Ulusal sorun denince her ne kadar akla Kürt sorunu geliyorsa da, çeşitli halkların yaşama (var olma) zemini olan Anadolu’da ulusal sorunla azınlıklar sorunu iç içe geçmiştir. Diğer bir ifadeyle, ulusal sorunun çözülmediği bir coğrafyada, azınlıklar sorunu da varlık gösterir.
Ülkemizde Rum, Ermeni, Musevi, Arap, Çerkez gibi çeşitli azınlıklar vardır. Bunların üzerindeki baskı, farklılıklar gösterse de her dönem çeşitli biçimlerde varlığını sürdürmüştür. Örneğin, gayrimüslim olarak bilinen Ermeni, Rum ve Museviler; dil ve kültürel varlık açısından hukuki haklara sahip olmalarına rağmen ötekileştirilmekte; baskı, aşağılama, tehcir tehdidi vb. ile muhatap edilmektedir.
Gerçekte bu, baskı ve sömürü üzerine bina edilmiş sistemin halklara dönük düşmanlık, asimilasyon ve ehlileştirme politikasının devamıdır. Sorunun yapısal olması, ırkçı-faşist uygulamaların devamlılığını beraberinde getirmiştir. Egemen sınıflar arasında ortak kabul gören, Türk Tarih Tezi veya Güneş Dil Teorisi;kafatasçılığı, yayılmacılığı, egemen politikaların ortak nitelikleri haline getirmiştir.
Azınlıklar, bir ulus oluşturacak boyutta toprak birliğine ve nüfus yoğunluğuna sahip değilse de aralarında dil, kültür, tarih birliği olan halk kesimleridir. Bunlar, uluslaşma sürecinde çeşitli biçimlerde dağılmalarına ve dolayısıyla bir ulus olma niteliğini yitirmelerine rağmen, çeşitli ortak nitelikleri koruyarak devamlılığını sağlamıştır.
Ulus olma niteliğini taşımasa da söz konusu halk kesimleri, azınlık olmaktan kaynaklı haklara sahiptir. Azınlıkların kendi dillerini konuşması, anadilde eğitim görmesi, kültürel değerlerini yaşatıp geliştirmesi; azınlık nitelikleri sebebiyle hiçbir baskı ve aşağılamaya maruz kalmaması, en temel haklardandır. Bu haklar için verilen mücadele demokratiktir; tüm halkların eşitliğini ve kardeşliğini savunan devrimciler tarafından dikkate alınmalı, desteklenmelidir.
Azınlıklar ve ulus sorunu bir turnusoldür
Azınlıklar ve ulus sorunu, rejimlerin halklara yaklaşımındaki niteliği açığa çıkaran bir turnusoldur. Asimilasyon, tasfiye ve hiçleştirme temelinde yürütülen insanlık dışı politikalara karşı durmak bir insanlık görevidir. Bu türden baskıların olduğu yerde, burjuva anlamda dahi demokratikleşmeden söz etmek olası değildir. Dolayısıyla, sorunlardan birinin diğerini öncelemediği, yok saymadığı; halkların mücadele birliği temelinde bir duruş, genelde halkları baskılama/ezme politikalarına karşı durmayı zorunlu kılar.
Türkiye’de Ermeniler, potansiyel suçlu muamelesi görmektedir. Her ne kadar Lozan Anlaşması’nda emperyalist güçlerin dayatması sonucu Rum, Ermeni, Süryani gibi gayrimüslim azınlıklar (Müslüman azınlıklardan farklı olarak) yasa karşısında kültürel varlıklarını/niteliklerini koruma anlamında bir takım haklara sahip olmuşsa da fiilen bunun önemli bir karşılığı olmuyor. Onlar da çeşitli biçimlerde fiziki-kültürel abluka altında tutuluyor. Örneğin Ermenilerin kendi okulları, kiliseleri vb. var; ama bu varlıklar, Ermeni düşmanlığının devlet imkanlarıyla körüklenip geliştirilmesinin önünde bir engel değildir.
Milliyetçiliğin faşizme kitle tabanı oluşturmak üzere pompalandığı ülkemizde, Ermenilik yüzyıldır küfre ve suça özdeş görülmüş, onlara yönelik aşağılama ve şiddet için kültürel, psikolojik ve hatta hukuksal zemin oluşturulmuştur. Geçtiğimiz günlerde Tayyip Erdoğan’ın, ülkemizdeki Ermeniler için “biz bunları deport edebiliriz” biçimindeki açıklaması, bunun bir başka biçimidir.
Tarihsel süreç içinde Ermeni sorununun yeri
Anadolu, göç ve ticaret yolları üzerinde bulunan ve pek çok uygarlığa yataklık etmiş bir coğrafyadır. Bu coğrafyada bulunmuş, varlık göstermiş her halk gibi Ermeniler de gerek maddi gerekse kültürel varlıklarıyla Anadolu’nun zenginliklerine katkıda bulunmuş, iz bırakmıştır.
Ermeniler, Anadolu’da yaşamakta oldukları süreçte, bu coğrafyanın Türkler tarafından fethedilmesiyle yerlerinden edilir ve Kilikya’ya çekilerek orada küçük bir devlet kurarlar. Buradaki varlıkları, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmasına kadar sürer. İmparatorlukla beraber bütünlüklerini kaybeder ve dağınık topluluklar şeklinde yaşamaya başlar. Günümüzde ise Sivas, Elazığ, Erzurum, Bitlis, Adana, Diyarbakır, Van gibi doğu illerinde ağırlıklı olmak üzere Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmış durumdalar.
Ermeniler, Osmanlıya oranla daha ileri bir uygarlığa sahip olmaları nedeniyle, o süreçte yaşanan fiziki dağılmaya rağmen, etnik ve kültürel özelliklerini korurlar. Osmanlı devleti, vergi ve idari denetim yoluyla egemenliğini kurmuş ise de, Ermenilerin etnik-kültürel dokusunu dağıtamamıştır. Bunda, sanıldığının ve kimilerinin iddia ettiğinin aksine, Osmanlının demokratikliği değil, halkların direnci etkili olmuştur.
Osmanlı döneminde Ermenilerin iktisadi yaşamını ağırlıkla ticaret oluşturmuştur. Bu süreçte Ermeni ve Rum sermayesi, özellikle İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerde, Avrupa sermayesinin de desteğini alarak palazlanır. Ermenilerin bir kısmı da Anadolu’da çiftçilik, zanaatçılık vb. ile geçimini sağlar.
Kapitalist gelişmenin ilk olarak azınlıklarda gözlenmesi, uluslaşma sürecine de ilk olarak bu halkların girmesini beraberinde getirmiştir. Ticarette sağlanan birikim, giderek sanayide de bir sermaye birikimini beraberinde getirmiştir. Sürecin ilk etabında sermayenin önemli bir kısmı azınlıklara aittir.
Uluslaşma süreci ve soykırım
Ermeniler, yukarıda da belirttiğimiz gibi Osmanlı İmparatorluğu döneminde, uluslaşma sürecine ilk giren halklardan biridir. Bunda, kendi okullarına sahip olmaları, Ermeni kilisesinin sosyal yapılanmadaki etkisi veya Avrupa devletlerinin rolü olsa da, belirleyici asıl faktör, kapitalist gelişmeyle burjuvazinin kendi ulusal pazarını oluşturmak istemesidir.
Osmanlı’da etnik kimliklerin uluslaşma sürecini tetikleyen etkenleri, birbiriyle zamandaş değildir. Örneğin Trakya’da, Avrupa’yla yakın bağlar nedeniyle kapitalizm eksenli ilişkilere girildiği oranda uluslaşma, ulus bilinci ortaya çıkıyor ve ulus devletler adım adım kurulmaya başlıyor. Ama Balkanlar’da 19. yüzyılda bu süreç yaşanırken Anadolu’da bu çerçevede bir çatışma, kavga gözlenmiyor. Anadolu’da ulus bilinci Trakya’ya göre daha gecikmeli gelişiyor.
Çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal mücadele, ilkin Yunan, Bulgar, Arnavut vb. halkların burjuvazilerinin kendi ulusal pazarlarına sahip çıkarak ulus devletlerini kurmaları biçiminde gelişmiş, daha sonraki süreçte Ermenilerde de kendi devletini kurma eğilimi belirmiştir.
Ermeni ulusal hareketi, ilkin Avrupa’da kurulmuş olan Hınçak gazetesi çevresinde bir aydın hareketi olarak başlar. Ve giderek farklı noktalarda ulusal hareketlenmeler gözlenir. Bu örgütlenmelerin Türkiye’ye yansımasıyla, 1893’te Kayseri, Amasya ve Merzifon çevresinde bir ayaklanma gündeme gelir. Yüksek vergi, kuraklık gibi çeşitli sosyal faktörlerin etkili olduğu bu ayaklanma, Ermenilerin bütününü kapsamaz ve bastırılır. Ancak ayaklanmalar devam eder. Özellikle 1895’te İstanbul’da yapılan gösterilerin ayaklanmaya dönüşmesi sonucu, Ermeni katliamlarının başlangıcı diyebileceğimiz süreç yaşanır. Ve çeşitli olaylar gerekçe gösterilerek Sivas, Malatya, Diyarbakır, Urfa gibi illerde, yabancı elçilik kayıtlarına göre 400 bin Ermeni katledilir. Bu sürecin bir özelliği de katliamlarda, Hamidiye Alayları biçiminde teşkilatlandırılmış olan Kürt aşiret milislerinin rol almış olmasıdır.
İttihat ve Terakki dönemi
İttihat ve Terakki’nin iktidarı döneminde, ulusal eksenli Ermeni hareketi yeniden varlık gösterir. Sürecin ilk etabında 1909’da, Adana’da yerleşmiş olan ve pamuk tarımını, ticareti elinde bulunduran Ermenilere yönelik büyük bir katliam gerçekleşir, yaklaşık 30 bin Ermeni öldürülür. Bu, geniş çaplı Ermeni katliamlarının ikincisidir.
2. Meşrutiyet’le beraber yapılan seçimlerde, çeşitli pazarlıklar sonucu, 1908, 1912 ve 1914 Meclisi’nde sınırlı da olsa Ermeni milletvekilleri yer alır. Ancak İttihat ve Terakki’nin eğilimi/duruşu, Ermenilerin ulusal haklarını tanıma yönünde değildir.
I. Paylaşım Savaşı, kendi özgücünden çok Avrupa devletlerine bel bağlayarak hareket etme eğilimi taşıyan Ermeniler tarafından bir fırsat olarak görülür ve Ermeni ayaklanmaları yeniden başlar. 1915’ten itibaren 20’li yıllara kadar Ermenilerin yaşadığı topraklar, Ermeniler ve Türkler arasında birkaç kez el değiştirir.
İşte Ermeni soykırımı olarak tanımlanan katliam ve sürgünler bu süreçte yaşanır. Ermeni sorununu bir problem, önlerindeki bir engel olmaktan bütünüyle çıkarma hesaplarıyla İttihat ve Terakki paşaları 1915’te çıkardıkları Tehcir Kanunu’yla Ermeniler sürgün edilir ve yaklaşık 1 milyon Ermeni katledilir. Ölümlerin sadece tehcir sebebiyle olmadığı, kayıklara doldurup denize dökmekten kiliseye kapatıp yakmaya veya aç susuz bırakmaya kadar pek çok yöntemle gerçekleştiği bilinmektedir. Bunu anlatan en doğu kavram soykırımdır. Soykırım kavramını bulan Raphael Lemkin, bu kavramı bulmasında Ermeni soykırımının belirleyici olduğunu söyler. Buna rağmen bugün hâlâ Ermeni soykırımı konusunda, kimi sol yapıların Türk Tarih Tezi’yle kimilerinin de “Büyük felaket” diyerek Obama’yla aynı noktada duruyor olması, doğru tarih okumasının gerekliliği bağlamında düşündürücüdür.
Süreçteki çelişmelerde emperyalizmin rolü
Yaşanan sürgün ve katliamın boyutunu doğru anlamak açısından soykırım tanımı önemlidir; ama gelişmeleri doğru anlayıp yerli yerine oturtmak için salt tanımla, adlandırmayla yetinilmemelidir. Tarihsel sürece dair inkâr ve çarpıtmalar, bunun yarattığı psikolojik-duygusal karşıtlık sebebiyle, “soykırım” denmesi doğru anlatımın tek ölçütüymüş gibi ele alınabiliyor. Halbuki “soykırım” dense de emperyalizmin süreçteki rolüne yer vermeyen her anlatım, olgunun en önemli nedenini/boyutunu ıskalamış olur.
Ermeni soykırımının tarihsel nedenlerini, onu hazırlayan iktisadi ve siyasal çelişmeleri bilmeden veya dikkate almadan, resmin sadece bir tarafına bakarak veya olayları gündeme geldikleri noktadan (dışavurumdan) ibaret görürsek, anlamada ve yorumlamada eksik kalır, yanlışlığa düşeriz.
Stefanos Yerasimos, “Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye” adlı eserinde sekonder (ikincil) Ermeni yerleşimlerinden söz eder. Bu, konunun bütünlüklü biçimde kavranabilmesi açısından önemli bir meseledir. Buna göre, eskiden beri Anadolu’da yaşayan Ermeniler açısından doğal bir yerleşim söz konusudur. Bunlar, toprak mülkiyeti gibi ayrıcalıklara sahip olmadığı için genellikle zanaat, küçük üretim vb. ile geçinir, bulundukları yerlerde diğer halklarla uyum içinde yaşardı. Ancak sömürgeci güçler tarafından Anadolu’ya sonradan ve doğrudan işbirliği amacıyla yerleştirilen ve sürecin her aşamasında desteklenen Ermeniler için aynı şeyi söylemek zor. Galata bankerlerinin sahip olduğu imkanlar da, Lozan Anlaşması’nda gayrimüslimlerin emperyalistler tarafından gözetilmesi de, kurulan imtiyazlı ilişkilerin ve var olan işbirliğinin göstergelerindendir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürgeleştirilmesi sürecinde, genelde gayrimüslimler özelde Ermeniler üzerinden kurulan işbirliğinin özel bir önemi/rolü olmuştur. Elbette sürecin tek sorumlusu bu sonradan yerleştirilen Ermeniler değildir; çelişmeler de yalnızca bunlarla olmamış, katledilenler de bunlardan ibaret değildir; ancak sürecin böyle bir boyutunun olduğunun dolayısıyla emperyalizmin rolünün bilinmesi, yapılacak değerlendirmeleri daha sağlıklı kılar.
Hatırlanacak olursa, bir süre önce yaptığımız “Arap Baharının Ekonomi Politiği” adlı değerlendirmede “(…)yakın tarihte 4 milyon nüfuslu Bosna’da sınırların değişimi, 300 bin insanın yaşamına mal olmuştur. Bu tür süreçlerin içerdiği güçlükler için Irak da, Libya da sıcak birer örnektir.” demiş, ulusal farklara dayalı çelişmelerin niteliğine ve doğurabildiği sonuçlara dikkat çekmiştik. Osmanlı döneminde sömürgeci devletlerin, Kurtuluş Savaşı döneminde de emperyalizmin çelişmeleri keskinleştirici müdahalelerinin etkisi bir de bu açıdan değerlendirilmelidir.
1. Dünya Savaşı’nın nedenlerinden birinin de Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak, paylaşmak olduğu düşünülürse, hemen her olgunun arkasında emperyalist güçlerin etkisini aramanın hiç de abartılı olmadığı görülür. Hatta diyebiliriz ki o süreçte örneğin Çanakkale savaşı dâhil, hemen her cephe, aynı zamanda emperyalistler arası bir çatışma zeminidir; pek çok noktada yerel sorunlarla emperyalist çıkarların kesiştiği veya bu bağlamda bir saflaşma yaşandığı gözlenmiştir.
Uluslaşma sürecinde olan farklı etnik ve kültürel kimliklerin aynı topraklarda yaşadığı imparatorluklar olması itibariyle, Osmanlı ve Çarlık Rusyası benzerdir. Halklar hapishanesi olarak bilinen Rusya’da 1917 Ekim devriminden sonra halklar arasında çatışmaların değil kardeşliğin gelişmesi, farkların kendiliğinden çatışma veya boğazlaşma üretmediğini gösteren önemli bir örnektir.
Kurtuluş Savaşı sürecinde Ermeniler
Aslında Ermenilere yönelik katliam ve sürgün politikaları 1915’te sonuçlanmamış, hatta Kurtuluş Savaşı döneminde de devam etmiştir. Ancak Ermeniler o süreçte artık ulusal bir topluluk olma özelliğini yitirmiş, dağılmış, dünyanın çeşitli yerlerine özellikle de Sovyet Ermenistanı’na göç etmiştir.
Osmanlı döneminde haklı bir zeminde duran, eksik ve zaaflarına rağmen desteklenmesi gereken, ancak çeşitli nedenlerle başarılı olamayan Ermeni ulusal hareketinin, Kurtuluş Savaşı döneminde bu haklılığını yitirmesine sebep olacak türden ilişkilere girmiş olması da üzerinde durulması gereken olgulardan biridir.
Sürecin başından beri, kendi kaderini belirlemeyi Avrupa devletlerine dayanarak sağlayacağına inanan, bu türden ilişki ve beklentilerle hareket eden Ermeniler, Anadolu’nun emperyalizm tarafından işgali sürecinde Fransız ve İngiliz emperyalistleriyle kurdukları dolaysız ilişkiler nedeniyle ilk etaptaki haklılıklarını yitirmişlerdir. Bunu özellikle Maraş’ta Fransız, Sovyet Ermenistanı’nda da İngiliz işbirliği şeklinde görebilmek mümkün.
Marksizme göre, burjuvazinin ilerici niteliğini yitirdiği emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, emperyalizmi güçlendiren ve proletaryayı zayıf düşüren her hareket, kendi kaderini belirlemek gibi haklı nedenlerle yola çıkmış olsa dahi, gerici konuma düşer. Mevcut örnekte Ermenilerin de durumu budur. Sorun yalnızca Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizmle işbirliği yapması ve Sovyet devrimine karşı tavır alması değildir; ayrıca emperyalizmin ulusal baskıyı giderici değil ona zemin hazırlayan niteliği itibariyle de girilen ilişki, Ermenileri gerici konuma düşürmüştür.
Etnik ve dini tek tipleştirme devam ediyor
Bugün Türkiye’de hâlâ Ermeni sorunuyla yüzleşmenin yaşanmamış olması, farkları kucaklayabilecek demokratik bir zemin oluşturulmamış olmasıyla doğrudan ilintilidir. Bu durumu, “demokratikleşemediğimiz için yüzleşemiyoruz, yüzleşemediğimiz için demokratikleşemiyoruz,” biçiminde özetlemek yanlış olmaz. Yüzleşmek, bir yanıyla yıkıntıların ruhsal tamiri için önemlidir; diğer yanıyla demokratikleşmenin ön koşullarından biridir.
1915’in, toplumu tek elden biçimlendirici ruhu, bugünkü sistemde çeşitli biçimler altında varlığını koruyor. Yıllarca insanların istediği ismi almaları önlendi, dilleri yasaklandı, kültürleri ve inançları baskılandı; tekleştirici politikalar yaşamın her alanında ırkçı bir zihniyetle uygulandı. Bundan, sadece Ermeniler değil, egemen tanımların dışında kalan hemen tüm halk kesimleri etkilendi.
Ermenilere yönelik olarak uygulanan katliam ve sürgünlere soykırım niteliği kazandıran olgulardan biri de, Osmanlı yöneticilerinin aldığı kararla, savaş bölgesinde olmayanlar dahil, Türkiye’deki bütün Ermenilerin boy hedefi yapılmasıdır. Dolayısıyla ortada birbirini boğazlayabilecek eşit güçte iki taraf olmadığı için, Ermeniler tarafından çeşitli misillemeler yapılmış olsa da 1915, kimilerinin yaptığı gibi bir çeşit “boğazlaşma” olarak açıklanamaz.
Birinci Dünya Savaşı öncesi, gayrimüslimler nüfusun %20-25’ini oluştururken, 1922’de %2,5’e kadar düşmüştür. Bu durum sadece Ermenilerin değil bütünüyle gayrimüslimlerin çeşitli biçimlerde tasfiye edildiğinin göstergesidir. Hatta etnik ve dini tek tipleştirme kapsamında, Müslüman olmayanların Türk sayılması politikası da izlenmiştir. Bugün gayrimüslimlerin oranı binde bir civarındadır.
Müslüman azınlıklara gelince; sanıldığının aksine onlar tek tipleştirme politikalarından muaf tutulmamış, aksine yukarıda da belirttiğimiz gibi etnik varlıkları yok sayıldığı için daha da boyutlu sorunlarla yüz yüze kalmıştır. Örneğin Çerkezler, Çarlığın Kafkasya’ya yönelik Ruslaştırma politikası sonucu 1864’te Osmanlı topraklarına sürgün edilmiştir. Yaklaşık 1 milyon insan zor kullanılarak topraklarından söküldükten sonra, Osmanlı tarafından imparatorluğun çeşitli bölgelerine dağıtılıp asimilasyon politikalarına tabi tutulmuştur. Asimilasyon, Cumhuriyet döneminde de çeşitli biçimlerde devam etmiştir. Buna rağmen Çerkezler, Türkiye’deki azınlıklar içerisinde ulusal değerlerini koruyup yaşatabilen kesimlerden biri olmuştur.
Çözüm, demokratik halk devrimindedir
Bugün için, gelinen koşullarda Ermeni sorununun çözümü bağlamında çeşitli talepler, çözüm önerileri söz konusudur. Bunlar içerisinde burjuva milliyetçiliğinin dillendirdiği, Anadolu’nun doğusunda ayrı bir Ermeni devleti kurma talebi, tarihin yeniden yapılması anlamına geldiği için gerçekçi değildir.
Devrimciler, tarihsel haksızlıkları belirtip teşhir etmek bağlamında üzerine düşeni yapar; ancak süreci geri çevirip o haksızlıkları giderme koşulu yoktur; böyle bir beklenti gerçekçi değildir. Kaldı ki bu türden çabalar, beraberinde başka/yeni haksızlıklar getirecektir. Örneğin bugün Ermenilerin yurt olarak kabul edip dönmek istedikleri yerlerde Kürtler yaşıyor. Bu yönde atılacak bir adım, bu kez onları topraklarından edecektir. Diğer yandan, Ermenilerin gittikleri ülkelerde iktisadi-sosyal yapıyla bütünleşmiş olmaları sebebiyle de bu talep gerçekçi/uygulanabilir görünmüyor.
İsteyen Ermeniler elbette ki uygun biçimlerde Anadolu’ya dönebilir. Ancak bugünkü koşullarda Ermeni sorununun özü, Türkiye’deki Ermeni azınlığın üzerindeki baskıların kaldırılmasıdır. Genelde tüm azınlıklar üzerindeki baskıya, ayrımcı-ötekileştirici politikalara son vermek, halklar arasında düşmanlaştırıcı eğilimlerle mücadele etmek, tam hak eşitliğini savunmak, devrimcilerin ertelenemez görevleri arasındadır. Kürt ulusal sorununun çözümü gibi ülkemizde azınlıklar sorunu da uzun süreli bir mücadeleyi gerektirir, dolayısıyla da bir devrim meselesidir. Bunun programatik ifadesi, yani azınlıklar sorununun çözüm zemini; antiemperyalist, antioligarşik, demokratik halk devrimidir.
Sorunun köklü çözüm bağlamında bir devrimi gerektirmesi, diğer sorunlarda olduğu gibi hemen bugünden yapılması gerekenlerin olmadığı anlamına gelmez. Aksine, ırkçı-faşist yönlendirmelere, halkları kutuplaştırıcı politikalara hemen bugünden karşı durulmalı, azınlıkların tam hak eşitliği temelinde varlığını koruyup geliştirebilmesi için mücadele edilmelidir.
100 yıl önce bu topraklarda Ermeni halkının uğradığı baskı, katliam ve jenosidi lanetliyoruz. Halklar arasında düşmanlık tohumları eken ırkçı-milliyetçi tüm uygulamalara, tanım ve aşağılamalara son verilmeli, kardeşlik ve eşitlik koşulları yaratılmalıdır.
24 Nisan 2015
Devrimci Hareket