Referandum çalışmaları sırasında, faşizmin güncel kesitlere içerilmiş pek çok biçimdeki yansımasına tanık olduk. Bu süreçte yaşanan saldırılar yer yer kişiselleşmiş, özgün dar kareler gibi görünse de gerçekte bunların özü sınıfsaldır; emekle sermayenin farklı bağlamlarda karşı karşıya gelmesidir. Zulüm, sömürünün yani sermaye sahibinin iktidarının devamı için başvurulan bir araçsa; faşizm de bunun tekelci dönemde almış olduğu biçim ve içeriğin sınıfsal tanımıdır. Cehalet de dinsel sömürü de hiçlik ve lümpenleşme de faşizm için kullanışlı bir enstrümandır. Ve tam da bu bağlamda Goethe’nin “Dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir” sözü hafife alınmamalıdır.
Olağanüstü bir süreçten geçiyoruz
Bilindiği gibi Türkiye’de 1945 sonrasında rejimin giderek derinleşen, deneyim biriktirip kalıcılaşan niteliği faşizmdir. Faşizmin kendisi de olağanüstüdür; sermayenin, şiddetin çıplak olanından örtülü olanına kadar pek çok araçla tahkim ettiği bir rejimdir. Ancak bir süredir, Dünya da bölge de ülke de olağanüstü tanımlara denk bir iklimin etkisi altında.
Toplumsal iklim, 20. yüzyılda iki kez rastlandığı biçimde, pazarların paylaşımının, sınıfsal kutuplaşma ve ayrışmanın bir dünya savaşını ihtiyaç haline getiren boyutlarda olduğunu gösteriyor. Daha önceki deneyimlerden de bilindiği gibi sermayenin kurulu düzenini devam ettirmek için zordan manipülasyona kadar başvurduğu hiçbir aracın yetmediği, demokratik işleyişin biçimsel olanına dahi tahammülsüzlük edildiği böylesi koşullarda, tüm kamuflajlar atılır ve sınıfın sınıfa karşı şiddeti en doğrudan biçimini alır; bunun adı faşizmdir.
Faşizm, Berkin’in ekmeğine ve gülümsemesine bile tahammülsüz güçlerin devlet biçimidir; kötülüğün, karanlığın ve iktidar şiddetinin kanıksatılmasıdır; Soma’nın da Roboski’nin de Ergenekon yargılamalarının ve Gezi’deki kurşunların da arkasında durmak; Yenikapı’da olduğu gibi patronu, tarikat liderini ve generali aynı amacın bileşeni haline getirmektir.
15 Temmuz, emperyalizmin ve sermaye güçlerinin düzen tasavvurundan bağımsız olmayan bir açık faşizm girişimidir. Yarım kalan bu girişim, 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL’le süreklilik kazanmış ve AKP tarafından adım adım tamamlanmıştır; Nisan’ın 17’si için tasarlanan değişim, sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde daha doğrudan, engelsiz ve gecikmesiz bir düzen oluşturmak üzere açık faşizme anayasal çerçeve kazandırmaktır.
Dünyada emperyalizm, Türkiye’de ve Cizre’de faşizm
Cizre’deki de faşizmdir, Okmeydanı’ndaki de. Cizre’de evler ağır silahlarla insanlar içindeyken yıkılır; Okmeydanı’nda içindekiler boşlatılarak dozerle yıkılır. Ama sonuçta ikisi için de rant-talan ve yalan geçerlidir; ikisinin de amacı sermayenin azami kâr hırsıdır; sömürgeciliğin, derinliğine sömürünün kural tanımazlığıdır; kentsel dönüşüm adı altında güncellenmesidir.
Okmeydanı’nda Berkin gaz fişeğiyle vurulur, Cizre’de çocuklar doğrudan kurşunla vurulur. Berkin gecikerek ölür, Cizre’de vurulanlar anında ölür. Ama faşizmin öldürdüğü bütün çocuklar aynı anlama gelir; gidişlerini resmeden fotoğraflarda da bıraktıkları mirasta da kardeşleşir, yoldaşlaşır; kavganın ve geleceği kurmanın mayası haline gelir. Tam da bu bağlamda, Ahmed Arif gibi “hep olmayacak şeyler” “gülünç, acemi ve çocuksu” şeyler kurmak da bir dirençtir; mücadele envanterine en ciddi şeyleri sığdırıp 17’sine hazır olmak da.
Ya faşizm ya faşizm
“Faşizm ölmeden ne çok iyi insan ölecek” demişti Julius Fuçik. Fuçik öldü, çok güzel insanlar da öldü; ama faşizm de ölümsüz değil. Ezilenler olarak biz çok yenildik ama ezenler de yenilmez değil. Onlar gücünü zorbalıktan alır, biz haklılıktan. Bu nedenle, onlar silah biriktirir, biz moral güç ve yoldaşlık enerjisi biriktiririz. Mutlaka onların da 17’si için envanteri vardır. Hatta buna “ya faşizm ya faşizm” demek de mümkün.
Bu süreçte referandum sonuçları elbette önemli. Ancak dünya ölçeğinde biriken ve çözümü ertelenen çelişmeler, Ortadoğu’da olduğu gibi sıcak savaşı kaçınılmaz kılarken Türkiye’de de çelişmeleri keskinleştirmiş, uzun soluklu bir mücadeleyi ihtiyaç haline getirmiştir.
Özellikle referandum çalışmaları sırasında ortaya çıkan tablo, faşizmin askeri ve kurumsal gücünün yanında mücadele edilmesi gereken, sayıca hafife alınamayacak yozlaşmış-lümpen bir kitle tabanının da oluştuğunu gösterdi. Bu bağlamda bugün referandum sonuçları ne olursa olsun, mücadelenin kolay veya kısa sürede sonuç veren bir yolu olmayacaktır. Tam da bu nedenle, sandıktan kalıcı/kesin çözümler beklemek yanıltıcı olacaktır. Sandıktan Hayır da çıksa Evet de çıksa; örgütlenmenin nicel ve nitel boyutunu büyütmek, en geniş bağlamlı birleşik mücadele için birlikler oluşturmak ve mücadeleyi yükseltmek dışında yolumuz yoktur.
Nisan’dan Mayıs’a yolu Haziran’ca taçlandırmak
Önümüzdeki süreçte AKP dahil sağın, sermaye temsilcilerinin içinde bir ayrışma, bir iç mücadele olabilir. Bu, görüntüde iktidar partisini zayıf da düşürebilir. Ancak sol-devrimciler beklentilerini, siyasetini bu türden olasılıklar üzerine bina etmez. Daha açık bir dille söylersek bizim ilgimiz ve enerjimiz, sağdaki ayrışma olasılıklarına değil soldaki, halk kesimlerindeki bütünleşmeye yoğunlaşmalıdır.
Eğer başkanlıkla amaçlanan, AKP’nin 15 yıllık icraatlarının yani genelde emperyalizmle özelde Türkiye oligarşisi ile anılabilecek tüm kötülüklerin sistemleşerek kalıcılaşması ve faşizmin derinlikte ve renk karartmada sıçrama yapması ise, 16 Nisan’da yükselecek “Hayır” sesi, bir itirazın olduğu kadar geleceği kazanmanın da habercisi olacaktır.
Darbe koşullarının veya faşizmin darbeye özdeş niteliğinin bir iklime dönüştüğü, darbeden yana çıkarı olan bir avuç zorba dışında hemen herkesin bunun olumsuz sonuçlarına maruz kaldığı koşullarda ezilenlerin barikatlarını çoğaltmak ve barikat kardeşliğini örgütlemek; 16’sının devamında, Nisan’dan Mayıs’a doğru yürünecek yolu Haziranca taçlandırmanın koşuludur.
Devrimci Hareket
16 Nisan 2017