Bir süredir ön görüşmeleri ve hazırlığı yapılan çerçevede, TSK tarafından, işbirlikçi çeteler ve Koalisyon güçleri eşliğinde, 24 Ağustos saat 04.30’da Cerablus’a yönelik askeri bir harekât başlatıldı. Harekâtın amacı, askeri kaynaklarca “sınır güvenliğini sağlamak, IŞİD ile mücadele kapsamında koalisyon güçlerine destek vermek, Suriye’nin toprak bütünlüğünü sağlamak” biçiminde ifade edildi.
Harekâtı önceleyen günlerde Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Türkiye’nin sorunlarının çoğunun “Suriye politikasının sonucu” olduğunu söyledi. Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli ise “Suriye devleti ile” ekonomik ilişkilerin geliştirileceğinden söz etti. Bunlar, Türkiye’nin Rusya’yla ilişkileri düzeltmek dahil son zamanlarda attığı adımlara dair ipucu verse de pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da gelişmeler büyük oranda kapalı kapılar ardında hazırlandığı için, neden-sonuç ilişkisi bağlamında yeterli veriler olarak görülemez.
Söz konusu operasyon, 2011’den bugüne yaşananlardan bağımsız olmadığı gibi gelinen aşamada sürece müdahil küresel aktörlerin dönemsel hesaplarının dışında da değildir.
Neden-sonuç ilişkisi
Evet, darbe karşıtlığının sömürüsü üzerine bina edilmiş bir başka darbenin ürünü OHAL koşullarında dağılan taşları yeniden dizmeyi avantaja çevirmekte olan Türkiyeli egemenlerin, ülke içindeki olağanüstülüğü dışarıya taşıdığı da söylenebilir. Ancak mesele bundan ibaret veya bununla sınırlı değildir.
Süreç, Rusya’yla ilişkilerin düzeltilmesi adımlarıyla başladı. O güne dek göstermelik de olsa yüksek sesle konuşan, hiçbir konuda geri adım atmıyor gibi görünen iktidar, bizzat Erdoğan’ın ağzından uçak meselesi için özür dilemiş ve Rusya’nın tazminat beklentisini karşılamaya denk adımlar atılmıştır. Bu, dayatan koşulların ağırlığının oluşturduğu aciliyetin ifadesidir.
Kabaca bakıldığında mevcut tablo, Suriye’de etkili aktörlerin (sürdürülemez hale gelen mevcut durumu aşma bağlamında) geçici de olsa bir çözüm üretme noktasına geldiğini, bu konuda fiili bir uzlaşmanın yaşandığını ortaya koyuyor.
ABD, vekâlet savaşıyla sonuca ulaşmanın, dolayısıyla da Esad’sız çözümün (özellikle Suriye, İran gibi güçlerin sahada olduğu koşullarda) olanaksız olduğunu görmüş ve şimdilik Esad’lı, Suriye’nin toprak bütünlüğünü gözeten, merkezi yanı güçlü federatif bir yapı oluşturma konusunda diğer aktörlerle anlaşmış görünüyor.
Gerçekte bu, dünya ölçeğindeki kutuplaşmanın sona erdiği veya küresel boyutta yaşanan kapışmanın yumuşadığı anlamına gelmiyor. Bütünüyle Suriye özgülünde geçici bir uzlaşma söz konusu. Eğer bakış açısı daraltılıp salt Suriye’ye özgü bir görünüm alınırsa, sanki ABD ve Rusya aynı amaç için savaşıyormuş gibi görünebilir. Halbuki Suriye, dünya ölçeğindeki büyük satrancın ilk hamlesidir. Planlandığı gibi sonuçlanıp Suriye’de bir normalleşme eşiğine gelinse de önümüzdeki belki de 100 yılı belirleyecek dünya ölçeğindeki satrancın gerekleri bağlamında stratejik adımlar atılacaktır. Örneğin Akdeniz’deki daha da boyutlanması beklenen savaş gemisi yığınağı bunun ifadesidir.
Türkiye, sürecin kaybedenleri arasındadır
Türkiye, 5 yıldır sürdürmekte olduğu haksız savaşın bedellerini ödüyor. Doğrudur, ABD “Cerablus-Mare” sınırının kapanmayacağına dair vermiş olduğu sözün gereklerini yerine getiriyor. Ancak bu bir kazanım mıdır; yoksa hemen tüm bölge ülkeleriyle bozulan ilişkilerin ve 900 km olan sınırın yitirilmesi karşısında, içinde pek çok riski barındıran 90 km’lik bir alanın tutulması ile yetinmek midir?
Şam’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma noktasına gelen Türkiye egemenleri, denklemde sınırlı da olsa yer alabilmek için giderek dönüşü olmayan potansiyel bir bataklığa doğru sürüklenmektedir. IŞİD’in Menbic’te olduğu gibi büyük çatışmalara girmeden El Bab’a doğru çekilmiş olması, daha büyük kayıplar yaşama olasılığını da girilen bataklığın yeni-farklı görevler bağlamında derinleşme ihtimalini de ortadan kaldırmıyor.
Özetle, alan tutmak, güvenliği kalmamış bir coğrafyada “güvelikli bölge” oluşturmak bir kazanç anlamına gelmiyor. Çünkü bölge Ortadoğu, ülke de dünya ölçeğindeki hesapların kesişme noktası haline gelmiş olan Suriye’dir. Taraflar masada en makro taleplerini gündeme getirme hazırlığı içindedir; sahada yaşananlar bunun habercisidir.
Türkiye egemenleri, bu işgale yönelirken OHAL’e veya IŞİD’le her şeye rağmen devam eden ilişkilerine dayanarak cephe gerisinin güvencede olduğunu varsaymış olabilir. Ancak unutmamak gerekir ki olağanüstü koşulların bedelini her zaman yalnızca halk ödemez. Bedel ödeme sırası iktidara ve sahiplerine gelebilir; gelmelidir.
Demokratik Suriye, halkların eseri olacaktır
Mevcut gelişmeler, aynı zamanda PYD’nin de emperyalist güçlerle anlaşarak veya Suriye rejimiyle uzlaşarak özgürlük alanları oluşturma eğiliminin sakıncalarının adım adım gözlenebileceği bir aşamaya gelindiğini gösteriyor. Haseke’deki çatışmalar sebebiyle Suriye Resmi Haber Ajansı SANA’nın, yaptığı açıklamada PYD yerine ilk kez “PKK”nin askeri kanadı” ifadesini kullanması da ABD’nin “Fırat’ın doğusuna çekilme” yönündeki dayatması da bunun işaretidir.
Operasyonun başlaması sonrasında KCK tarafından yapılan açıklamada, “Uluslararası güçlerin de Türkiye ile siyasi çıkarları gereği bu saldırıya göz yummaları, demokratik bir Suriye’yi amaçlamadıklarını göstermektedir. Siyasi güç mücadelesi içinde her türlü kirli ilişki içine girmekte ve halkları çıkarlarına kurban etmektedirler.” değerlendirmesi yapıldı. Doğrusunu isterseniz, “başka türlü olması mümkün mü” diye sormak ve hiç olmasa bundan sonra doğru derslerin çıkarılacağına inanmak istiyoruz.
Suriye’de yakın vadede mevcut aktörlerce hangi tür “çözümler” üretilirse üretilsin bunlar kalıcı olmayacak, son tahlilde ezilen halklar ile ezenlerin temsilcisi iktidar arasındaki sınıflar mücadelesi gerçek ve kalıcı sonucu tayin edecektir. Genelde ezilenlere özelde tüm halk kesimlerine düşen görev, geleceği anlık ve kalıcı olmayan çıkarlara feda etmeden, dost-düşman ayırımını sınıfsal ölçeklerle yapmak ve doğru yerde saf tutmaktır.
Gün, siyasal gerçekleri açıklayarak emperyalizme karşı durma, işbirlikçi iktidarlarına karşı mücadeleyi yükseltme ve halklar arasındaki dayanışmayı büyütme günüdür. Komşu bir ülkenin topraklarının, emperyalist hesaplar paralelinde işgal edilmesine karşı çıkmak, insanım diyen herkesin sorumluluğudur. İçeride OHAL koşullarında yoğunlaşan hak gaspları ve saldırılar, dışarıya yönelik atılan saldırgan adımdan bağımsız değildir. OHAL’e de işgale de hak gaspları ve antidemokratik yasalara da dur denilmeli, bunun için en geniş bağlamda emperyalizme ve faşizme karşı birleşik cephe bilinciyle harekete geçilmelidir.
25.08.2016
Devrimci Hareket