Türkiye solunun, temel teorik tezlere dair üretimleri büyük oranda 12 Eylül öncesi süreçte gerçekleşmiştir. Ancak 12 Mart sonrasında yaşanan hızlı toparlanma ve ideolojik politik güncellenmenin aksine, 12 Eylül yenilgisi yeniden üretilerek bugüne dek taşındı. Bu nedenle bugün bırakalım ideolojik güncellenmeyi, 12 Eylül öncesinin üretimlerinin küllenmeye başladığını ve solda en temel konularda dahi bir kafa karışıklığının yaşandığını görüyoruz.
1980 öncesinde politik pratiğe öncülük eden devrimcilerin ideolojik belirlenimi, aydınlar üzerinde de hissediliyordu. Böyle bir ortamda liberalizmin, sulandırıcı müdahalelerin Marksist zeminde bırakalım yer bulmasını etkili olma şansı bile yoktu.
Bugün ise gelinen aşamada, adına sol liberalizm, postmarksizm ne dersek diyelim, algıyı sağa doğru büken, sınıf bilincini bulandıran dolayısıyla da Marksist birikimi zayıf düşüren bir rüzgar söz konusu. Bunun panzehiri, elbette klasiklerin, Ortodoks/dogmatik savunusu değildir. Ancak yenilginin kalıcılaşıp bir iklime dönüştüğü konjonktürlerde, Marksizmden sapmaların yaygınlaşması, sınıf algısının yerini kimlik algısına/siyasetine bırakması, tarihsel bir tarama yaptığımızda rahatlıkla görebileceğimiz bir meseledir. Bu, 1905 devrimi sonrası gericilik yılları için de, 1980 sonrası Türkiye için de geçerlidir.
12 Eylül yenilgisi gerçekte tutsaklıklarla veya ölümlerle değil, ideolojik çözülmeyle geldi. Ve panzehiri üretilemediği oranda kalıcılaştı. Hatta kurumsallaştığı ve kafalarda taşındığı için giderek yaygınlaşıp yeniden üretilen bir olgu haline geldi. Tabii ki bunda, eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin çözülmesiyle beraber başlayan sol özgüven yitiminin ve hatta itibarsızlaştırmanın da rolü vardır.
Bugünün koşullarında Marksist eksenli ideolojik yenilenme, dünya ölçeğinde enternasyonal bir çabayı da gerektiriyor. Ancak bu, ülke özgülünde yapılacak çalışmaların önünde bir engel değildir. Bu konuda en önemli ölçeklerden biri de, teorik yenilenmenin politik pratikten kopuk entelektüel bir alan olarak görülmemesi; tersine pratiğin sorularını yanıtlayan bir duruşun öncelenmesidir.
Bunun için dünya ve ülke değerlendirmesi, yeni sömürgecilik vb. tahliller kapsamında başat rol oynayan konulardan devlet biçimine, ülkedeki sınıf ilişki ve çelişmelerine kadar geniş kapsamlı bir değerlendirmeler dizisi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Mahir’den Devrimci Yol’a, Devrimci Yol’dan bugüne devamlılığı sekteye uğratmayacak bir yenilenmeye/güncellenmeye ihtiyaç vardır.
Bizler, kolektif akıl-deneyim ve çaba gerektiren böylesi bir üretim için, Haziran dahil, atılacak her adımı önemsiyoruz. Bu bağlamda ÖDP’li dostlarımızın hazırlamış olduğu “Kongre Tartışma Metni”ni, bir muarızın açık arayan tarzıyla değil, daha bütünlüklü ve daha ileri sonuçlar için dostane çaba bağlamında inceledik. Vardığımız sonuçları, elinizdeki çalışmada, bir soru-cevap veya bir polemik tarzından çok, kapsayıcı kimi öneri ve değerlendirmeler eşliğinde aktarmaya özen gösterdik.
I-DÜNYA’DA VE ORTADOĞU’DA EMPERYALİZM
“21. Yüzyılın Soğuk Savaşı olarak da ifade edilebilecek bu hegemonya mücadelesi bugün Suriye’de pek çok boyutuyla yaşanıyor” (Tartışma Taslağı Metni’nden)
Alışılmışın dışında araç ve yöntemlerle bir dünya savaşının yaşandığı ve sadece Ortadoğu’nun değil bir bütün halinde dünya pazarlarının yeniden paylaşıldığı mevcut duruma, ‘soğuk savaş’ tanımı hem hafif kalıyor hem de sürecin sıcaklığını ıskalıyor.
Soğuk savaş, silahların depoda işlev gördüğü, emperyalist güçlerin savaşsız geçirdiği en uzun dönemdir. Bu dönem için Mahir, entegrasyondan söz etmişti. Evet, entegrasyona gidildi. Ve 70 yıldır, emperyalist aktörler, savaşmak yerine krizi başka biçimlerde öteledi/erteledi. Ancak gelinen aşamada kriz, ertelenemeyecek boyutlar almış durumda.
Bir taraftan yeni bloklaşmalar, saflaşmalar ve entegrasyon olurken, diğer taraftan sıcak savaş yaşanıyor. Bölgenin/dünyanın bunca ısındığı, Akdeniz’in 50’yi aşkın savaş gemisiyle savaş denizine, Türkiye’nin bir savaş üssüne dönüştüğü bu koşullarda “soğuk savaş”, yeni süreci/gelişmeleri anlatmakta yetersiz kalıyor. Bu bağlamda, Dünya’da ve Ortadoğu’da emperyalizme dair bütünlüklü bir değerlendirme yapabilmek, olup biteni anlamak açısından öncelikli bir önem taşıyor.
Emperyalizmin Lenin tarafından tanımlanan temel nitelikleri, günümüzde daha da gelişip derinleşmiş olarak varlığını koruyor. Ancak yine “kriz var, emperyalizm var, emperyalizm zaten krizli süreç demektir. Emperyalizm rekabet ve savaş demektir. Lenin ‘emperyalizm döneminde savaş kaçınılmazdır’ demişti. Bugün de emperyalizm savaş üretiyor” demek, olup biteni anlamak için yeterli olmuyor. Bu nedenle, süreçte yaşanan evrimi/değişimi dikkate alarak, dünden bugüne taşınan tanım ve değerlendirmelerde bir güncelleme yapmak gerekiyor.
Bugün, emperyalistler arası rekabet ve mücadele çok yönlü, çok bileşenli ve çok enstrümanlı biçimde sürüyor. Bunun için, canlı bombalar da, Arabistan’da olduğu gibi idamlar da, bloklaşmalar ve ticari anlaşmalar da birer enstrüman olarak kullanılıyor.
Eğer paylaşımdan söz edeceksek, önemli olan bunun biçimi değil içeriği ve sınıf karakteri ise, bu paylaşımın yıllardır var olduğunu söyleyebiliriz. Bunun silahla olup olmaması ikincildir. Örneğin Yugoslavya’da yaşanan bir paylaşımdı. Benzer şekilde Afganistan ve Irak işgalleri veya “Arap Baharı” da birer paylaşım hamlesidir.
Mesele, bölgenin yalnızca coğrafi olarak paylaşılmasından ibaret değil. Sınıf ilişki ve çelişmeleri de yeniden biçimlendiriliyor. Toplumsal dinamikler, kutuplaşma ve gerilimlerle yönetiliyor, yönlendiriliyor. Global düzeyde uygulanan yöntemler, yerele de daha mikro düzeylere de taşınıyor. Kutuplaştırma, kriminalize edip itibarsızlaştırma ve giderek etkisizleştirme gibi hemen her yöntem, artık yerel iktidarların halkla ilişkilerinde de bir araç olarak kullanılıyor. Özellikle de kutuplaştırma ve mücadele dinamiklerini parçalama yöntemi en yaygın olanıdır. Dönemsel olarak yaygınlaşan kimlik siyaseti, buna zemin oluşturmaktadır. Bu da birleşik mücadele fikrini ve zeminini zayıf düşürüyor.
Bugün gerçekte sınıf ayrışmasına dayanan çelişmeleri Türk-Kürt, Alevi-Sünni, kadın-erkek diye tanımlayan zeminde giderek bir yaygınlaşma söz konusu. Ancak bu duruş, sanıldığının aksine yeni değildir. Mesela Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, 1985’te yazdıkları “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” adlı kitapta “Radikal Demokrasi”den söz eder. Bugün yoğun biçimde bu tanımla karşılaşıyoruz. Gerçekte bu nedir? Hakikaten Marksizme bir alternatif midir? İddia edildiği gibi Marksizm kimlik sorunlarına değinmemiş midir, bu konuya kör ve sağır mıdır? Sanıldığının aksine Marksizmde Yahudi Sorunu, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, Kadın Sorunu, Köylü Sorunu, Din Sorunu işlendiği halde, Marksizm’e yönelik bir yok sayma söz konusudur.
Böyle bir süreçte toplumun aklı ve yol göstericisi olması gereken solda, geçmişte hemen hiçbir yapının itibar etmediği fikirler, ideolojik referanslarına bakılmaksızın yaygın biçimde savunuluyor. Yani bugün artık, sınıfsal ölçeklerin daha net tanımlandığı dönemlere oranla işimiz çok daha zor.
Dünya ölçeğinde tekellerin sayısı da hakimiyeti de artmıştır
Geçmişte emperyalizm, genellikle küresel boyuttaki ticarette az sayıda ülke ve tekelin hakimiyetiyle açıklanıyordu. Sermayenin egemenliği/işgali en ücra köşelere uzanmış değildi. Ancak günümüzde artık emperyalizmin tahakkümü altında olmayan ve yerel işbirlikçileriyle beraber tekellerin kontrol edemediği (Küba gibi istisnalar dışında) hemen hiçbir toprak parçası kalmadı.
Bu arada dünya ölçeğinde tekeller sayıca ve nitelik olarak büyüdükçe, yeni güç dengelerine bağlı olarak, ABD’nin de dev tekellerin de dünya ticaretindeki yeri daralmaktadır. Örneğin sürecin ilk etabında bir tekel, dünya ticaretinin yüzde 3-4’ünü kontrol ederken bugün bu oran en büyükleri için bile binde 2-3’e kadar düşmüş durumda. Yeni koşulların ve öznelerin ihtiyacına göre bir arayış, bir saflaşma ve kapışma söz konusu. Sonradan ortaya çıkıp dünya devi haline gelen tekeller var. Örneğin sürece sonradan katılan Samsung, dünya devi Apple ile yarışır noktaya geldi. Hyundai, otomobil sektöründe beşinci sıraya yükseldi. Devlet imkanlarıyla büyütülen Ülker, bugün Nestle’yle yarışır durumda. Bu şekilde küresel boyutta etkili olan tekellerin sayısı hızla arttı ve dünyada rekabet halinde binlerce tekel oluştu. Bu durum, çelişmeleri, çatışma boyutuna getirecek denli keskinleştirdi. Bu çerçevede ticari bloklaşmalar da, şirket evlilikleri biçimindeki entegrasyonlar da, kutuplaşma ve kapışmalar da yaşanıyor. Aradaki ticari barajlar yeniden tanımlanıyor, yeni standartlar oluşturuluyor. Rekabet ve mücadele çok yönlü, çok bileşenli ve çok enstrümanlı biçimde sürdürülüyor.
Sistemin hemen her açıdan küreselleşmesi, etkiyi de küreselleştiriyor. Bir bölgedeki bir gelişme, tüm sisteme yansıyor. Ekonomi siyaseti belirlese de kimi siyasi hamleler, ekonomiyi tayin edici boyutta etkiliyor; ekonomik dizilimi bozuyor. Mesela Ukrayna savaşıyla, çok önemli bir aşamaya gelmiş olan Almanya-Rusya ilişkileri bozuldu. Nükleer meselesinin aşılması ve İran üzerindeki ambargonun kaldırılması, İran’ı AB ve ABD ile yakınlaştırma noktasına getirmişken, Rusya’nın Ortadoğu hamlesi süreci ters çevirdi. Arabistan’ın Şii şeyhi idamı da, Rusya ile kimi ilişkilerin bozulmasını sağlayacak bir hamle, bir tehdit niteliği taşıyor. AB’yi tercihe zorluyor, Rusya’dan iyice uzaklaştırıp koalisyona yaklaştırıyor.
Mevcut saflaşma ve kamplaşma içerisinde İran’ı özel kılan nedenlerden biri de Basra Körfezi’ndeki kaynaklar, dengeler ve güç ilişkileridir. İran’ın karşı kıyısı durumundaki Arabistan toprakları, büyük oranda Şiilerin yaşadığı ve enerji kaynaklarının da rafinerilerin de bulunduğu alandır. Aynı zamanda Körfez’deki Bahreyn’in nüfusunun %70’ini, Kuveyt’in %30’unu Şiiler oluşturuyor. Böyle bir bölgede, dünyadaki petrol ticaretinin yüzde 40’ının taşındığı bir körfezde etkili olan İran’ın, Rusya eksenli bloka dahil olmaması için ABD, Şii-Sünni savaşı çıkarmak dahil her şeyi göze alacak durumdadır. Arabistan’ın gerçekleştirdiği idam sonrasında bölgede oluşan gerilim, ABD’nin Rusya eksenli bloka yönelik bir çeşit gözdağı/tehdidi olarak okunabilir. Yani bölgede deyim yerindeyse satranç oynanıyor. Lenin’in emperyalist savaşın kaçınılmaz olduğunu söylerken öz itibariyle kast ettiği şey budur.
Mahir’in tespitleri 1945-1965 arasındaki sürecin üzerine oturuyor
Mahir, 2. Dünya Savaşı sonrasında 1965’lere kadar uzanan, üretici güçlerin geliştiği ve belli bir refahın söz konusu olduğu, dünya tarihinin en uzun süreli çatışmasızlık halinin yaşandığı, özellikle sosyalist bir sistemin varlığı sebebiyle emperyalistler arasındaki entegrasyonun (rekabet etmek yerine bütünleşmenin) tercih edildiği, “sosyal devlet” uygulamasının geliştiği koşulları değerlendirerek döneme özgü önermeler geliştirir.
“Kapitalist ekonominin gelişme ritmi, kapitalist pazarın durumu ile belirlenmiştir. Nükleer vurucu güçlerin dünya çapında erişmiş olduğu seviye ve de esas tayin edici olarak da, dev dünya sosyalist blokunun varlığı, emperyalistlerarası had safhaya ulaşmış olan uzlaşmaz çelişkilerin ekonomik plandan, askeri plana sıçramasına engel olmaktadır.’’(M. Çayan)
- Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın önemli bir kısmının sosyalist alternatif yönünde sistemden kopması, 100 yıldır ilk kez kapitalizmin, tüm çelişmelere rağmen böyle bir çatışmasızlık sürecine girmesini beraberinde getirdi. Ancak soğuk savaş gereği silahlanma devam etti. Deyim yerindeyse silahlar depolarda işlev gördü.
Savaş sonrasında tekeller, belirli bir toparlanma yaşasa da, birikimi-gücü-yaygınlığı itibariyle bugünkü aşamada değildi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bugün artık hemen her ülkenin devasa tekelleri var. Örneğin Çin’in bakır tekelleri, Şili gibi dünya ölçeğinde etkili olan bakır tekellerini de geride bırakmış durumda. Bu şekilde hemen her bölgede, dünya ölçeğinde pazar paylaşımı içerisine giren birçok tekel grubu var. Sistemin artık bu boyutta ve bu sayıda tekele tahammülü yok. Çelişmeleri çatışma boyutuna getiren gerçek neden budur.
Çeşitlenen ve büyüyen rekabet zemini çelişmeleri sertleştirirken, entegrasyona farklı araç ve yöntemlerin eşlik etmesini berberinde getiriyor. Yani bugün bir dünya savaşı boyutunu alan gerilim ve çatışmalara rağmen entegrasyon da devam ediyor. Tekeller arasında, bir ürünün üretilmesinde tröst oluşturma tarzında çok kapsamlı bütünleşmelere gidiliyor. Bu durum sistemi çok bileşenli ve çok daha karmaşık bir yapı haline getirmiş durumda. BRICS ülkeleri kapsamında, 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan ve büyük oranda ABD tarafından domine edilen sürecin kurumlarına ve işleyişine karşı bir direnç ve alternatif oluşturma çabaları var. Bunun karşısında da ABD’nin öncülüğünde, BRICS’i kuşatma yönünde karşı hamleler geliştiriliyor. Bir süre önce imzalanan Trans Pasifik Ortaklığı Anlaşması, bu çerçevede bir adımdır; özellikle Çin’in Pasifik’teki etkisini kırmaya yöneliktir. Dünyanın yeniden paylaşımını öngören bir saflaşma ve bloklaşmanın ifadesidir.
Tekellerin kârı maksimize etme arayışları devam ediyor
Küresel boyutta etkili rol oynayan uluslararası tekelci kapitalist birlikleri, kriz koşullarında dünyaya yeni bir düzen vermek üzere saflaşma ve kapışma sürecine sokan nedenler içerisinde, kârı maksimize etme arayışları da bulunuyor. Bunun için istihdamın esnekleştirilmesi, ücretler dahil üretim maliyetlerinin düşürülmesi, emek zeminindeki kazanımların gaspı veya aşındırılması, örgütlülüklerin işlevsiz kılınması yönünde önemli hazırlıkların yapıldığı gözleniyor.
Giderek yaygınlaştırılan esnek üretim, üretim zeminini de direnç potansiyellerini de parçalarken, azami kâr açısından tekellerin arayışlarını da çeşitlendiriyor. Bunlardan biri de tekellerin üretimi ücretlerin düşük olduğu ülkelere kaydırmasıdır. Mesela Philips, yeni üretim planlamasında, Hollanda’da bulunan fabrikaların bazı bölümlerini Polonya’ya kaydırdı. Daha önce de İtalya ve Yunanistan’da bulunan fabrikalarını da kapatarak Polonya’ya taşımıştı. Philips’in Avrupa Birliği ülkeleri içinde sadece İspanya’da ve Belçika’da birer fabrikası kalmış durumda. Bir taraftan üretim, ücretlerin daha düşük olduğu ülkelere kaydırılırken diğer taraftan çifte vergilendirmeyi engelleme yasası dayatılıyor. Bu şekilde Philips, merkezinin Hollanda’da olmasına bağlı olarak, çifte vergilendirme olacağı gerekçesiyle Polonya’da ürettiği mallar için vergi ödemiyor.
Esnekliğin bir başka boyutu da, aynı tekele ait farklı ülkelerdeki fabrikaları ürünü daha ucuza üretmek üzere yarıştırmaktır. Örneğin Alo, Ace, Ariel, Oral-B, İpana, Blendaks, Orkid, Prima, Gillette vb. ürünlerden bildiğimiz Procter&Gamble’ı ele alalım. Çeşitli ülkelerde bulunan fabrikalarını, herhangi bir ülkeye yapacağı bir ihracat malı için rekabete sokmakta ve o ürünü, en ucuza üretecek fabrikaya ısmarlamaktadır. Kendi fabrikalarını adeta bağımsız bir işletme gibi görerek birbiriyle yarıştırmakta ve bunun sonuncunda örneğin Türkiye’de pazarlayacağı ürünü İtalya’da üretmeyi tercih edebilmektedir.
Bugün artık özellikle metropol/emperyalist ülkelerde, sözde bağımsızmış gibi duran devletler, belirli sayıda tekelin doğrudan belirlenimi altındadır. Örneğin ABD yönetimi bugüne kadar hep petrol, silah ve otomotiv tekellerinin, bu üçlü grubun hegemonyası altındaydı. Benzer bir durum Almanya için de geçerli; ülke yönetiminde otomotiv, elektroteknik, makine ve kimya sanayisinin insiyatifi söz konusu. Yönetimler, az sayıda tekelin elinde basit bir araç haline gelmiş durumda. Bu ülkelerde seçimler, tamamen sembolik bir araca dönüşmüştür.
Sistemin krizi, savaş eşliğinde derinleşiyor
Bugün dünya ölçeğinde bir paylaşım savaşı yaşanırken, aynı süreçte sistemin adım adım yeni bir krize doğru sürüklendiği görülüyor. 2008 krizinin beklenene oranla “ucuz” atlatılmasının, daha yıkıcı sonuçlar doğurmamasının nedeni, hemen her ülkenin ekonomisi daralırken kriz koşullarında dahi %13-14 büyüyen Çin’di. Bu devasa ekonomi, dünyadaki hammadde fiyatlarının çöküşünü engelledi. Çünkü her tesis, yatırımlarını uzun vadeli bir perspektife göre yapar. Dünya genelinde global düzeyde bir canlanma bekleniyorsa hammaddeye, ara maddeye ve enerjiye olan ihtiyaç artar. Dolayısıyla da bunların piyasadaki fiyatları yükselir. Ama eğer ekonomi gerileme, çökme dönemindeyse o sektördeki şirketlerin çoğu batar. İşte 2008’deki kriz, bu türden çöküşlere yol açmadı. Çünkü hızla büyüyüp dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelen Çin’in devasa ihtiyaçları vardı. Bu ihtiyaçlar çerçevesinde dünya ölçeğindeki demir, bakır, alüminyum gibi hammaddeleri, enerjiyi vb. adeta yutarken, krizin sebep olabileceği boyutta bir çöküşün oluşmasını önledi. Çin’le işbirliği içindeki BRICS ülkeleri, krizden daha az etkilenen ülkeler oldu. Ancak bu kez haber vererek gelmekte olan kriz, daha sarsıcı sonuçlar doğuracak gibi görünüyor.
Bugün Çin ekonomisinde büyümenin %4’lere kadar düşmesi, petrol fiyatlarını önemli oranda etkilemiş durumda. Metalürjideki (metal bilimi) etkisi bugünden görülmeye başlandı. Kârlılık düştüğü için, büyük sermaye yapısına sahip olmayanlar batıyor.
Bu krizli sürece Türkiye’den baktığımızda son dönemde onlarca büyük şirketin el değiştirdiğini görürüz. Örneğin Digitürk, A-bank, Finansbank Katar’lılara, Baymak ve Koton Hollanda’lılara, Yapı Kredi Sigorta Alman Allianz’a satıldı. Kimileri şirketi bütünüyle elden çıkarırken, kimileri de başka firmalarla evlilik yapıp bunların pazarından veya sermaye imkanlarından yaralanarak süreci karşılama yoluna gidiyor. Bugün gözlediklerimiz krizin ilk belirtileridir, giderek daha büyük işletmeleri de etkilemesi beklenmelidir.
Bu defa kriz, lokal değil global düzeyde bütün dünya özgülünde başlıyor. Çin, 2008’deki krizi, yukarıda da değindiğimiz gibi devasa alt yapı yatırımlarına girişerek, çok yüksek hızlı trenler, inşaat blokları vb. yaparak karşıladı. Bu şekilde ekonomi canlı tutulmaya çalışıldı. Bundan uzun vadede Çin ekonomisi de dünya da kazançlı çıktı. Ancak bugün Çin ekonomisi gerileme sürecine girmiş durumda. Bunun nedeni, Çin’deki büyümeye denk bir pazar büyümesinin olmamasıdır. Ancak kendi iç pazarı sayesinde yüzde 3-4’lük bir büyüme gerçekleşebiliyor. Kaldı ki bu konuda da bir sınırlılık söz konusu. Çünkü iç pazarın genişliği, emekçilerin üretimden almış olduğu paya bağlıdır. Çin ise sömürü oranının en yüksek olduğu ülkelerden biridir. Alınan çok düşük ücretlerle iç pazarın büyümesi, ekonominin canlı tutulması mümkün değil. Yaşam standartları yükseltilen orta sınıf kategorisinde 100 milyona yakın bir nüfus söz konusu, ancak bu da Çin’in pazar ihtiyacını karşılamaya yetmez.
Önümüzdeki kriz yavaş yavaş geliyor; 2008’deki krizden deneyimli olan ülkeler buna uygun önlemler alıyor. Yani krizin derinleşmesini, uygulanacak para politikalarıyla geciktirme, sürece yayma vb. yaklaşımlar söz konusu. Amerika’daki faiz artırma pazarlığı, süreçte hangi araçların kullanılabileceğinin işaretidir. Ancak şu bir gerçek ki bugün piyasada, dünyadaki bütün üretimin en az 10 katını satın alabilecek düzeyde bir finansal birikim oluşmuş durumda. Gerçekte bu kadar para yok ama bu boyutta kağıt üzerinde bir işlem söz konusu. ABD daha önce piyasayı dolara boğarak krizi atlatma yoluna gitti ancak bu kez kriz, o araçların da kullanılamayacağı kadar kapsamlı biçimde geliyor.
Kısacası bugün savaş da bloklaşmalar da krizle ilişkili; işte tam da bu noktada bölgesel işbirlikleri yani pazarlarını kendi aralarındaki öncelikli ticarete açan, onun dışında kalanlara ise önemli engeller/setler getiren ticaret blokları, ekonomik bloklar oluşuyor. Bir anlamda ayrıcalıklı ticari ilişkiler üzerinden bir koruma ağı örülüyor. Dolayısıyla kaçınılmaz kabul edilen savaş, bu bloklar arası ilişkilerde yaşanıyor. Dünya savaşı, deneyimlerden de yararlanarak sürece özgü biçimde, farklı araç ve yöntemlerle sürdürülüyor.
Sisteme dair tanımlar, sınıfsallık ve özen gerektiriyor
Sisteme dair yaptığımız değerlendirmelerde genel geçer tanımlarla yetinmek yerine değişimi zamanında algılayan, ilişki ve çelişkileri görünür kılan özenli bir dile ve derinliğe ihtiyaç vardır. Örneğin 21. yüzyılı, yeni bir yüzyıl olduğu için değil, sistemin politikalarındaki değişime bağlı olarak değerlendirmek durumundayız.
Sosyalizmin, 21. yüzyılda bugün tekrar halkların nezdinde inandırıcı ve somut bir seçenek haline getirilmesi, mücadelenin kazanılması açısından, olmazsa olmaz önemde bir hedeftir. Bu çerçevedeki arayış, gerçekte uzun bir süredir sosyalistlerin dünya ölçeğinde öncelikli gündemleri arasındadır. Özellikle 1989 sonrasında eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde yaşananlarla beraber, söz konusu arayışın 20. yüzyıldaki teorik ve pratik birikime eleştirel bakması anlaşılır bir durumdur. Ancak bu, kimilerinin yaptığı gibi yok sayma, 21. yüzyılı 20. yüzyıldan koparıp nitelik farkı atfetme veya 21. yüzyıl sosyalizmine Chavez’i referans gösterme, “4. Bunalım Dönemi” tespitleri yapma gibi zorlama noktalara vardırılmamalıdır.
Dünya ölçeğinde çeşitlilik arz eden isyan hareketlerinin, önümüzdeki süreçte gerek öğreticilik/yaratıcılık gerekse fiziki katılım açısından rolü yadsınamaz ise de, bu konuda örneğin Haziran Direnişi ile “Arap Baharı”ndan alınmış bir kesiti aynılaştıran toptancı bir yaklaşımdan kaçınılmalıdır. Hatta Gezi Direnişi, metropol ülkelerde rastladığımız antikapitalist hareketlerle de aynı nitelikte değildir. Ancak farklılıklarına rağmen öğretici ortak sonuçlar süzülebilecek pratiklerdir. Böyle bir sürecin, devrimciler tarafından örgütlenen iradi yanları da kendiliğindenci yanları da olacaktır.
Üzerinden yaklaşık 5 yılın geçtiği ve fotoğrafın geriye dönüşlerle daha net okunabilir hale geldiği, hatta vaktinde “devrim oluyor” diyerek rüzgara güç katanların “yanıldığını”/“kandırıldığını” söylemeye başladığı bir süreçte, Arap Baharı’nı bırakalım halkların isyan hareketleri içinde saymayı, olumluluk atfederken bile iyi düşünülmeli, bağlamlar çok dikkatli kurulmalıdır.
Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin kendini yakması ile patlak veren ve giderek geniş bir coğrafyaya yayılan olaylar zinciri, iki boyutlu değerlendirilmelidir. Bu, bir yanıyla, gerici Arap rejimlerinin zulmüne karşı birikmiş halk öfkesinin sokağa taşmasıdır. Ancak diğer yanıyla böylesi bir sürece hazırlıklı olan, BOP bağlamlı planlamaları bulunan emperyalist aktörlerin, halkların diktatörlüklere karşı öfkesini, kendi çizdiği çerçevede bir değişim için basamak olarak kullandıklarını ve söz konusu öfkenin bir toplumsal dönüşüme sebep olmayacak şekilde yönlendirildiğini söyleyebiliriz. Özellikle Libya ve devamında gelen Suriye müdahalesi, çok daha dikkatli/özenli incelenmelidir. Bunun halk hareketi niteliği taşıdığını söylemek, halklara haksızlık olur.
Arap Baharı’na dair daha kapsamlı değerlendirme için bkz:
1- http://www.devrimcihareket.net/devrim-nedir-ne-degildir/
2- http://www.devrimcihareket.net/arap-baharinin-ekonomi-politigi-2/
ABD hegemonyasındaki süreç tıkanmıştır; ABD artık “rakipsiz” değildir
Taslağın 13. sayfasında “21. yüzyılın ilk çeyreği ABD’nin hegemonyasının ve kapitalizmin her alanda belirleyici olduğu bir dönem olarak şekillendi,” ifadelerinden hemen sonra 14. sayfada “ABD hegemonyasının sınırları daraldı. Çin ve Rusya ekonomik ve askeri bakımdan ABD karşısında sınırlayıcı bir blok olarak belirginleşti,” deniyor.
Birincisi 21. yüzyılın ilk çeyreği henüz şekillenmedi. Bugün devam etmekte olan dünya ölçeğindeki kapışma, söz konusu şekillenmenin nasıl olacağının kapışmasıdır. İkincisi, bugün artık ABD’nin hegemonyasında olan dünya düzeni, kurum ve işleyişiyle beraber miadını doldurmuş durumdadır. Hatta mesele dar anlamda yalnızca Çin ve Rusya da değildir. Artık yeni saflaşmalar, yeni bloklaşmalar vb. söz konusudur. Bu kapışmanın sonunda IMF ve Dünya Bankası’ndan DTÖ’ye, NATO’dan doların rezerv para olmasına kadar pek çok olgu, yeni düzenin enstrümanlarına yerini bırakacak veya en azından çok ciddi güncellemeler olacak gibi görünüyor. Bugün bile artık emperyalizm denince ABD’yle eşitlenmiş bir tanım yetersiz kalıyor. Kısa bir süre sonra “hangi emperyalizm, hangi blok?” gibi sorular ihtimal dahilinde olacaktır.
Taslağın 15. sayfasındaki bir başka tanımlama, 13. sayfadaki tanımlamayı adeta reddederken, bahsettiğimiz “birden çok blok” olasılığına yakın duruyor.
“ABD hegemonyasında gedikler açıldığı bu dönemde Çin ve Rusya’nın başını çektiği karşı bir blok şekilleniyor. Bu da tek kutuplu olarak ifade edilen dünya sisteminin iki kutuplu ve çok kutupluluğa doğru açılabileceği bir dönemin işaretlerini veriyor. Bu anlamda da ticari-askeri yönleriyle yeni bir mücadele ekseni şekilleniyor. 21. yüzyılın Soğuk Savaşı olarak da ifade edilebilecek bu hegemonya mücadelesi bugün Suriye’de pek çok boyutuyla yaşanıyor.”
Ancak buradaki doğru tanımlamaya, bu kez de “21. yüzyılın Soğuk Savaşı” gibi yanlış bir tanımlama eşlik ediyor. Taslağın çeşitli noktalarında görüldüğü gibi Suriye’de savaşın hala soğuk olduğunu söylemek, olup biteni anlamayı zorlaştırıyor.
Aynı bölümde, dünya ölçeğindeki saflaşma ve kapışma, Suriye bağlamında lokal tutularak değerlendiriliyor. Halbuki bugün artık, olup biteni küresel boyutta bir gerilim ve kapışma dahilinde okumak için çokça sebep vardır.
Bu bölümde söylendiği gibi evet “ABD’nin ekonomik ağırlığının azalmasını, hegemonyasının sona erdiği şeklinde değerlendirmek abartılı olur.” Ancak “ABD askeri gücüyle halen rakipsiz olmaya devam ediyor,” demek de bize biraz abartılı geldi. Suriye’deki gidişata baktığımızda ABD’nin artık pek de rakipsiz olduğunu söyleyemeyiz.
II-TÜRKİYE’DE FAŞİZMİN TAHLİLİ
Bugün Türkiye solunda, belki de en önemli konulardan biri de devlet biçimine dair yapılan değerlendirmelerdir. Meselenin kavramsallaştırmadan çok, sınıfsal içerik ve tehdidin boyutu bağlamında doğru değerlendirilmesi öncelikli olsa da, örneğin faşizm mi demokrasi mi dendiği, bunu önceleyen veya mücadele ihtiyaçlarına yansıyan gereklilikleri itibarıyla önemlidir.
Bir süredir solda yaygınlıkla gördüğümüz (eski TKP sürecinden bildiğimiz) bir tanımın, ÖDP zemininde ve notlarında da rağbet gördüğünü, bu çerçevedeki kavrayışın güncel tanım ve politikaların üzerine oturduğunu görüyoruz. Birincisi faşizm, dinle-mezheple açıklanırken; ikincisi var olan değil; gelmekte olan, ülkenin giderek sürüklendiği bir tehlike (tırmanan faşizm) olarak tanımlanıyor.
“Faşizan yönetim biçimi” mi faşist devlet biçimi mi?
Bugün artık tekellerin hakimiyetinin toplumsal tüm dokuları dağıtıcı boyuta vardığını, kent ve doğa talanını içine aldığını, “kapitalizmin tüm çürümüşlüğü ile egemenliğini sürdürmeye çalıştığını” söylediğimiz bir tarihsel kesitte, giderek daha baskıcı-otoriter ve faşizan yönetim biçimlerinden söz etmek, iktisadi tanımın siyasal devamını getirememek oluyor. Türkiye’de zaten baskı ve zorun her zaman için rejimin temel niteliği olduğunu söylediğimiz yeni-sömürge koşullarında, tekellerin hakimiyetinin dolayısıyla da baskıcı-otoriter niteliğinin artması sonrasında bu, neden faşizmin daha da derinleşmesi değil de “faşizan yönde bir gelişme” oluyor?
Benzer bir durum, “ırkçı-faşist ve cihadist radikal akımların gelişme fırsatı bulması” durumu için de geçerlidir. (s:6) Bir an için bu niteliklerin, sömürge tipi faşizm tanımına sığmadığını varsayalım; o zaman da “faşizan eğilim veya faşizme doğru sürüklenme” yerine daha derinlikli bir faşizm tanımı gerekmez mi?
Doğal olarak akla, “1945 sonrasında yeni sömürgecilikle beraber devlet biçiminin temel niteliği haline gelen ve giderek tahkim edilip geliştirilen faşizmin hangi süreçte, ülkedeki hangi gelişmeler bağlamında değiştiği, yani devlet biçiminin faşizm olmaktan ne zaman çıktığı?” sorusu geliyor. Bu tür konularda örneğin İ. Kaboğlu gibi aydınların “1986’da askeri otoritarizmden çıkıldığı” tespitinden yola çıkılıyor veya bir ideolojik etkilenme söz konusu oluyorsa, bu düşündürücü olmaktan öte üzücü olur.
Türkiye solunda faşizm tartışmaları, devrimci hareketlerin ideolojik politik hatlarının çizildiği yıllara dek uzanıyor. O tartışmalar içinde önce THKP-C’nin sonra da Devrimci Yol’un Marksizmin temel teorik tezleriyle tutarlı bir ilişki içinde yaptığı üretimler, bugüne dek devlet biçiminde yaşanan değişimleri açıklar niteliktedir. Hakim sınıflar-devlet ilişkisini doğru okuyan ve faşizmi bir hükümet değil bir devlet biçimi olarak değerlendiren Devrimci Yol, “oligarşik devlet” veya “faşizm tırmanıyor” tanımları yapanların aksine, faşizmi bir devlet biçimi olarak değerlendirmiş ve bugüne kadarki güncellemeleri de anlamayı sağlayacak bir temel çerçeve çizmiştir.
Oligarşi-devlet ilişkisini dolayısıyla da faşizmin sınıfsal niteliğini doğru tanımlayan bir çerçeve dururken, AKP’nin tekellerden bağımsız kendi rejiminin olduğu ve bu rejimin, mezhepçi bir faşizm inşa ettiği anlamına gelen “AKP rejimi, adım adım mezhepçi bir faşizm inşa etti” (s:7) değerlendirmesi yapmak, deyim yerindeyse, güncelleme adına, var olan teorik geleneği KSD-TKP tespitlerine doğru bükmek anlamına geliyor.
Bu konudaki daha kapsamlı değerlendirmelerimiz için Devrimci Hareket:
1- Devrimci Hareket, Sayı:48, Faşizmin Doğru Tanımına İlişkin Sınıfsal Veriler, s:17
2- Devrimci Hareket, Sayı:49, Faşizmin Tahlili ve Antifaşist Mücadele, s: 26
AKP rejimi mi tekellerin rejimi mi?
AKP’nin 2000’li yılların başından bugüne üstlendiği rol, partinin iradesinden ibaret görülmemelidir. AKP, sistem içinde kimi odaklarca dirençle karşılanmış olsa dahi, gerçekte emperyalizmin özel yetkili partisidir. Uyguladığı programın özü, emperyalizmin ihtiyaçlarına göre sistemin yeniden düzenlenmesidir. Aslında bu niteliğiyle AKP, tüm bölge için bir örnek model olarak da düşünülmüş, ancak emperyalizmin evdeki hesabı süreç içerisinde Ortadoğu’ya uymamıştır. AKP’nin bugün yerli veya yabancı kimi odaklarla girdiği polemik veya gerilimleri, partinin kendinden menkul hesapları olarak görmek, yani AKP’nin kendi ajandasını abartmak, sürecin asli aktörlerini ve ana eksenlerini ıskalamak olur. Yer yer ve son zamanlarda daha sık biçimde rastladığımız gibi sermaye-devlet, sermaye-hükümet, tekeller-faşizm ilişkisinin tersten okunması, belirlenen konumdaki öznenin belirleyenmiş gibi ele alınması, pek çok noktada sıkıntılı değerlendirmeleri beraberinde getiriyor.
“Uluslararası büyük güç merkezlerinin desteğini de alan AKP, ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal hayatında ciddi bir egemenlik kurarak, devlet kademelerine adım adım nüfuz ederek yeni bir rejim inşa etti.” (s:25-26) ifadesinde görüldüğü gibi AKP, tekellere yani hakim sınıflara atfedilecek niteliklerle anılıyor; ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal hayatında ciddi bir egemenlik kurduğundan söz ediliyor. Gerçekte olan şey kadrolaşmadır. Yani partinin devlet kademelerinde, bürokrasi içinde vb. kadrolaşması ile devletin sınıfsal-kurumsal varlığı karıştırılıyor. Yeni bir rejimden söz edilecekse, bu AKP rejimi değil, AKP eliyle inşa edilen devlet biçimidir; tekellerin rejimidir. Bu sınıfsal bağ doğru kurulamadığında vaktinde KSD’nin de yaptığı gibi “faşizan yönetim biçimi” gibi tanımlamalar yapılır yani faşizm bir devlet biçimi değil bir yönetim biçimi olarak görülür.
“AKP, egemen sınıflar arasındaki mücadeleyi kazandığı oranda yeni bir rejim kurmaya yöneldi.” (s:27) ifadesi, kaygımızda tereddüde yer bırakmayacak bir açıklıkta/netlikte kurulmuş. Aynı cümlenin devamında, “devlet içindeki yapılanmasını giderek tekelci bir hegemonyaya dönüştürdü” (abç) deniliyor. AKP devleti ve AKP rejiminden sonra tekelci AKP!..
İlişki böyle ters kurulduğunda bunun hemen her konuda devamı geliyor. Nitekim bugün artık sürecin getirdikleriyle beraber daha net görülebilir hale gelen Ergenekon davalarının amacı, “devlet ve ordu içinde AKP karşısında tehdit unsuru kabul edilen kesimlerin bastırılması” (s:27) olarak açıklanıyor. Yani AKP’nin orduyu, polisi, MİT’i, yargıyı yeniden düzenlemesi, buna eşlik eden ekonomi politikalarla ve genelde emperyalizmin özelde Türkiyeli egemenlerin beklentileriyle değil, AKP’nin kendi partisel hesaplarıyla ilintiliymiş gibi anlaşılıyor.
Ordunun milliyetçi/Kemalist yanlarının tasfiyesi ve giderek kendi başına buyruk niteliklerinin sınırlanarak sermayenin hizmetine daha doğrudan girecek bir niteliğe kavuşturulması, değişen dünya dengeleri, emperyalizmin daha çevik ve daha itirazsız bir ordu ihtiyacıyla değil, salt AKP karşısında oluşturduğu tehdit ile ilintili değerlendirilince, bu yorum, hemen her adım için geçerli hale geliyor. Bunun devamında parti ile devlet, kadrolaşmadan öte özdeşleştiriliyor. Anayasa-başkanlık, dinselleştirme vb. (hatta muhtemelen 4+4+4 de) AKP’nin devlet içindeki egemenliğiyle ilişkilendiriliyor. İşte “mezhepçi faşizm” de bu parti iradesinin sürecin başından beri uyguladığı stratejinin ürünü olarak görülüyor.
Bu noktada akla AKP öncesi süreçlerde uygulanmış, sistemin dönemsel ihtiyaçlara göre güncellenmesi olarak tanımlanabilecek dönemler geliyor. Örneğin 12 Eylül sonrasında Özal önderliğindeki ANAP için böyle bir işlevden bahsedilebilir. Ancak o süreci, Türkiye solu “ANAP faşizmi, ANAP rejimi” olarak değerlendirmedi. Daha da önemlisi, ajitatif bağlamda günlük siyaset gereği, kimi olgular Özal üzerinden vurgularla açıklanmış olsa dahi bu, ANAP’ın sermayeyi yönettiği biçiminde ilişkiyi ters kurma noktasına vardırılmadı.
Yeni-Osmanlıcılık mı taşeronluk mu?
Kimileri AKP’nin Ortadoğu’da BOP kapsamında üstlendiği rolü “yeni-Osmanlıcı” olarak değerlendirebilir. Ancak BOP’un kimlerin projesi olduğuna bakılarak, taşeron siyasetini abartmak anlamına gelen ve gerçekte bir çeşit yakıştırma olan “yeni-Osmanlıcılık” yerine, AKP’nin o tarihsel kesitteki duruşuna dair daha uygun ifadeler kullanılmalıdır. Mesele kavramlardan ibaret değil. Önemli olan AKP’nin taşeron olarak mı küresel güç olarak mı rol aldığına dair saptamalardaki isabettir.
Gerçekte 2011 sonrasında yaşananlar dahil, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri, köklü bir geçmişi olan bağımlılığa dayanıyor. Bu ilişkilenme, “ha” deyince veya Erdoğan’ın keyfiyetiyle nitelik değişikliği geçirecek türden değildir. İç politika gereği edilen laflar işin özünü belirlemiyor. Bu bağlamda, günübirlik politikalarda ortaya çıkan çelişmeler, ilişkide kimi sıkıntıları beraberinde getirse de, Türkiye’nin emperyalizmin bölge politikalarındaki rolünün nitelik değişimine uğrayacağını söyleyemeyiz.
III-21.YÜZYILDA BİRİKEN DEVRİM İSYAN VE DİRENME HAREKETLERİ
Latin Amerika’dan Avrupa’ya, ABD’den Arap coğrafyasına kadar hemen tüm hareketli toplumsal kareleri aynı başlıkta toplayıp, “21. yüzyıla dair isyanlar” olarak değerlendirmek çeşitli açılardan sakıncalıdır.
Evet, doğru yönlendirildiğinde her toplumsal kalkışma, insanlık değerlerini ileriye taşıma yani devrime doğru yol alma bağlamında işlev görebilir. Ama Arap Baharı’nda olduğu gibi bunun tersi de doğrudur. Yukarıda da belirttiğimiz ve bugün artık çok net görülebildiği gibi Tunus’ta veya Mısır’da belirli oranlarda doğal boyutlar taşıyan sürecin, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin büyük organizasyonuyla bir “projeye” dönüştüğünü, Libya’da Kaddafi karşıtı aşiretlerin emperyalizme iliştirilmesiyle sürecin halk isyanına benzer hiçbir yanı bulunmayan kirli bir savaş halinde yürütüldüğünü söyleyebiliriz. O süreçte, belirli bir aşamadan sonra Libya’nın Suriye için bir deney, bir ön hazırlık işlevi gördüğü açıkça yazılıp çizildi.
Suriye’ye müdahale, emperyalizmin davulu-zurnası eşliğinde dünyanın dört bir yanından cihatçı-işbirlikçi savaşçılar, kiralık askerler taşınarak ve emperyalist aktörler dahil işbirlikçi ülkelerin doğrudan katılımıyla MİT-Mossad eşliğinde yapıldı. Bu bağlamda gerici Arap rejimlerine karşı halkın birikmiş öfkesinin olduğu gerçeğinden hareket etmek, o coğrafyada yaşanan her fiili bu kapsamda değerlendirmeye sebep olmamalıdır. Yani bırakalım tamamen özgün bir sınıfsal tarihçesi olan Latin Amerika ile Avrupa’yı, Arap ülkelerinin bile bütününü aynı karede görmek, yanıltıcı bir toptancılığa sebeptir.
Latin Amerika başlı başına bir özgünlük taşıyor
Birincisi, diğer coğrafyalarda, İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında başladığı kabul edilen yeni sömürgecilik ilişkilerinin, Latin Amerika’da çok daha öncesinden başladığını söyleyebiliriz. Yani, kaba sömürgecilikten yeni sömürgecilik olarak tanımlanan sürece geçiş, Latin Amerika’da daha erken ve çok da nitelik farkı olmayan yöntemlerle yaşandı.
O süreçte bölgeye yerleşen ABD’nin uygulamalarına karşı direnenlerin büyük çoğunluğu köylü hareketleriydi. ABD’nin amacı, bir biçimde orada üretilen ürünleri satın almak değil, az sayıda ürünün bol miktarda üretimine dayalı devasa kapitalist çiftlikler oluşturmaktı. Bu şekilde, dünya pazarında kârlı olabilecek tarzda üretim potansiyeline kavuşacaktı. Bunun için oradaki toprak mülkiyetinin parçalı yapısını tasfiye ederek geniş toprakların mülkiyetini ele geçirmeye çalıştı. Bu yönüyle oradaki kapitalizmin yukardan aşağıya gelişimi, yerel köylü için daima bir tehdit oluşturdu. Ve o bölgedeki direnişlerin özü genellikle köylü hareketleri tarzında gelişerek, kırları temel alan bir mücadele hattı izledi. Örneğin bugün Meksika’da varlığını sürdüren köylü hareketleri, yüzyıl önceki bu mücadeleye dayanıyor.
Bırakalım sermaye birikimini, neredeyse orta sınıfın da olmadığı Latin Amerika’da, köylülüğün ve doğal ekonominin tasfiyesiyle beraber, tarım işçilerinin çalıştığı şeker kamışı ve kauçuk plantasyonları, doğal madenler, orman işletmeciliği gibi toplamı 20’yi geçmeyen temel ürünün kıtasal üretimine dayanan bir ekonomik model daha başlangıçta şekillendi. Yani Latin Amerika’da ülkeler yeni sömürge olmasına rağmen, başka coğrafyalardaki ülkelerden farklı olarak, siyasi iktidarların ABD ile ilişkileri, dolayısıyla ABD’nin konumu her zaman için ortada/görünür olmuştur. Emperyalist işgali, gizli işgali ortaya çıkarmak için çok büyük çaba göstermeye zaten gerek kalmamıştı. Bu nedenle, oradaki gizli işgal kitleler tarafından daha kolay teşhir edilmiş, örgütlenme düzeyine bağlı olarak hareketler bazen birdenbire kabarmış, bazen de geri çekilmiştir. Sınıf mücadelesi, araç ve yöntemlere, örgütlenme düzeyine, mücadele yeteneğine ve devrim cephesinin gücüne bağlı olarak sürekli gel-gitler yaşamıştır. Emperyalist işgali kitlelerin gözünde gizlemenin mümkün olmadığı bu ülkelerde, bir taraftan ekonomik yapıya alternatif oluşturmanın güçlüğü diğer taraftan çelişmelerin keskin olması, hemen tüm dönemlerde mücadele ivmesinin yüksek olmasını beraberinde getirmiştir.
İşte bu coğrafyada ortaya çıkan toplumsal mücadelelerle Arap Baharı’nın veya Gezi’nin aynı kapsamda ele alınması, aradaki farkları görmeyi güçleştirdiği gibi yanıltıcı da oluyor.
Gezi’nin kendine has nitelikleri vardır
Gezi, sayılan örnekler içinde en sınıfsal olan direniştir. Dolayısıyla daha farklı ele alınmalı, bugün hala devam eden nitelikleriyle o potansiyel, gerek öz örgütlenmelerin gerekse Haziran Hareketi’nin ilgisi dahilinde olmalıdır. Toplumun sadece tepki ve rahatsızlıkları değil, alternatif arayışları da yönlendirilebilmeli, harekete geçmiş haldeki halk enerjisinin alternatif görünümlü kulvarlardan geçirilip tekrar sistemin kanallarına akıtılmasını önlemek üzere örgütsel yapılar fikri ve fiili zeminlerde daha aktif rol almalı, irade koymalıdır.
Gezi’nin potansiyel tehlikesini algılayan iktidar, bunun karşıtını dolayısıyla böyle bir potansiyele karşı önlemleri bugüne dek adım adım geliştirdi. Toplumda mevcut sisteme dair rıza oluşturmak üzere başvurulan yöntemler de, “Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları Hakkında” genelge çıkarmak da, Sur-Cizre gibi noktalarda yükseltilen şiddet de bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Gezi Sonrası Türkiye, Güncel Uğraklar ve Eğilimler
Gezi sonrasında AKP’nin bir çeşit karşı-Gezi örgütlenmesine ağırlık verdiği doğrudur. Bu, salt Osmanlı Ocakları’yla değil, çok daha kapsamlı boyutta bir kesimin sivil görünüm altında iktidarın politikaları paralelinde, muhalif kesimlerin karşısına çeşitli biçimlerde çıkarılabilmesi bağlamında önemlidir. Faşizmin kitle tabanı sorununu aştığının ifadesidir. Toplumun giderek daha yoğun ve hızlandırılmış biçimde dini referanslarla örgütlenmesi de bu amaca hizmet eden olgulardan biridir. Bugün bu alanda kat edilmiş olan mesafe, sol değerlerin toplumda kabul görmesini giderek güçleştirici bir rol oynuyor.
Cemaat-AKP kapışmasına gelince, bu salt bir kadrolaşma meselesi değildir. Bu kapışmada Emniyet, MİT vb. kurumlarda alınan pratik önlemler, olgunun ardındaki sermaye güçlerinin dolayısıyla da meselenin ekonomi politiğinin görülmesini engellememelidir.
Doğrudur, çıplak gözle veya günlük akılla görülen, Erdoğan ailesine kadar daralmış bir saldırının yine Erdoğan tarafından kimi pratik, yasal vb. önlemelerle bertaraf edilmesidir. Ancak genel-özel diyalektiği kurup, meselenin sermaye bağlamında arka planı görülmediğinde, örneğin bu sürecin devamında Türkiye’de çıkarılan güvenlik yasaları ile Fransa’da çıkarılan güvenlik yasalarının “makul şüpheyle gözaltına alma” gibi noktalarda taşıdığı paralellik açıklanamaz. Mesele şahsileşir, daralır; Fethullah Gülen ile Erdoğan’ın iktidardaki pay kapma savaşıymış gibi algılanır.
Daha ayrıntılı bilgi için bkz:
http://www.devrimcihareket.net/mit-krizi-olarak-yansiyan-sorunun-arka-plani/
Nitekim devamında kullanılan “AKP ve Erdoğan’ın iktidar gücünü kimi noktalarda kapitalizmin işleyiş mantığının da dışına çıkararak sermaye üzerinde bir baskıya dönüştürmesi…” (s:31) gibi ifadeler, sorunun farklı sermaye kesimleri arasında bir kapışma değil de dar bağlamda AKP ile sermaye arasında bir kapışmaymış gibi algılandığını gösteriyor. Farklı sermaye kesimlerinin karşı karşıya geldiği dönemlerde iktidarın bir sermaye kesimi adına diğerine baskı kurması, iktidardaki hükümetin/partinin, sermayenin de üzerine çıkan bir iradeye dönüştüğü anlamına gelmez. Bu, başka bağlamlarda da olsa Özal döneminde de 28 Şubat’ta da gündeme geldi.
7 Haziran–1 Kasım
7 Haziran sonrasında iki seçim arasındaki süreçte yaşananlar basitçe, oy devşirme atraksiyonları olarak görülemez. Devamında yaşananlarla beraber düşüldüğünde ve süreç ilerledikçe daha net biçimde görüldüğü gibi AKP, genelde emperyalizmin özelde Türkiye oligarşisinin beklentilerini ve önümüzdeki 10-15 yılı belirleyecek yeni süreç tasarımını doğru okumuş, muhtemelen yaşanan uzlaşmayla da beraber, sermayeden aldığı geniş desteğin sonuçlarını oy olarak toplamıştır. Bu bağlamda Suruç da, Ankara Katliamı da, Türkiye Kürdistanı’ndaki saldırılar da halklara ve haklara saldırı eksenli gelişen, sermaye-sermaye ve emek-sermaye ilişkilerini yeniden düzenleyecek olan uzun erimli sürecin enstrümanları olarak değerlendirilmelidir.
Tekrar söylemek gerekirse “AKP rejimi iktidarını pekiştirmeye yönelecektir” (s:35-36) gibi ifadeler, rejim-iktidar-devlet gibi konulardaki temel önermeleri zorlayan, ilişkiyi tersten kuran bir yaklaşıma işarettir. Bu yaklaşım, AKP’ye-Saray’a yüklediği domine edici nitelik sebebiyle, anayasa-başkanlık tartışmalarını, AKP’nin bir atraksiyonu gibi görmeye sebep olmakta ve “Suriye’deki geçiş döneminde Kürt hareketini kısıtlamak amacıyla ABD ile kara harekatını da içerecek şekilde ortaklığın gündeme getirilmesinden” (s:36) söz etme gibi temel önemde yanlış okumaları beraberinde getirmektedir.
Bilindiği gibi bu tespitlerin yapıldığı süreçte, Ankara’da devletin kalbi sayılabilecek bir noktaya bombalı saldırı düzenlendi. Bu saldırı doğru okunduğunda, yukarıdaki tespitin ne kadar yanlış olduğu, Suriye’ye bakarken neden basına yansıyan darlaştırılmış verilerle yetinmemek gerektiği daha net biçimde görülebilir.
Özetle söylersek, Türkiye’nin sınır boyunca mayınları temizleyip bir tank savaşına hazırlanması, Arabistan’ın bir taraftan İncirlik Üssü’ne uçak gönderirken diğer taraftan 150 bin kişilik orduyla tatbikata başlaması, hazırlıkta ve savaşta ne denli ciddi olunduğu mesajının karşı tarafa verilmesidir. İşte tam bu mesajların verildiği, tatbikatın konuşulur hale geldiği anda Ankara’da gerçekleştirilen saldırıyla, doğrudan TSK şahsında, özelde Türkiye devletine genelde ABD eksenli bloka “dur” denmiştir. Bu mesajın, dolayısıyla da eylemin arkasındaki güç, Rusya eksenli blokun en üst iradesidir.
Bu türden eylemlerde, ekspertiz raporlarına konu olan saldırganın kimliği, etnik kökeni, kullandığı araç bir ayrıntıdan ibarettir. Türkiye’nin PYD’yi işaret etmesi, bilinçli bir yönlendirmedir. Böyle bir eylemi PYD’nin yapmış olma ihtimali yoktur. Saldırıyı MİT’in yaptığı ve Suriye’ye saldırmak için zemin hazırladığı biçimindeki değerlendirmeler de, eylemi okumada ezberle yetinme yetersizliğidir.
IV-KÜRT SORUNU
Kürt Sorunu temel teorik tezlerin üzerinden atlanarak tartışılamaz
Kürt Sorunu’na dair “açılım”, “süreç”, “müzakere” vb. adlar altında gündeme gelen politikaların özünde, sorunun çözümü değil; tasfiyesi yatmaktadır. Mesele böyle görülmediği sürece, neden-sonuç ilişkisi anlık kimi taktikler üzerinden açıklanmaya çalışılır ki bu, resmi bir bütün içinde okumayı güçleştirir.
Bir süredir AKP eliyle yürütülen Alevi sorunu, Kürt sorunu vb. konulardaki çalıştaylar, gerçekte sorunun demokratik zeminde çözümünü değil; bugüne kadarki inkarın yerine “kabul etme görünümü altında tasfiyenin geliştirilmesini” amaçlıyor. İşte emperyalizme dek uzanan bu çözüm görünümlü tasfiye (ehlileştirip özünden soyutlayıp sisteme katma) süreci PKK tarafından yeni paradigma ile karşılandı. Yani paradigma süreçten, süreç de paradigmadan bağımsız düşünülmemelidir. Daha da önemlisi, bugün Kürt hareketi tarafından atılan adımların hemen hepsi, şu veya bu oranda paradigma ile ilişkilidir. Paradigma gerçekliği üzerinden atlanarak yapılacak okumalar eksik veya yanlış olacaktır.
Kürt Sorunu, Ortadoğu’nun en önemli sorunlarından biridir; 4 parçaya dolayısıyla 4 ülkeye bölünmüş durumdadır. Bu bağlamda yerel olduğu kadar bölgesel boyutları elbette vardır. Ancak her parçanın, bulunduğu ülkedeki sınıf ilişki ve çelişmeleri bağlamında bir özgünlüğü de söz konusudur. Türkiye’de masanın devrilmesinde Suriye’deki gelişmelerin rolü olsa da gerçekte belirleyici olan faktör, devletin PKK’yi masada tasfiye edemeyeceğini anlamış olmasıdır. Dolayısıyla masada tasfiye edemediği gücü sahada tasfiye etme veya en azından ciddi boyutta geriletip sınırlama yoluna gitmiştir.
Hatırlanacak olursa saldırılar son olarak atılan özerklik adımından önce başladı. Belki Kürt hareketinin özerklik adımı için, bölgeyle doğrudan ilintiden söz edilebilir. Rojava’daki fiili durumun arkasında duran ABD’nin Türkiye’deki özerklik ilanlarına da sessiz kalmayacağı varsayılmıştır.
Bu adımda birden çok yanılgı mevcuttur. Birincisi Türkiye, Suriye değildir. İkincisi PKK’nin hala alternatif nitelikler taşıyan duruşunun geriletilmesi ABD’yi rahatsız etmez. Aksine ABD, Kürt hareketinin Barzanileştirilmesinden yanadır. Bu konuda atılacak adımlar ABD’yi olsa olsa memnun eder. Bu türden süreçlerde emperyalist odakların nerede nasıl durduğu daha önce Kosova meselesinde veya Kuzey Irak’ta net olarak görüldü. Bugün Rojava ile bu örnekler arasında eşitlik kurulamasa da bu yönde bir tasfiye-biçimlendirme sürecinin adım adım işletildiğinden söz edilebilir. PYD’nin PKK’ye yönelik saldırılar karşısındaki sessizliği de ABD’nin bir eyaleti gibi muamele görmekten rahatsızlık duymaması da bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Savaşın ve zorunlulukların koşulladığı özgünlük, genelde ulusal soruna özelde özerklik veya statü meselesine bakışta Marksizmin en temel tezlerinin üzerinden atlamaya sebep olmamalıdır. Bugün artık emperyalizmin geldiği aşamada, tekellerin yöntemlerini sömürüsünü ve gericiliğini taşımadığı tek bir toprak parçasının kalmadığı bir tarihsel kesitte hala Kürt sorununu bir burjuva sorun olarak görmek ve burjuvaziden çözüm beklemek temel önemde bir yanılgıdır. Kadın sorunundan ulusal soruna, inanç meselesinden sınıf meselesine kadar hiçbir sorunun devrimsiz çözülme olasılığı kalmamıştır; sınıfsal kurtuluştan bağımsız bir ulusal kurtuluş mümkün değildir. Özetle faşizme karşı demokrasi mücadelesi de bir devrim sorunudur.
Bu konu bugün solun sadece güncel bağlamda üzerine düşeni yapmasını güçleştirmekle kalmıyor, 40 yıllık (150 de diyebiliriz) temel teorik tezlerin eğilip, bükülüp adım adım tedavülden kaldırılmasını, cilalanmış sınıf uzlaşmacı tezlerle yer değiştirmesini beraberinde getiriyor.
Okumalar duygusallıkla değil sınıf perspektifiyle yapılmalıdır
İçinde ABD’nin, AB’nin, NATO’nun, BM vb. kurumların olduğu bir süreçten bahsediyoruz. Burada günübirlik tablolar, kısa erimli kazanımlar yanıltıcı olmamalı, duygusallıkla değil sınıf perspektifiyle okuma yapılmalıdır. Tam da bu nedenle Rojava’da moral üstünlükten bahsetsek de buna eşlik eden bir “bilinç”ten bahsedemeyiz (s:42). “Kürtlerin kazandığı bu moral üstünlük ve bilinç, Türkiye’de de Ortadoğu merkezli olarak kendi geleceklerini belirleyebilecekleri bir politikayı öne çıkarıyor,” diyemeyiz.
“Dün Irak’ta şimdi Suriye’de sınırların fiilen değiştiği, yerel-otonom iktidar biçimlerinin geliştiği ortam Kürtlere bu bağlamda geniş imkanlar sunuyor,” dendiğinde, devamında bu duruşun BOP’la çelişmediği söylense de Kuzey Irak dahil Kürt önderliklerin emperyalist denklemlere yedeklenerek çözüm arama yöntemi olumlanmış, bu yöndeki adımlar birer kazanım olarak görülmüş oluyor. Kürt hareketi de tam da bu nedenle “bu çerçevede yaşanan gelişmelere olduğu gibi yine Türkiye’de AKP ile ilişkisine de kendi etkinlik alanını genişletme stratejisi doğrultusunda bakıyor,” (s:42) olduğu için bunca yanlışa, dolayısıyla da tekrara düşüyor.
“Öcalan’ın son yıllarda demokratik konfederalizmden başlayarak geliştirdiği, sınırları olmayan ve devlete dayanmayan konfederal birlik ve bunun parçası olarak demokratik özerklik tezlerinin uygulanabilirliği de bölgedeki bu fiili durum göz önüne alınarak değerlendirilmelidir.” (s:42) deniyor. Doğrudur; bu bir somut durumun somut tahlili meselesidir. Kimi ayrıntılar/özgünlükler için bir gerekliliktir. Ancak bu yöntemsel ön kabul ihtiyacı, paradigmanın sınıf uzlaşmacı dolayısıyla da çözümsüzlükle malul niteliğini değiştirmiyor. Örneğin hangi güncel durum, hangi konjonktür, Leninizmin evrensel tezlerini değiştirir? Bugün artık burjuvazinin dolayısıyla da emperyalizmin halkların demokratik taleplerini çözme, böylesi çözümlere önderlik etme işlevi kalmış mıdır? Solun bugün düştüğü en temel yanılgılardan biri de budur, mesele duygusal-psikolojik faktörler üzerinden ele alınmakta veya reel politik gereği hareket edilerek en temel tezler yok sayılabilmektedir.
Kürt Sorunu, temel teorik tezlere bağlılıkta bir sınav işlevi görüyor
Bugün Kürt Sorunu, solun önündeki en dinamik sorun olduğu için, bir çeşit mihenk taşına dönüşmüş, çeşitli açılardan sınav işlevi gören bir olgu haline gelmiştir. Tam da bu nedenle bu konudaki duruş, yorum ve yaklaşımlar üzerinde ayrıntılı durulması, izlenen yolun bütününe dair ipuçları vermektedir. İşte bu ipuçlarını görünür kılmak açısından, biraz sıkıcı olmasını göze alarak, özellikle bu bölümde ortaya konan fikirleri adım adım alıntılar eşliğinde irdelemeyi sürdürelim.
“Özellikle Kobane’de IŞİD’e karşı verilen mücadelenin bir sonucu da, ‘fırtına kuşağı’ olarak adlandırılan Kürt gençlerinin şehirleri merkez alan gerilla savaşı yürütmesi, bu doğrultudaki özerk iktidar alanları oluşturmasıdır.” (s:43, abç) cümlesi, Kürt coğrafyasında yaşananların, bilimsel veya stratejik bir ufukla değil de bir kaynaktan yayılan yönlendirmelerin etkisinde kalınarak değerlendirildiğini gösteriyor. Genelde Marksizm-Leninizm özelde Devrimci Yol geleneği açısından bakıldığında pek çok açıdan reddedilecek bir cümle, olup biteni açıklayan objektif bir yaklaşımmış gibi sunuluyor.
Kürt gençlerinin mücadele karalılığına dolayısıyla da “fırtına”lığına sözümüz yok. Ancak süreçte tayin edici rol oynayan bir “kuşak”tan bahsedince iş değişiyor. Bu ajitatif bir ifade olmaktan öte bölge açısından bir anlam taşımıyor. Çünkü ortada bir kuşağın (fırtına gibi olsa da) karar verdiği, niteliği ile belirlediği bir süreç yok. Özerk iktidar alanları da yok.
Söz konusu olan, tüm bölgeye yayılma bağlamında devamlılığı olmayan, dolayısıyla da “şehirleri merkez alan gerilla savaşı”ndan söz edemeyeceğimiz taktiksel bir hamledir. Bu da devam eden süreçte DTK adına yapılan açıklamalarda açıkça ifade edilmiştir. Kaldı ki yine paradigma gereği, savaşın devamlılık öngörüsüyle tırmandırılması, ısrarla reddedilen bir yaklaşımdır. Silah, ancak öz savunma eksenli kullanılabilir. Aksi takdirde yarardan çok zararı olur yaklaşımı hakimdir.
Özerk iktidar alanlarına gelince; birincisi Demokratik Ekolojik Paradigma, her türlü iktidarı şiddetle reddediyor. İkincisi Marksistler, “özerk iktidar alanlarının” bu şekilde, mevcut üretim ilişkileri korunarak gerçekleştirilebileceğine ne zamandan beri inanıyor? Yani ortada böyle bir alan da yok.
Bu bağlamda “Türkiye’deki savaşın da böyle yeni bir biçim altında yürütüldüğünü görmek mümkün. Böylelikle, önümüzdeki dönemde savaşın artık dağlardan daha çok şehir merkezlerinde kurtarılmış alanlar yaratma, özerklik ilan etme çerçevesinde gelişeceği de görülüyor.” (s:43, abç) tespiti, yaratılan iklimin, fikri ve duygusal yönlendirmenin etkisinde kalındığını gösteriyor. Türkiye’de “şehir merkezlerinde kurtarılmış alanlar oluşturma” devrinin kapandığını, halk savaşı stratejisini doğru yorumlayıp Çin’den Türkiye’ye taşıyarak güncelleyen bir geleneğin özellikle biliyor olması gerekiyor. Yani, bu tespitin devamında olduğu gibi “Bu anlamda, Türkiye’de Kürt sorununun önümüzdeki dönemde alacağı biçimlerin daha çok Rojava-Kobane hattındaki gelişmelerle benzerlik göstereceğini, Kürt hareketinin temel stratejisinin bu doğrultuda olacağını” (s:43) da söyleyemeyiz.
Gerçekte mevcut tartışmalar ve ortaya çıkan çelişkili tablo, sorunun parça-bütün ilişkisi içerisinde yöntemli bir yaklaşımla ele alınmasının gerekliliğini öne çıkarıyor. Aksi takdirde, pragmatizmi ve sınıfsal uzlaşmayı eksenine almış bir duruşun kayganlığı sebebiyle oluşan çelişmeli görüntüleri sağlıklı biçimde okuma şansı kalmaz. Nitekim metinde kaldığımız yerden devam edersek, sürecin tek boyutlu olmadığına dikkat çekildikten sonra “Bunun bir yanı şehir savaşları ve özerklik ilanları olurken, Avrupa Özerklik ve Yerel Yönetim Şartnamesine uygun biçimde yerel yönetimlerin güçlendirilmesine dayanan bir uyum süreci de geliştirilebilir.” (s:43) deniliyor. Halbuki “şehir savaşları” da özerklik ilanı da şimdilik bir “taktik” bir pazarlık adımı olarak gündeme gelmiş, kalıcı stratejik bir hamle değildir. AYYÖŞ ise, sermayenin akışkanlığını kolaylaştırmak ve emperyalizmin tahakkümünü artırmak üzere gündeme getirilen, hatta Dünya Bankası’nın kredileri eşliliğinde dayatılan ve demokratikleşme bağlamında hiçbir ilerletici rolü olmayan bir düzenlemedir.
AYYÖŞ’de olduğu gibi özerklik meselesinde de söz konusu adımlar mevcut üretim/mülkiyet ilişkilerinin üzerinden atlanarak tartışıldığında işin özü ıskalanmış oluyor. Böyle bir yaklaşım, kimlik paradigması açısından (sahip olunan duruş gereği) anlaşılabilir. Ancak sınıfsal perspektif, “hangi özerklik, hangi merkezin yereli” gibi sorular sormayı gerektiriyor.
Kürt Sorunu bağlamlı tartışmalar elbette Suriye’deki gelişmelerle yakından ilişkilidir. Ancak “AKP rejimi önümüzdeki kısa dönemde, hem Suriye’de hem de içerde savaş konseptini derinleştirerek, Kürt hareketine yeni sınırlar çizmeye çalışacaktır.” (s: 43) dediğimizde, Türkiye’nin/AKP’nin, kimilerinin söylediği veya sandığı gibi sanki Suriye’deki Kürtlerin sınırlarını çizebilme güç ve iradesine sahip olduğu izlenimi veririz. Halbuki Türkiye, ABD açısından bölgede hala önemli bir taşeron olma özelliğini korusa da Suriye’deki Kürtlerin sınırlarını belirleme iradesinden uzaktır.
“Önümüzdeki dönemin gerek bölge düzleminin, gerekse içerideki Anayasa-Başkanlık sistemi tartışmalarının önemli bir boyutu da, Kürt Sorunu ve Kürtlerin statüsü olacaktır.” (s:44) saptaması belirli oranlarda doğrudur. Evet, bu tür tartışmalar, olumlu sonuç doğurmasa da olacaktır. Ancak anayasa meselesini salt bu ihtiyaçla ilişkilendirdiğimizde, bunun emperyalizmin/tekellerin dönemsel ihtiyaçlarıyla ilintisini ıskalamış, meseleyi daraltmış oluruz.
Bugün “Kürt sorununun salt bölgesel düzlemdeki çözümünü imkansız kılan” yalnızca “Kürtlerin nerdeyse Türkiye’nin her yanında bulunması” (s: 45) değil, emperyalizm gerçekliğidir; dolayısıyla da Leninist devrim anlayışıyla, bugün artık sınıfsal kurtuluştan bağımsız bir ulusal kurtuluşun olanaksız olmasıyla doğrudan ilintilidir.
Eğer “önümüzdeki dönemde devrimci siyasetin sorumluluğu, Kürt sorununun birlik ve kardeşlik zemininde çözümüne ilişkin politikalarını daha net ve açık biçimde ifade etmek” (s: 45) ise, bunun için, durumu somutlamak adına bölgeden somut kareler aktarmakla veya duygusal psikolojik değerlendirmelerle yetinilmemeli, an ve gelecek sorumluluğu stratejik bir perspektifle ele alınmalıdır. Bu perspektif, mevcut özerklik ilanlarının, neden “yerinden yönetim ve doğrudan demokrasi” (s:45) ile ilişkilendirilemeyeceğini görebilmeyi de sağlar.
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz Devrimci Hareket:
http://www.devrimcihareket.net/kurt-sorununda-ozerklik-tarismalari/
V-YENİ BİR DEVRİMCİ SİYASET İÇİN
Objektif koşullar ile sübjektif koşullar arasındaki açı
Bugün dünya ölçeğinde sermaye-sermaye ilişkisi de emek-sermaye ilişkisi de yeniden düzenleniyor. Küresel boyuttaki kapışma özellikle emek karşıtı politikalarda vahşi kapitalizm dönemine dönülmekte olduğunun işaretlerini veriyor. Gasp edilmek üzere hedefe konulmamış tek bir kazanım kalmadı. Egemen sınıfların yönetemez olduğunun gizlenemediği, yönetilenlerin hiç olmadığı denli tepki ve öfke biriktirdiği koşullarda, yeni bir devrimci siyaset, sübjektif koşulların oluşturulmasıyla yani örgütlenme ve bilinç sorununun çözülmesiyle doğrudan ilintilidir.
Devrimci siyaset, görev ve sorumluluklar güncellenirken, yüzünü hayata yani siyasal pratiğe, isyan ve direniş noktalarına dönmek, yöntemsel bir gerekliliktir. Ancak bu, hareket halindeki kesimlerin duruşunun, söz ve fiilinin olduğu gibi kabulünü yani yol göstermek yerine arkalarına dizilmeyi gerektirmiyor.
Devrimciler elbette günün gereklerini yerine getirecek, halkın her sorununda yanında olacak, sorunları üzerinden politik yaşama katılımında katalizör işlevi görecektir. Önemli olan bu görev ve sorumlulukları, stratejik ufku yitirmeden, sermaye ile hükümet arasındaki ilişkiyi ters kurmaya ihtiyaç duymadan, dolayısıyla da temel teorik tezleri aşındırmadan yapabilmektir.
Bugün Kürt halkının ihtiyacı, yalnızca dayanışma değil aynı zamanda yol göstericiliktir. Bu, ezilen ve kölelik koşullarına razı edilmesi istenen tüm halk kesimleri için geçerlidir. Bunun gerektirdiği deneyim, teorik ve pratik birikim, Türkiyeli devrimcilerde vardır. Yeter ki atla araba yer değiştirmesin. Yeter ki gelecek, günü kurtarma atraksiyonlarına, temel önemdeki önermeler de reel politiğe feda edilmesin.
Haziran, aynı zamanda örgütlü toplum yaratma işidir. Öz örgütlenmenin reddi değil tamamlayıcısıdır. Temel yönelim, örgütsüzlüğe-iradesizliğe doğru büküldüğünde, giderek örgüt fobisinin yaygınlaştığı, öz örgütlenmenin reddedildiği bir zemin haline gelir. Halbuki Haziran gibi yapılanmalar, aynı zamanda öz örgütlenme ve kadrolaşma fikrini yadsımadan, alternatif düşünce ve değerlerin toplumun en ücra köşelerine kadar taşıyıcısı olmalı; örgütsüzleri örgütlerken oda, dernek, baro, sendika gibi yapıların içine de girip çıkan boyutu olabilmeli, en geniş bağlamda buluşmanın zeminini oluşturmalıdır. Sübjektif koşulların hazır hale getirilmesi için, dolayısıyla da toplumsal ve örgütsel dinamikleri birleşik mücadele zemininde bir araya getirebilmek için, bu bütünlüklü yaklaşım olmazsa olmaz önemdedir.
4 Mart 2016
DEVRİMCİ HAREKET