Engels demokrasiyi şöyle tanımlar; “ Demokrasi azınlığın çoğunluğa tabi olmasıyla özdeş değildir. Demokrasi azınlığın çoğunluğa tabi olmasını kabul eden bir devlettir, yani bir sınıfın diğerine karşı; nüfusun bir bölümünün diğerine karşı sistematik zor uygulaması için bir örgüttür” ( Demokrasinin Aşınması Üzerine )
İlkel komünal toplumun son evresinde mülkiyet kavramı ortaya çıkmıştır. Aşiret içinde bazen en yaşlı ve tecrübelisine, bazen de en güçlüsüne bazı imtiyazlar sağlanarak grup içi sorunlar, avlanma ve barınma konusunda da çıkacak sorunlar çözülebiliyordu; artık-ürünün ortaya çıkmasıyla birlikte gruba önderlik eden kişilerin de kendilerine ait mülkiyetleri oluşmaya başlıyordu. Böylece mülkiyetin ilk biçimi olan aşiret mülkiyeti ortaya çıkıyordu.
Avlanma alanlarının verimsizleşmesi, nüfusun çoğalması gibi nedenlerle aşiretler başka av sahalarına geçiyor, orada daha önceden bulunan aşireti savaş yoluyla ya kendilerine dahil ediyor ya da elde edilen köleleri öldürüyordu. Zamanla mülkiyetini büyütmeye başlayan aşiretin önde gelenleri kölelerden yararlanma yoluna gittiler. Örneğin büyük bir sürüye sahip aşiret önde geleni, köleler yoluyla bu sürüleri kolayca idare edebiliyordu. Böylece “ Fetih yoluyla ya da bir çok aşiretin sözleşme yoluyla bir tek kent halinde birleşmesinden ileri gelen ve köleliğin varlığını sürdürdüğü antik komünal mülkiyet ve devlet mülkiyeti ikinci mülkiyet biçimini ortaya çıkarıyordu .” (F.Engels, Alman İdeolojisi )
Atina antik kent devletlerinin öncüllerindendir. Halk, sınıflara ayrılmış; en üstte yönetici aşiretler, daha altta zanaatkar ve köylüler, daha altta özgür yabancılar ve en altta da köleler vardı. Demokrasi, en üstteki varlıklı sınıflar arasında ( yatay ) vardı. Bu sınıf kendi arasında son derece demokratik iken, diğer sınıflar için aynı derecede acımasızdı. Örneğin Atina‘da tefecilik yaygındı; halkın alt tabakalarının topraklarını, verdikleri borç karşılığı ipotek ediyor ödeyemeyince de ellerinden alıyorlardı. Yabancı uyrukluların Atina’da hiçbir hakkı yoktu, köle ile yoksul halk arasında bir yerde idi. Kölelerden bahsetmeye gerek bile yok, çünkü onların hiçbir hakkı yoktu. Köleler, savaşlarda elde edilen tutsaklar ve borçlarını ödeyemeyen yoksul halktan ( eş ve çocuklarıyla birlikte ) oluşuyordu. En ağır işlerde, en zor koşullarda ölesiye çalıştırılıyorlardı.
Atina kent devletinin son dönemlerine doğru İtalya’ya yoğun göçler yaşandı. Oradaki aşiretlerle birleşerek tarihin gördüğü en büyük ve en vahşi köleci imparatorluk olan, Roma İmparatorluğu’nu kurdular. Soylular kendi aralarından seçtikleri temsilcileri Senato’ ya gönderiyorlar, bu temsilciler de iktidardaki ( Tüccar, Tefeci, Plantasyon Sahipleri, Askerler ) grupların kendi aralarında son derece demokratik ittifakını sağlıyordu. Aralarındaki sorunlar burada çözüme bağlanıyor, diğer sınıflara karşı ortak çıkarlarını temsil ediyordu. Senato, o dönemin en demokratik yönetim biçimini ortaya çıkarıyordu, tabii ki yönetici sınıflar için.
Soyluların hemen altında ruhban sınıfı yerini alıyordu, onlar da soyluların artıklarıyla besleniyordu. Daha altta zanaatkarlar ve köylüler vardı, köylüler toprağa bağlıydı, toprakla birlikte alınıp satılabilirdi. En altta da tabii ki köleler. Köleler soylulara ait olan plantasyonlarda ( büyük topraklar ) onbinler, yüzbinler halinde en zor koşullarda çalıştırılıyorlardı. Kölecilik o kadar azmıştı ki kölelerin hiçbir değeri yoktu artık; başkaldıranlar, itaat etmeyenler ya da zevk için köleler, soyluların Arena dedikleri insanlık dışı koşullarda, bir yanıyla da ibret olsun diye ( günümüzde ibret olsun diye sistem yargılı-yargısız infazlar, kayıplar, işkenceler vb. yollara başvuruyor ) vahşi hayvanların önüne atılıp ölümü izlettiriliyordu.
Engels; “… Kölelik olmasaydı, Yunan devleti, sanatı ve bilimi olamazdı, kölelik olmasaydı, Roma imp. olamazdı….Roma imp. olmasaydı modern Avrupa da olmazdı ” diyor. ( Tarihte Zorun Rolü )
Köleci İmparatorlukların yıkılmasıyla küçük devletler kurulmuş ve feodalizm dönemine geçilmiştir. “ üçüncü mülkiyet biçimi, feodal ya da zümre mülkiyetidir.” (F.Engels, Alman İdeolojisi) Feodal mülkiyette serf (köylü) ile servaj (derebeyi, soylu) ilişkisi egemendir. Köylüler topraklarının sahibidir fakat topraklarını başkalarına satamaz ya da terk edemezlerdi. Ayrıca Servaj‘a topraktan elde ettikleri gelir karşılığı vergi (angarya, aynipara biçiminde) ödemek zorundaydı. Ruhban (din adamları) sınıfı halkın topraklarına iyice çöreklenmişti. Toprakların büyük çoğunluğu soyluların elindeydi, geri kalan toprakların da yine büyük bölümü kiliselere ait ve çok küçük bir kesim köylülere aitti. Osmanlıda ise kulluk ilişkisi hakimdi. Padişah herşeyin sahibi, halk ise onun kulları idi. Kulluk sırasına göre vezirler ve devlet “bürokratları” tımar sistemiyle, din adamları vakıf arazileri ile, feodal ağalar yurtluklar (üzerindeki köylülere birlikte devredebilme) ile ödüllendirilirken; köylüler, mudarebe, ipotek, öşür vs. yoluyla açlığa itilirken zanaatkarlar da benzer yöntemlerle sindiriliyordu. Osmanlı tarihinde yüze yakın halk ayaklanması olmuş hepsi de katliamla bastırılmıştır.
XV. yüzyılın sonlarında deniz ticaretinin gelişmesiyle tüccar ve tefeci sermaye iyice güçlenmiş, Rönesans ve Reformun etkisiyle burjuvazi mezar kazıcısı proletaryayla birlikte tarihteki yerini almıştır. Gücünü iyice yoğunlaştıran burjuvazi; “ İlk karşı çıkışını Almanya‘da Luther’in kiliseye karşı savaşıyla gerçekleştirmiş, birinci ayaklanma küçük soyluluğun ayaklanması (1523), ikincisi büyük köylü savaşı (1525) dır. Bu savaşlarla ilk burjuva devrimi gerçekleşti. İkincisi İngiliz devrimi; 1648‘de başarıya ulaştı. Kilise toprakları büyük toprak sahiplerine dağıtıldı.
Üçüncüsü Fransız devrimi (1789) dir. Devrim feodalizmin kalıntılarını sildi süpürdü. Medeni hukuk eski Roma hukukunu, çağdaş kapitalist koşullara ustalıkla uyguladı.” (F. Engels, Alman İdeolojisi)
Kapitalizm doğuşuyla birlikte tarihteki en vahşi sömürüyü gerçekleştirmiş, topraklarından atılan köylülerin manifaktürlere gelmesiyle son derece sağlıksız koşullarda 16,17,18 ve daha da fazla çalışma saatleriyle işçileri insanlıklarından çıkarmış, ortalama yaşam sınırını 30-35‘e kadar düşürmüştür.
Sömürgeleştirdikleri ülkelerin yer-altı kaynaklarını, ormanlarını, hayvanlarını kar uğruna kapitalist anayurtlara kaçırmışlar hatta insanlarını köleleştirerek insanlık dışı koşullarda ölünceye kadar çalıştırmışlardır. Bu sömürü ve talan, büyük servet birikimlerine yol açmış, bu yolla kendi ülkelerindeki küçük ve orta burjuvazinin büyük bir kesimi tasfiye edilerek onların da mallarına el koymuşlardır.
Fabrika sistemine geçişle birlikte içteki pazar sorununu çözen burjuvazi dış pazara, sömürgelere meta ihracını hızlandırıp, ithalatı sınırlandırmış böylece pek çok ülkenin ekonomisinin çöküşünü hazırlamıştır. “ İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, Hintlilerden hediye olarak 6 milyon sterlin almışlardır. 1869-70 arasında İngilizler bütün pirinçleri satın aldılar ve çok yüksek fiyatların altında satmaya yanaşmayarak yapay bir kıtlık yaratmayı başardılar (1866 yılında yalnız Orisse eyaletinde 1.000.000′ dan fazla Hintli açlıktan öldü.)” (K.Marks, Kapital-I )
“ New England’lı Puritenler, 1703 yılında meclislerinin kararı ile, her kızılderili başı ve tutsak edilen her kızılderili için 40 sterlin ödül koydu; 1720 yılında kelle başına ödül 100 sterline yükseldi; 1744 yılında Massachussetty’de belli bir kabile isyancı ilan edilince 12 yaş ve daha yukarısı erkek kafası için 100 sterlin, erkek tutsak 105 sterlin, çocuk ve kadın tutsak 50 sterlin, çocuk ve kadın kafası 50 sterlin.) ( K.Marks, Kapital-I)
Kapitalizm girdiği her yerdeki üretim ilişkilerini darmadağın etmiş, yerine kendi tarzını getirmiş tabii bu geçiş halklara son derece pahalıya mal olmuştur. Örneğin Osmanlı Devleti 1850 yıllarında İngiliz ve Fransız şirketlerine imtiyaz sağlamış, gümrük duvarlarını indirmiş, böylece yüzlerce yıldır varlığını sürdüren pek çok zanaat kolu yok olup gitmiştir. Bursa’da dokuma tezgahları iş yapamaz duruma gelmiş, halıcılık bitirilmiş vb. otuz yılda Osmanlı ekonomisi iflas etmiş, Düyun-u Umumiye kurulmuş tüm gelirler borçları kapatabilmek (faizini) için uzun yıllar yabancılara bırakılmıştır. Dış borcun ödenmesi 1930’lara kadar sürmüştür.
Yine Güney Amerika’da yerli halk kapitalistler tarafından zorla maden ocaklarına doldurulup ölünceye kadar maden çıkarma işinde kullanılmıştır. Koşullar o kadar ağırdı ki 30 yaşına kadar yaşayabilen yok gibiydi, ocaklarda sürekli toz yutan ve sürekli orada tutulan yerli halk tam bir katliama uğratılmıştır. Madenlere çocuk yaşta alınıyorlar ve ölene kadar orada çalıştırılıyorlardı.
Avrupa‘da yaşayan yoksul halk da farklı koşullarda değildi. Sömürü, talan her yandaydı. Ama diğer yandan da uygarlık ilerliyor, bilimsel buluşlar, makinelerin gelişmesi, ekonomilerin büyümesi, kısacası sanki iki farklı dünya vardı; birisinde sömürü ve talan, diğerinde (kapitalistler arasında) çağdaşlaşma, demokrasi ve devlet aygıtı.
Türkiye’de devletin gelişmesi de sancılı olmuştur. Kurtuluş savaşı sürecinde devletin temelleri atılmış (Sivas, Erzurum kongreleri vs.) savaş sonrasında kurulan 1. ve 2. Meclis hakim ittifakın (radikal küçük burjuvazi, feodal ağalar, şeyhler, tüccarlar vs.) aynası olmuştur. 2. Dünya Savaşı sonunda tekelci burjuvazi ve emperyalizmin de dahil olmasıyla oligarşi niteliğini almıştır. 1960’larda ülke kapitalistleşme sürecine girmiş, tekelci burjuvazi yeterince güçlü olmadığı için devlet hızla faşizme kaymıştır. Faşizm; geniş halk yığınlarının ekonomik, sosyal ve siyasal her türlü hak arama mücadelesinin zor yoluyla bastırılmasıdır. Yeni-sömürge ülke gerçekliği de başka türden devlet biçiminin olgunlaşmasına engeldir. Darbeler, tekelci burjuvazinin yönetmesi/ gelişmesi önündeki engellerin kaldırılma (temizlenme) süreçleridir.
Devlet söz konusu olduğunda, sol adına pek çok çevreden gelen salvo atışlar iyi incelendiğinde ibretlik durumlar ortaya çıkmaktadır. Reel sosyalizmin çözülüşüyle emperyalist sisteme güzellemeler, methiyeler düzenlerden, ulus devletin tarihe karıştığını savunanlardan, her gelişmeyi burjuva klikler arası bir çatışma olarak algılayanlara(*) kadar geniş bir yelpaze söz konusudur.
Yaşanan eksen kayması, sosyal-demokratları sağcılaştırdığı gibi (“Karaoğlan”ın MHP’den daha milliyetçi, CHP’nin ANAP-DYP’den daha serbest piyasacı olması gibi) radikal sol gözüken kimi çevreleri de sosyal demokratlaştırdı, hatta freni boşalanlar bile oldu. Örneğin seçimler öncesi TV’lere çıkan bazı DEHAP yöneticileri özelleştirmeye karşı olmadıklarını, serbest piyasa ekonomisinin faydalarını(!) sayıp dökmeye başladılar. Yine bir başka TV programında ÖDP adına katılan kişi (Türkeş’in oğluyla) faşistlerle aralarındaki farkın ne olduğunu bile anlatamayacak kadar şaşkınlaşmıştı. Aslında kuruluşundan beri duruşunu “anti” olarak tanımlayan, ne olduğundan çok ne olmadığıyla kendini anlatan, devrimcilikle arasına Çin Seddi ören bir partinin temsilcisinden de daha fazlasını beklemek herhalde insafsızlık olurdu.
Burjuvazi, gerek işçi sınıfının mücadelesi gerekse sömürge ve yarı-sömürge halkların başkaldırısı sonucu bazı tavizler vermek zorunda kalmış, açık zor uygulamalarını perde arkasından yönetmeye çalışmış buna da demokrasi adını vermiştir.
Kapitalist ülkelerde burjuvazinin çıkarlarını güvenceleyen, insanların seçimden seçime sandığa giderek kendilerini “yönetecek” kişileri seçmesine dayanan özünde halkı aldatan sisteme temsili demokrasi denir. İmaj, vitrin sandık demokrasisinin en önemli araçlarıdır.
Türkiye’deki seçimleri düşünürsek; birincisi, halkın paraları devlet partilerine “milletvekili” sayısına göre dağıtılır. İkincisi, bu yetmez iktidar partileri devletin tüm imkanlarını (baraj, okul, yol temelleri atmaktan, il-ilçe sözleri vermeye kadar. Hatta denizle kıyısı olmayan şehirlere liman sözü bile verildi) bu işe yöneltir. Üçüncüsü, tekelci burjuvazi devreye girip bazı adayları finanse eder (kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez). Dördüncüsü, aday olan kişiler tüm ekonomik güçlerini seçilebilmek için seferber eder. Sonuçta milletvekili, belediye başkanı vs. seçilebilmek için trilyonlar akıtan adaylar seçimden sonra küplerini doldurmaya başlar.
Kazananı önceden belli seçim yarışları sürer gider. Kim seçilirse seçilsin seçimin galibi her zaman burjuvazidir.
“Radikal Sol” da 1990 sonrası sandık demokrasisini keşfetti. Kimi solun makus talihini yenmek, ülkede sol bir dalga yaratmak için yola çıktı, paramparça oldu. Bir başkası “sistemin boşluklarından” yararlanıp işçi sınıfını daha rahat örgütleyeceğini savundu, neredeyse tüm sendikalardan dıştalandı.
Devrimciler hiçbir mücadele biçimini baştan reddetmez. Ama örgütlü mücadele (parti vs.) olmadan da yasal partinin işlevsiz kalacağını bilir. Örneğin 1907 Rusya’sında Bolşevikler Duma’yı kendi siyasetlerini halka ulaştırabilmenin araçlarından biri olarak gördüler. Bolşevik Parti’nin politikasını Duma’ya taşıdılar. Sonuçta tutuklanıp Sibirya’ya sürgüne gönderildiler; ama, yaprak kıpırdamayan bir dönemde Bolşevizm’in halkın gönlünü kazanmasında aracı oldular.
Demokrasi deyince, bazı solcularımız emperyalist ülkelere öykünmeyi severler. Demokrasi buralarda işçi sınıfının kahramanca mücadelesi sonucu gelişti. Geçmişe şöyle bir göz atarsak
bunu daha iyi anlarız. Örneğin İngiltere’de Cartist hareket çalışma saatlerinin kısaltılması, genel oy hakkının kazanılması, grev ve sendikal haklar için onlarca yıl mücadele verdi.
Fransa’da işçi sınıfı burjuvazinin elinden haklarını alabilmek için bir çok kanlı mücadeleye atıldı. Almanya, İtalya, İspanya, Rusya benzer süreçlerden geçti. Örneğin Çarlık Rusyasında bir burjuvanın ya da toprak ağasının oyu onlarca işçinin, köylünün oyuna denk kabul edildi. Sanırım kadınlara seçme-seçilme hakkının sağlanmasının Fransa’da 1950 sonrasına dek sürdüğünü bilmek yeterli olacaktır.
İktidardaki sınıf, binlerce yıldır ezilenlerin, çıplaklığını görmemesi için devlet denilen incir yaprağıyla kapatmaya çalışmış, düşmemesi için de demokrasi dedikleri tutkalı kullanmışlardır. Yapmamız gereken o yaprağı düşürmektir.
Lenin’den bugüne yaşananlar onu haklı çıkarıyor. Örneğin ABD’de iki parti (DP ve CP) belki de yüzyıldan daha uzun süredir dönüşümlü olarak halkı aldatıyor. İngiltere’de de durum pek farklı değil. İki parti (İP ve Muhafazakar Parti) çok uzun yılardır aynı işi görüyor. Diğer ülkelerde durum çok farklı değil. Almanya (SDP ve MP), Fransa (SP ve Sağ Koalisyon), İspanya (SP ve MP) Türkiye (CHP ve AP-DP) gibi. 1980 sonrası sistemden yayılan pis kokular halkı kusma noktasına getirmiş, değişik alternatifler(!) denenmiş ama özünde bir değişiklik olmamıştır.
Engels, Fransa’da İç Savaş’a Önsöz’de “Yalnızca eski ve feodal devlet değil, çağdaşlığı temsil eden devlet de sermaye yoluyla ücretli emeği sömürmenin bir aracıdır…ama gerçekte, devlet, bir sınıfın diğeri tarafından ezilmesi için var olan bir örgütten başka bir şey değildir ve monarşide olduğu gibi demokratik cumhuriyette de aynıdır” diyor.
Bugün bazı çevrelerin dillerine doladığı “demokratik cumhuriyet” sloganı hiçbir anlam ifade etmiyor. Daha dün sosyalistleri Kemalizm batağına batmakta suçlayıp bugün Kemalizm’i yeniden keşfetmeleri, AB-ABD’den Kürt sorununun çözümünü beklemeleri, TÜSİAD’ın “demokrasi raporlarına” alkış utmaları, kitlelerini af beklentisi içine sokmaları kısacası dün kara dediklerine bugün ak demeleri, ya devleti tanımadıklarını ya da adım atacak mecallerinin dahi kalmadığını gösteriyor.
Dönek Kautsky‘de Lenin “Bir liberal için demokrasiden genel olarak söz etmek doğaldır; fakat bir Marksist şunu sormayı hiçbir zaman unutmaz; hangi sınıf için? ..” AB’nin emperyalist niteliğini bile bile ondan demokrasi bekleyen solcularımıza da aynı soruyu
yöneltmeliyiz; hangi sınıf için? Gerçekten de örneğin Fransa’nın Ruanda’da bir haftada bir milyonu aşkın insanın ölümünden doğrudan sorumlu olduğunu, Sırbistan parçalanıp halkların birbirine kırdırılmasında, NATO’nun seyreltilmiş uranyumlu silahlar (yasaklandığı halde) kullanarak öldürmekle kalmayıp kanser gibi hastalıklar yayarak milyonlarca insanı yavaş yavaş öldürmesi, vs. AB’de demokrasi gerçekten vardır, ama burjuvalar için. Örneğin Filistin halkının başına bombalar yağarken zengin başbakan Mahmut Abbas en iyi dostlarıdır. Ya da Afgan halkı dünyanın en yoksul ülkesi haline getirilirken savaş ağaları (Raşit Dostum vs.) en iyi dostlarıdır.
“…Devrim, kuşkusuz dünyanın en otoriter şeyidir; devrim halkın bir bölümünün kendi iradesini, halkın öteki bölümlerine, top, tüfek, süngüyle, otoriter araç olarak ne varsa hepsiyle, zorla kabul ettirdiği bir eylemdir; ve zafer kazanan yan, boş yere savaşmış olmak istemiyorsa, iktidarını silahlarının gericilere saldığı korku ile elde tutmalıdır …” (F.Engels, Anarko Sendikalizm)
Burjuvazi iktidardan uzaklaştırılmasına rağmen uzunca bir süre tehlike olmaya devam eder. Binlerce yıldır devam eden yönetme alışkanlıkları, paralarının ellerinden alınması korkusu, “basit bir işçiyle” aynı işyerinde aynı işi yapma olasılığı, parayla kandırdığı bir miktar insanın hala çevresinde pervane olması, sabotaj, emperyalist ülkelerden sağladıkları her türlü destek vs… onları tehlikeli yapmaya yeter.
Proleterlerin ve yoksul halk kesimlerinin devrimden sonra devlete ihtiyacı uzunca bir süre devam eder. Ama bir farkla, artık azınlığın çoğunluğu değil, çoğunluğun bir avuç burjuvayı baskı altında tutmasının bir aracıdır devlet.
Engels, Agust Bebel’e yazdığı mektupta “Devlet, savaşımda, devrimde, hasımlarına karşı zor yoluyla baskıyı örgütlendirmek için yararlanılması zorunlu bir kurum olduğundan bir ‘özgür halk devletinden’ söz etmek tamamen saçmadır ” diyor. ( Anarko Sendikalizm )
Devrim sonrasında ne olacak, burjuvaziye ait ne varsa ortadan kaldırılacak mı? Tabii ki hayır. “
Sadece burjuva hukukunun üretim araçlarıyla bağlantısı kaldırılır
.” (K.Marks) Yoksa gerek mevcut hukuk sistemi(düzenlenerek) ondan devralınan aydın ve bürokratlardan (yeni insan yaratılana kadar) yararlanılır. Bürokrasiye düşmekten kaçınmak için Marks, Gotha programının eleştirisinde; 1- Sadece seçim değil, aynı zamanda her an görevden alınabilirlik; 2- İşçi ücretlerini aşmayan bir ödeme; 3- Derhal, denetim ve gözetim
işlevlerini herkesin yerine getirmesine, herkesin bir süre için(bürokrat) olmasına geçiş, böylece tam da bu yüzden hiç kimsenin (bürokrat) haline gelmemesi gibi öneriler getiriyor.
Burjuvazinin temsili (sandık) demokrasisi yerine, proleterler doğrudan demokrasiyi savunur, yaşamın her yerinde devrimi beklemeksizin fabrikada, tarlada, okulda, evde halkın sorunlarına sahip çıkarak, üretenin yöneten olduğu bir dünyayı kurmak için basitten karmaşığa tüm toplumsal dokuya nüfuz ederler. Sovyet, Konsey, Direniş Komiteleri yeni bir dünyanın müjdecisidirler.
Marks “Devletin sönüp gitmesinin ekonomik temeli, komünizmin kafa ve kol emeği arasındaki karşıtlık ortadan kalkacak kadar yüksek bir gelişmesidir ” diyor. (Gotha programının eleştirisi)
Konuyu Engels‘in Gotha ve Erfurt Programının eleştirisindeki satırlarıyla bağlayalım; “…Özgürlü k, toplumun üstüne yerleşmiş bir organizma olan devleti, topluma tamamen bağlı bir organizma biçimine sokabilmektir
.”
* * * * *
(*) Sol bir dergide Çorum’da yüksek rütbeli bir subaya yapılan suikast girişimi önce burjuva klikler arası çatışma olarak uzun uzun kritiği yapıldı. Olayın devrimci bir örgüt tarafından üstlenilmesi sonucu yazı sessizce tekzip edildi.
Bir başka traji-komik olay Diyarbakır eski emniyet müdürü Gaffar Okan’ın öldürülmesi (karanlık geçmişi gözardı edilerek) Kürt Ulusal hareketinin “Demokratik Cumhuriyet” (!) açılımlarının baltalanması olarak görülmüş kitlesine neredeyse günlerce yas tutturmuştur. Kimbilir belki arkasından ağlayanlar bile olmuştur.
Sayı 10 (Ağustos-Ekim 2003)