşla örtüşmemektedir. Cihatçılık ise, başlı başına farklı bir tartışmadır; özellikle Ortadoğu’da kimi ülkelerde rastladığımız bir akımdır. AKP’nin en dar tabanı için bile bunu kullanmak pek uygun düşmemektedir; bu nedenle, tekellerin rejim tercihini bu kavramla açıklamak olgunun sınıfsal niteliğine uygun düşmemektedir.
Faşizm, tekellerin ihtiyacıdır ve yalnızca şiddet değildir
Günümüzde faşizmin belki de en önemli özelliği, şiddetle yetinmek yerine, rızayı koşullayıp yaygınlaştıran bir retoriği öne çıkarmaktır; şiddete halkla ilişkiler etkinliğinin eşlik etmesidir. İhtiyaca bağlı olarak biri diğerine göre öne çıksa da genellikle, baskılayarak sindirme ile rıza oluşturma bir arada yürütülür. Bu da faşizmin sivri uçlarının toplumun dinamik kesimlerine yöneltilmesini beraberinde getirir.
Gerçekte sistem için en iyi kontrol otokontroldür. Mutsuzluk ve memnuniyetsizlik sistem açısından her zaman tehlike oluşturmaz. Önemli olan bunun örgütlü bir tepkiye, karşı duruşa dönüşebilmesidir. Aksi takdirde mutsuzluk, içe kapanmayla birleşerek kişinin direnme gücünü ve ufkunu etkisizleştirir.
Faşizm, fanatik bir kliğin işi değil, doğrudan sermaye güçlerinin (tekellerin) ihtiyacıdır; sınıfsal konumlarının gereği olarak, halka sus payı vermeyi değil halkı susturmayı tercih ettiklerinden, her dönem, rejimin niteliğinde baskı ve zor öğeleri öne çıkmaktadır. Bu nedenle Türkiye gibi ülkelerde faşizmi bir partinin veya hükümetin işi/tercihi olarak görmek yanlıştır. Böyle bir yaklaşım, cunta gibi olağanüstü dönemler dışındaki süreçlere demokratik nitelikler atfetmeyi beraberinde getirir. Halbuki ülkemizde iktidar hiçbir zaman parlamentoda olmamış, kurumsallaşan faşizm, hükümetlere göre değişmemiş, aksine sürekli olarak bir yaygınlaşma ve kökleşme yaşanmıştır.
Bizimki gibi ülkelerde faşizm, kimilerinin sandığının aksine emperyalizme karşı bir direncin değil, bir devamlılığın ve tamamlayıcılığın ifadesidir. Bölgede emperyalizmin hukuksuz ve tavizsiz saldırganlığı ile Türkiye’de faşizmin güncellenerek tahkim edilmesi arasında doğrudan bir ilişki vardır.
Türkiye’de faşizm, 70 yıldır yapısal bir olgudur. Bu da emperyalizm ile işbirlikçi tekeller ilişkisinden bağımsız değildir. Ancak bugün bu ilişkinin ve kurumlaşmanın döneme özgü yeni biçimler aldığını söyleyebiliriz. Örneğin anayasa ve başkanlık tartışmaları da bundan bağımsız değildir.
Bugün çeşitli biçimlerde gözlenen tekellerin tavizsiz tahakkümü, sınıflar mücadelesinin keskinleşmesini beraberinde getiriyor. Bu ihtiyaca bağlı olarak anayasanın güncellenmesi, sanıldığının aksine rejimin faşist niteliğini değiştirmeyecek, aksine daha da derinleştirecektir. Bu, tekellerin ihtiyacıdır; iktisadi boyuttaki ifadesi, “istihdam piyasalarının daha da esnekleştirilmesi” yani sermayenin orman kanunlarının uygulanması, siyasal karşılığı ise, tek elde toplanmış iradedir. Dolayısıyla başkanlık da anayasa değişikliği de sermayenin ihtiyacıdır.
Duvar yazılarındaki ve ceset izlerindeki faşizm
Bir süredir Türkiye Kürdistanı, deyim yerindeyse faşizm için bir laboratuar işlevi görüyor. Halkın sindirilmesi, örgütsel gücün dağıtılması, dayanışma ve direnme eğilimlerinin bastırılması için, hiçbir kural tanımaksızın her yol deneniyor. Tank dahil devletin tüm imkanlarıyla, Cizre, Silopi, Sur gibi ilçeler sokak sokak, ev ev taranıyor.
Gerçekte Kürt coğrafyasında neler olduğunu anlamak için orada olmak gerekmiyor. Van Erciş’te öldürülen PKK’lilerin cesetlerinin nasıl o hale geldiğini, Mardin Nusaybin’de 5 çocuk annesi kadının evinin önünde nasıl öldürüldüğünü, çocuklarının neden vurulduğunu bilmek için de orada olmak şart değil.
Bunun için, faşizmin sınıfsal niteliğini bilmek veya duvarlara yazılanlara bakmak yeterlidir: “Türk’sen öğün, değilsen itaat et”, “Biz geldik kızlar nerede”, “Ensarullah (Allah’ın askerleri) burada,” deniyor. Ve devamında Davutoğlu’nun açıklaması, duvara yansıyan faşizmi tamamlıyor: “Bütün o ilçeler ev ev temizlenecek.”
Hükümet sözcülerinin, “halk illallah etmiş” dediği şey, gerçekte halkın illallah ettirilmesidir. “İnsan yaşadığı yere benzer” diyor ya şair; Cizre’de yaşayanlar, insan olmanın, öz savunmanın ve dayanışmanın nitelikleriyle donanıyor. Saray’da yaşayanlar ise, “terörü bıraksınlar, teslim olsunlar, onlar da ölmesin,” diyor ve “temizlik”ten söz ediyor.
Bu şekilde hem gözdağı verilmekte hem de ölüme, yokluğa, OHAL’e alışmamız istenmektedir. Faşizm bir yanıyla da alıştırma ve kanıksatmadır; ancak biz ne halklara uygulanan zulme ne de zulmedicinin varlığına alışmayacağız, kanıksamayacağız. Faşizme karşı ezilenlerin cephesini büyütecek ve zorbalara anladığı dilden yanıt vereceğiz.
Devrimci Hareket, Sayı:49