Sınıfsal duruş erozyonu
Beşiktaş ve Kayseri’de gerçekleşen bombalamalar sonrasında solda, devrimci zeminde başlayan tartışmalar, konunun daha kapsamlı, duygusallıkla malul olmayan politik bir dille ele alınmasını bir zorunluluk haline getirmiştir.
Bizler, söz konusu tartışmaların olumlu-yararlı bir sonuç doğuracağına olan inancımızı koruyor olsak da bir süredir yaratılmış olan ve giderek kapsama alanını büyüten sınıfsal duruş erozyonuna değinmeyi bir sorumluluk sayıyor, bu sorunun yürütülen tartışmanın yöntemine de içeriğine de etki ettiği gerçekliğine dikkat çekmek istiyoruz.
Ne zaman sınıfsal bakış açısı yitirilir, öznellik öne çıkar ve sınıfsal ölçekler yerini duygusal-psikolojik ölçeklere bırakırsa, stratejik ufuk günübirlik hesaplarla yer değiştirirse; sapla-saman karışır, araba atın önüne geçer; sonuç nedenden, parça bütünden kopar. Devamında da ezilenlerin ve önderlik konumundaki devrimcilerin gücüne kaynaklık eden haklılıkları, tartışma konusu edilir. Haklı olan, savunma psikolojisi ile hareket etmeye, yanlış yerlere tutunmaya, ölçülerine uygun olmayan bir terazide tartılmayı kendine yakışık görmeye başlar.
Devlet, baskı ve zor tarihsel olarak ezen sınıfın araçlarıdır
Egemen sınıfların, ezen ve haksız konumda olan kesimlerin demagoji, yalan, manipülasyon vb. ile haklı görünme, sömürü ve zulüm düzenine meşruiyet oluşturma çabası, sınıflı toplum kadar eskidir. Haksızın, zorbalığa başvurması bir çeşit sınıfsal zorunluluktur. Devlet, baskı ve zor araçları bu ihtiyaçtan doğmuştur. Gerçekliği kamufle eden araçların yetmediği yerde egemen sınıfların baskı ve zor araçlarına başvurması, sistemlerinin devamı için olmazsa olmazdır.
Egemen sınıflar, zorla el koydukları üretim araçlarını ve sömürü üzerine bina ettikleri düzenlerini ancak devlet denen baskı aracı ile koruyabildikleri için, kölecilikten bugüne toplumsal süreçlerle beraber “güvenlik” araçları ve algısı da gelişmiş, ihtiyaca bağlı olarak etkinliği çeşitlenerek artmıştır. Zindanın en ilkel biçiminden F tipine uzanan tutsaklık biçimleri de kimyasal olanından en spesifik olanına kadar çeşitlenerek gelişen ve en kârlı, en büyük sektörlerden biri haline gelen silah da ezen sınıfların haksızlık üzerine bine edilmiş düzenlerinin devamı içindir.
Amerikalılar tarafından Kızılderililere kurulan tuzaklar ve yapılan katliamlar da bugüne kadar çeşitlenerek gelen işkenceler de on milyonlarca insanın öldüğü dünya savaşları, işgaller vb. de egemen güçlerin sınıfsal kimliği gereği yaşanmıştır. Benzer şekilde taciz-tecavüz-hırsızlık gibi adi suçlar da aynı düzenin dolayısıyla da aynı sınıfsal ilişkinin ürünüdür.
Yine tarih boyunca Mezopotamya’nın Ninova’sından Roma İmparatorluğu’na, Bedreddin’le anılan direnişlerden 1848’e, Paris Komünü’nden Taksim Komünü’ne, Küba Devrimi’nden Mahirlerin pratiğine kadar ezilenlerin haklı mücadelesi ile anılabilecek tüm pratikler, sömürü düzeninin sahiplerinin şiddeti karşısında bir meşruiyet taşır; gücünü haklılığından alır.
Güvenlik, kurumları ve kadrosuyla sınıfsaldır
Tarih yazımları ne denli resmileşirse resmileşsin bu gerçeklik değişmez; şiddetin kaynağı, sömürücü zorbalardır. Ezilenin şiddeti, süreklilik halindeki ezenin şiddetine son vermek için bir tercih değil bir zorunluluktur; Avusturya İşçi Marşı’nda geçen “Hazırlandık son kanlı kavgaya” ifadesi gibi deyim yerindeyse, süreklilik halindeki şiddeti ortadan kaldırmak için son kez başvurulan bir şiddettir. Ve başarılı olduğu ölçüde ihtiyaç olmaktan çıkacak olan, nihai amacın niteliği ile uyumlu olmayan zorunlu bir araçtır. Marksizmde (şiddetle anılan bir araç olarak) devletten “yarı-devlet”, “devlet olmayan devlet” diye söz edilmesi ve geçici bir araç olduğunun, giderek söneceğinin vurgulanması bu sebepledir.
Ezilenler ve temsilcileri, amaçları itibariyle şiddetin değil sevginin insanlarıdır. Sosyalizm, sevginin toplumsallaşmasıdır. İşte Küba’da Moncada kışlası baskını da Granma çıkartması da bu bilinçle, şiddete kaynağı ile beraber giderek son verme perspektifiyle yapılmıştır. Castro’yu-Che’yi güzelleştiren, şiddetle-zorbalıkla değil barışla, insan sevgisiyle anılmalarına sebep budur. Domuzlar Körfezi Çıkartması sırasında adeta tüm halkın silahlanması, aynı meşruiyetin ve güzelliğin gereğidir. Hiç kimse bu silahlanmayı, faşist bir rejimin silahlanmasıyla aynı potaya koyamaz. Böylesine insanlaşmış bir rejimin güvenlik kadrolarını, emperyalizmle bütünleşmiş ve şiddeti kurumsallaştırmış faşist bir rejimin özel kadrolarına benzetemez; dolayısıyla da artık faşizmin özel kuvveti haline gelmiş kurumların sınıfsal işlevi yok sayılarak “görevi başındaki emekçi” tanımı yapılamaz. Arada nitelik farkı vardır. Bu, aynı zamanda sistemsel-kurumsal bir durumdur. Rejimlerin güvenlik ölçüleri, donanımları, bu alandaki uzmanlaşma ve eğitimleri/ideolojileri tek tek her kadrosunda yansır. Değerlendirme yaparken, nasıl kişiselleştirilip ele alınması yerine sistemsel-kurumsal ele alınması gerekiyorsa, sınıfsal mücadelenin sert biçimler aldığı özgün karelerden yansıyan sonuçlar da kişiler üzerinden psikolojik tahlillere tabi tutulmak yerine, kurumsal-sistemsel bir ilişkilenme içinde ele alınmalıdır.
Kimi kesitler, medya gücüyle öne çıkarıldıkları oranda ezilenin meşru savunmasını tartışmalı hale getirebilir. Bu nedenle mutlaka resim büyütülmeli ve medya karelerine o an girmeyen, egemenin şiddetine ait karelerle beraber değerlendirilmelidir. O zaman, şiddet söz konusu olduğunda akla kimlerin gelmesi gerektiği tartışmasız bir hal alır.
Engels, şiddet konusunda, burjuvazi tarafından yapılan yönlendirme ve kara propagandadan, annesine yazdığı mektupta söz eder.
“Sevgili Anne,
Sana bu kadar zamandır yazmamamın nedeni, siyasal etkinliğime ilişkin son düşüncelerine, seni kırmayacak bir biçimde yanıt vermek istememdir. (…) [Engels, Fransız basınındaki yalan haberlerden söz eder.-bn]
Prusyalılar biçiminde kurşuna dizilen bir avuç rehine konusunda, Prusyalılar gibi ateşe verilen iki üç saray konusunda (çünkü tüm geri kalanı yalandır) çığlıklar atılıyor, ama Versailleslıların hileyle silahsızlandırdıktan sonra toptan öldürdükleri 40.000 erkek, kadın ve çocuğa gelince, bir kişi bile bundan söz etmiyor!” (Londra, 21 Ekim 1871)
Toptancı bir reddiye ayrıştırır
Eğer genelde sol, özelde Haziran, değerlerini dünden bugüne uzanan birikimden alıyor; Spartaküs’ten bugüne ezilenlerin direnişini sahipleniyorsa; Mahir-Deniz-İbo yalnızca bir isim değilse ve arka planında kıran kırana bir devrimci mücadele varsa; sınıflar mücadelesi, Gandi’nin “Şiddet karşıtlığının ürettiği güç kesinlikle insan yeteneğinin icat ettiği tüm silahların gücünden üstündür” (Bkz. Aziz Çelik, Birgün) sözlerine sığdırılamaz.
Olgunun adının nasıl doğru konulması gerekiyorsa, tartışma da doğru yapılmalıdır. Yoksa sınıflar savaşımı tarihinde meşru nitelikler taşıyan ve haklının haksıza, güzelliğin çirkinliğe üstün geldiği pek çok pratik savunulamaz hale gelir. Haziran’ın kendisi de bugüne kadarki tüm devrimci değerlerin toplamı niteliğindeki yoldaşlığı da toptancı bir reddiyeyi değil, “birlik-eleştiri-birlik” ilkesinden hareketle eleştirerek ele almayı, ayrışmayı değil farklara rağmen ortaklaşabilmeyi gerektirir.
Mümkünse tek bir insanın burnu dahi kanamadan özgürleşmek en güzeli. Bunu her devrimci böyle bilir, böyle savunur. Ama sınıflar mücadelesinin bugünkü boyutu, sahibinin sesi TV kanallarından yansıtılan dramatize edilmiş kişisel hikâyeleri çoktan aşmıştır. Unutmamak gerekir ki “yaşamı” savunmak adına verilen ve gerçekte apolitik yanı ağır basan tepkiler, ezilen adına yapılan eylemin yanlışlığının kavranmasına ve tekrarının önlenmesine değil, onu daha fazla boğmak için her yola başvuran, hiçbir yanı tutarlı ve adil olmayan asıl terörist yapının elinin güçlenmesine hizmet ediyor.
Ahlak tartışması ve sınıfsallık sınavı
Gerçekte bugün sol içinde yaşanmakta olan tartışma, bir yanıyla ahlak tartışması ise de bir yanıyla da solun sınıfsallıkla sınavıdır.
Doğrudur, Merdan Yanardağ’ın işaret ettiği gibi “Sol felsefi, ahlaki, tarihi, siyasi ve hukuki bakımdan savunamayacağı; dolayısıyla halka karşı suç işlemek anlamına gelen ve bu nedenle meşru olmayan bütün şiddet eylemleri ilkesel bakımdan ret ve mahkum etmelidir.” Ne var ki tam da bu durum, “Meşruiyet nedir, halk kimdir, halka karşı suçun ölçüsü nedir?” sorularını ihtiyaç haline getiriyor. Daha önce de gündeme getirip değerlendirme konusu yaptığımız bir soruyu güncelleyerek söylersek; “Terör nedir, terörist kimdir?” sorusuna somut-güncel bir yanıt aranıyorsa, patlamalardan önce de sonra da yapılan yağma ve linç olaylarına bakılabilir; hafıza, Sivas’a, Maraş’a veya Cizre bodrumlarına uzanabilir.
Bilindiği gibi “terör” kavramı, on yıllardır egemen çevreler tarafından kendi dışındaki oluşum ve etkinlikleri, özellikle de muhalif kesimleri itibarsızlaştırmak için seçilmiş ve içi keyfi olarak doldurulmuş bir kavramdır. Bu nedenle halk güçlerinin, devrimcilerin bu kavramı kullanırken çok daha özenli olması gerekiyor. Bu, karşıtına hizmet eder veya elmaya armut der duruma düşmemek için bir zorunluluktur.
Bugün dünya ölçeğinde en büyük terörist ABD’dir. Bu içerik, işbirlikçi rejimleri de aynı tanımın içine sokar. Bu bağlamda olgular, onların genel-özel diyalektiği içinde halka sistemli bir devlet terörü uyguladığı gerçekliği üzerinden atlanmadan değerlendirilmelidir. Bilinir ki yanlış sorulara doğru cevap olmaz. Bu nedenle değerlendirme yaparken örneğin “Kürt hareketi halk saflarında bir yapı mıdır?” sorusuyla başlamak gerekiyor. Üstelik Kürt hareketi denilince yalnızca “TAK” değil, var olan yapı bir bütün halinde tüm bileşenleriyle (legal-illegal, yurtiçi-yurtdışı) anlaşılmalıdır. Bu konuda yazılacak, söylenecek, eleştirecek çok şey var. Ama hareketin nereye oturtulduğu bilinmeden, hatta sınıfsal ölçüleri reddeden paradigma dikkate alınmadan yapılacak tartışmalar, duygusal-psikolojik dolayısıyla da apolitik duruma düşme riskine açık olacaktır.
Daha açık söyleyelim, “Kürt hareketi halk saflarında mıdır?” sorusuna “evet” yanıtı veriliyorsa (aksi durumda seçim dahil sol kesimlerin beraber örgütlediği tüm etkinlikler bir soru işaretine dönüşür, tutarsızlık hanesine yazılır) “halk düşmanlığı” tanımı bütünüyle yanlış hale gelir. Ve çeşitli açılardan doğru olmayan Beşiktaş, Kayseri gibi eylemlerin, saldırgan-lümpence bir dille değil, çok sert de olsa politik bir dille eleştirilmesini gerektirir.
Seferberlik ama kimlerle kime karşı ve nasıl?
Her zemin ve koşul için doğru, tartışmasız bir eylem biçimi yoktur. Mesele basitçe, günlük akılla, dönemin-sürecin mücadele gerekleri dikkate alınmadan tartışılamaz. Aksi durumda eylem de eleştirisi de güçlü bir zemin üzerine oturmaz; biçimsel verilerin yarıştırıldığı, karşıtlaştırıldığı bir hal alır. Örneğin mesele “HDP ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ demişti. ‘Madem öyle’ dediler, ‘biz de sana siyaset yaptırmayacağız.’”(M. Pekdemir) basitliğinde, Kürt hareketinin kendi iç meselelerine indirgenerek tartışıldığında, böyle bir tartışmadan isabetli sonuç da çözüm de çıkmaz.
Evet, PKK’nin TAK kod adıyla yapmış olduğu eylemler, kendi dışındaki yapıların siyaset yapma şansını büyük oranda zayıf düşürüyor. Bu, çok ciddi bir meseledir; aşılmak istenmesi, devrimci-sol yapıların en doğal hakkıdır. Ancak bir yanlış bir başka yanlışla aşılmaz. Sorun daha da büyür ve sonuçta kazanan yine iktidar olur. Bu sebeple, ne denli yanlış bulsak da TAK’la ifadesini bulan Kürt hareketinin yönelimini önlemenin yolunu “halk düşmanlığı; demokrasi düşmanı, emek düşmanı ve özgürlük düşmanı” tanımında değil, daha gerçekçi, dolayısıyla da daha etkili eleştirel bir zeminde aramalıyız.
Velev ki Kürt hareketi ayrışmayı savunur olsun, bizler bu ayrışmayı hızlandıran “düşmanlık” tanımları mı yapmalıyız; yoksa ne kadar mümkünse, ayrıştırıcılığı önlemenin derdine mi düşmeliyiz?
Evet, örneğin bugün Beşiktaş, Kayseri gibi eylemlerle “demokratik modernitenin” de “radikal demokrasinin” de olamayacağı, niyet ne olursa olsun bunun sonuçta “Seni Reis yaptırıyoruz” anlamına geleceği ve hatta Kürt halkının da “demokratik siyaset” zeminini ortadan kaldıracağı anlatılmalı. Ama bunun anlatılabilmesi için, anlatma ve anlaşılma zemini, siyasal küfre varan kavramlaştırmalarla dinamitlenmemelidir.
Eğer “Kürt siyasetindeki demokratik melekeler ve reflekslerin körelmediğine” inanılıyorsa, “Faşizme karşı birlikte olabilmek tek çaredir.” deniliyor, “faşizme karşı birliktelikte inisiyatif almaktan” söz ediliyorsa (Bkz. Melih Pekdemir), muhatabını bütünüyle karşıt zemine iten tanımlardan uzak durulmalı, bu inanca uygun bir dil kullanılmalıdır. Örneğin, “Ülke, bombaların, silahların, intikam kavgasının içinde adım adım etnik bir boğazlaşmaya doğru sürükleniyor. Her saldırı etnik karşıtlığı körüklüyor. Her saldırı ülkemizi emperyalist merkezlerin tezgâhında gelişen Ortadoğu’nun etnik ve mezhepsel çatışma dalgasına daha fazla yaklaştırıyor. Bu saldırı etnik ayrışmayı derinleştiren, kardeşliğimizi vuran bir saldırıdır.” (ÖDP) çağrısı uygundur-isabetlidir; ancak bunun devamında “AKP iktidarının sorumlu davranmaya çağrılması” gerçekçi olmadığı gibi isabetsizdir.
İktidarın sınıfsal saiklerle, emperyalizmin bölge politikalarından bağımsız olmayan biçimde başlattığı halka karşı seferberliği, ayakta karşılamak, yara alınsa da düşmemek, birbirini sahiplenmek ve birbirine tutunmak için bir karşı seferberliğe ihtiyaç vardır. Bunun içeriği de adı da ezilenlerin terminolojisinden seçilmelidir, devletin kavramlaştırmalarından da bozucu-ayrıştırıcı, lümpenliğe varan ifadelerden de kaçınılmalıdır.
Darbe koşullarının kalıcılaştırılması yönünde adımların atıldığı bugünkü süreçte, faşizme karşı birleşik cephe bilincinin gereği olarak, ezilenlerin dinamiklerinin her birinin ve bir arada hepsinin dikkate alındığı kardeşleştirici bir duruşa ihtiyaç vardır; Haziran’ın temsil ettiği değerler ve tüm ezilenleri kapsayan nitelikteki potansiyel yoldaşlığı, bunu gerektirmektedir.
Devrimci Hareket
22 Aralık 2016