Başını Arabistan’ın çektiği çeşitli ülkeler tarafından Katar’ın “teröre destek olduğu” iddiasıyla suçlanması ve ilişkilerin kesilmesi ile beraber gündeme gelen Katar krizinde resmi olarak dillendirilen gerekçeler, duyduklarıyla yetinenler dışında hemen hiç kimseyi ikna etmedi.
Giderek şiddetlenen ve kapsam büyüterek hızlanan yeniden paylaşım koşullarında atılan bu adım, çeşitli tartışmaları/değerlendirmeleri beraberinde getirdi. ABD’nin Suriye ordusunu vurduğu, Rusya ile ABD arasındaki gerilimin büyüdüğü bu koşullarda, krizin görünen/gösterilen boyutuyla yetinmeyip arka planını okumak, süreçteki muhtemel gelişmeleri değerlendirebilmek açısından büyük önem taşıyor.
Hatırlanacak olursa “Arap Baharı” olarak bilinen sürecin ilk etabında Katar, El Cezire dahil çeşitli imkanlarıyla söz konusu müdahalede Türkiye gibi en aktif öznelerden biriydi. Süreç, doğrudan ABD eliyle örgütlendi. Ancak 2013’te bölgede rüzgâr Müslüman Kardeşler’in aleyhine esmeye başlayınca, 18 yıldır iktidarda olan baba şeyh Hamad’ın yerine bir saray darbesiyle oğlu şeyh Temim getirildi. Bu da ABD tercihiydi. O günden bugüne Katar’ın da Türkiye’nin de Ortadoğu’daki rolü/duruşu yine ABD tarafından adım adım yeni sürece doğru yönlendirildi. Bugün yer yer sürtünmeler olsa da ne Katar’da ne de Türkiye’de İhvan’la ilişkiler bağlamında ABD’nin müdahalesini gerektirecek boyutta bir dirençten söz edilemez. Türkiye’nin ABD politikalarına karşı direnç gösterdiği noktalar var ise de bunlar İhvan’la ilişkiden öte boyutlardadır ve farklı değerlendirmeler gerektiriyor.
Gerilimin gerçek nedeni nedir?
Öncelikle şunun bilinmesinde yarar görüyoruz; bugün hâlâ ABD de Suudi Arabistan da Suriye dahil pek çok ülkede çeşitli cihatçı örgütleri desteklemekte, para ve silah dahil her türlü yardımı yapmakta ve politikalarının bir parçası olarak kullanmaktadır. Özellikle Suudi Arabistan, bu işin akla gelebilecek ilk kaynağıdır. Hatta son olarak ABD’yle yapılan 380 milyar dolarlık anlaşma, bir yanıyla Trump dönemine özgü ABD-Arabistan ilişkilerinin devamı için ödenmiş bir “fatura” niteliği taşısa da diğer yanıyla bölgeye silah akışının devamını ifade ediyor ve işbirlikçi çetelerin ihtiyaca göre donatılmasını amaçlıyor.
Mademki Suudi Arabistan suçlama yaptığı konuda Katar’la yıllardır, kimi duruş/açı farkları olsa da Yeşil Kuşak’tan Ilımlı İslam projesine ve bugüne kadar İslam radikalizmini beraber destekliyor ve Arabistan bugün hâlâ bu konuda Katar’dan daha ileri adımlar atıyor; o halde gerilimin gerçek nedeni nedir? Yıllardır cihatçı çetelerin sponsorluğunu beraber yaparken, ne oldu da bu noktaya gelindi?
Bölgede hiçbir gelişme yeniden paylaşımdan bağımsız değildir
Genel kabul gördüğü gibi küresel boyuttaki hegemonya ve paylaşım mücadelesinin odağı Asya-Pasifik bölgesine kaymış durumda. Bu, dünya ölçeğinde bir hegemonya mücadelesi olduğu kadar aynı zamanda Avrupa’yı da kendine entegre etme mücadelesidir. Çin, İpek Yolu projesi ile böyle bir entegrasyonu amaçlarken, ABD bu entegrasyonun oluşumunu önlemek için ne gerekiyorsa yapıyor. Benzer şekilde Çin’in küresel boyuttaki arayışları ve adımları da sürüyor. Örneğin Çin’in adım adım uygulamaya sokmayı planladığı İpek Yolu projesiyle Çin ile Avrupa arasındaki sevkiyat süresinin 45 günden 15 güne düşeceği, söz konusu projenin 65 ülkeyi bağlayacağı, 65 ülkede “refah kuşağı” oluşacağı söyleniyor.
İşte ABD, böyle bir entegrasyonu önlemek için bir taraftan Çin’i kuşatır ve çeşitli biçimlerde baskı altına alırken, diğer taraftan Avrupa ile böyle bir entegrasyonda basamak rolü oynayabilecek Türkiye, İran ve Rusya’nın bu sistemin bir parçası olmasını engellemeye çalışıyor. Bunun yanında ABD’nin ya da genelde emperyalizmin en önemli özelliklerinden biri de sistem için ciddi bir tehdit olabilecek boyutta alternatifin oluşmasını kesin biçimde engellemektir. Bunun için bölgesel anlamda da olsa sistem için tehdit oluşturma potansiyeli olan ülkelerin bir biçimde enterne edilip etkisizleştirilmesi amaçlanıyor. Bu bağlamda hedef tahtasına konulmuş ülkelerin başında Rusya geliyor. Bu çerçevede NATO yeniden güncellenir ve üye sayısı artırılırken, yeni silahlar ve yeni üslerle etki alanı doğuya doğru kaydırılarak Rusya kuşatılıyor. Önümüzdeki süreçte NATO’nun muhtemel yakın adaylarından biri Gürcistan’dır. Azerbaycan’ın üzerinde ise İsrail doğrudan etkili. Bölgede Azerbaycan’ın ikili bir rolü var. Birincisi İran Azerbaycan’ı üzerinden İran’ın kontrolü, ikincisi Kafkaslar üzerinde kışkırtıcı rol oynayarak Rusya’nın kontrolü.
Çeşitli açılardan ABD’nin bölge politikaları karşısında direnç/tehdit oluşturan İran’ın ise hem Hint Okyanusu’na ulaşım hem de Avrupa’ya geçebilmek açısından bir basamak oluşturabilme potansiyel var. Ayrıca Körfez’deki ağırlığı ve gerektiğinde Hürmüz boğazını kapatarak dünya ekonomisini tehdit edebilme potansiyeli itibariyle İran’ın bir biçimde etkisizleştirilmesi amaçlanıyor.
Türkiye’ye gelince…
Türkiye, uzun yıllar NATO içerisinde ABD’nin en sadık işbirlikçisi konumundaydı. Ancak Sovyetlerin dağılması sonrasında NATO’nun yeni işlevine dair tartışmaların gündeme geldiği süreçte, TSK içinde de Avrasya bütünlüğünün içinde yer almak gibi eğilimler belirdi. İşte bu eğimlerin temsilcisi ulusalcı kesimlerin tasfiyesi ve NATO içerisinde TSK’yı yeniden işlevlendirmek üzere Ergenekon, Balyoz gibi davalar eşliğinde bir tasfiye operasyonu geçekleştirildi. Ancak ekonomik gereksinimlerden kaynaklanan nedenlerle Türkiyeli burjuvazinin arayışları devam etti. Çünkü (otomobil, beyaz eşya dışında) düşük maliyetli ürünlerde, Çin ve Hindistan’ın var olan ticareti nedeniyle Avrupa’ya ihracat yapabilme potansiyeli yeterli (veya alternatifsiz) değildi. Bir diğer olasılık olarak Afrika ise kuşatılmış, işgal edilmiş durumdaydı. Amerika gibi uzak, okyanus ötesi bölgelere ihracat imkânı zaten sınırlıydı. Dolayısıyla Türkiye burjuvazisi, gelenekselleşmiş ilişiklerin dışında farklı bir arayış içerisine girdi. Bu açıdan örneğin Rusya pazarı gerçekten bakir bir alandı.
Bir süredir ABD tarafından geçmişte Sovyetlere de yapıldığı gibi askeri teknolojiyi ön plana çıkarmaya mecbur bırakılan Rusya, üretim alt yapısını geliştirebilmiş, ileri teknolojiye ulaşabilmiş değildir. Bir süre önce bu sorununu Almanya’yla girdiği işbirliği içerisinde aşmaya çalıştı ve belirli oranlarda başarılı da oldu; ancak Ukrayna olayları vb. nedenlerle Almanya’yla kurulmuş olan bu bağ giderek koptu. Ve bugün artık Rusya, bazı alanlarda Türkiye’nin bile teknolojisine muhtaç durumda. Dünya ölçeğinde uygulanan ambargoyu/ablukayı aşmanın bir aracı olarak da gördüğü Türkiye’ye örneğin MİG-35’lerin üretimini teklif ediyor veya Erdoğan’ın da dillendirdiği gibi S-400’lerin ortak üretiminden söz ediliyor. Bu anlamda bugünkü noktaya, kimilerinin sandığı gibi Erdoğan’ın egemen sınıflara kendini dayatmasıyla değil egemen sınıflarını tercihlerini Erdoğan’a dayatmasıyla gelindiğini söyleyebiliriz.
Türkiye’nin özgün bir ilişki içerisine girdiği ülkelerden biri de Katar’dır. Şeyh Hamad döneminden beri devam eden stratejik ilişki giderek kayıt dışı boyutlar almaya başladı. Yılda yaklaşık 25 milyar dolara varan tanımlanmamış para girişleri oluyor. Ayrıca Digiturk, Finansbank, Abank gibi şirketleri satın almak dışında askeri bağlamda da kimi yatırımlara ve ticari ilişkilere girmiş durumda. Bu durum, bir dönem İran’a uygulanan ambargoyu aşmak üzere Zarrab’la girilen ilişkiyi anımsatıyor. Söz konusu ilişki, ekonomik imkânlarını değerlendirerek bölgede finans merkezi olan, uluslararası yatırımlar yapan; medya, hava ulaşımı vb. konularda bölgede öne çıkan Katar’ın da işine geliyor. Yani Türkiye ile Katar arasında bir çeşit simbiyotik ilişkiden söz etmek mümkün.
Tek hamleyle Katar’a ve Türkiye’ye ayar
Yukarıda aktardığımız ilişki ve nitelikler, ne Katar ne de Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğunu göstermiyor. Ancak, Katar’ın Körfez’de Suudi Arabistan’ın dolayısıyla da ABD’nin politikalarıyla uyuşmayan kimi adımları/insiyatifleri, Türkiye’nin de ABD’yle ilişkide (ABD politikalarına karşı) direnç gösterdiği kimi noktalar, ayar verme bağlamında bir müdahaleyi ihtiyaç haline getirdi.
Bir süredir yaşanmakta olan paylaşım koşullarında artık Körfez şeyhliklerinin milyar dolarlarının da güvencede olmadığını, dünya ölçeğindeki her türlü zenginlik gibi sahip olunan kaynakların da iştah kabartan emperyalist tekellerin gündemine çeşitli biçimlerde gireceğini daha önce de söylemiştik. Bu anlamda son olarak yapılan 380 milyar dolarlık anlaşmanın ABD tarafından Suudi Arabistan’a, ilişkinin devamı açısından dayatılmış bir maliyet olduğunu söylemek abartılı olmaz. Bunun hemen sonrasında tetiklenen Katar krizinin bir boyutunun da benzer bir faturanın Katar’a kesilmesi olduğunu söylemek mümkün. Nitekim çok kısa bir süre sonra ABD ile Katar arasında 12 milyar dolarlık uçak anlaşması yapıldı. Ayrıca Katar’ın paylaştığı doğalgaz havzası nedeniyle İran’la olan ilişkisi ve Çin’e doğalgaz satışında dolar yerine yuan kullanmaya başlaması gibi nedenlerden de söz ediliyor. Bütün bunlar, Sünni dünyanın liderliği iddiasında olan Arabistan’ın yanına almak istediği Mısırı’ı memnun etmek üzere Müslüman Kardeşler konusunu Katar’ın karşısına çıkarmış olabileceğini gösteriyor.
ABD Türkiye’yi hangi konularda nereye kadar geriletmek istiyor?
Katar krizine dair yukarıda sıraladığımız tüm nedenlerin yanında, müdahalenin bir diğer önemli nedeni, Katar üzerinden Türkiye’nin direnç gösterdiği kimi noktalarda geriletilmek istenmesidir. Tam da bu noktada “ABD Türkiye’yi tam olarak nereye çekmek istiyor; bu müdahaleden neyi amaçlıyor? Borsa dâhil çeşitli noktalardan müdahale etme imkânı varken neden bu yol tercih ediliyor?” gibi sorular akla geliyor.
Türkiye elbette Avrasyacı olmuyor veya NATO’dan çıkarak eksen de değiştirmiyor ama bir arayış söz konusu; yeni dengelerde herkes kendine imkân arıyor, yer arıyor, bölgesel anlamda etkisini artırmaya çalışıyor. İşte tam da bu bağlamda “ABD Türkiye’yi hangi konularda nereye kadar geriletmek istiyor?” sorusu ihtiyaç haline geliyor.
Bugün Ortadoğu’da ABD için öncelikli mesele İran’ın etkisizleştirilmesi, dolayısıyla da İran’dan Irak Şiilerine ve Lübnan Hizbullah’ına kadar uzanan bağın koparılmasıdır. Bunun için Suriye’nin toprak bütünlüğünün parçalanması, ABD açısından olmazsa olmaz önemdedir. İşte tam da bu nedenle Türkiye’ye, kuzeyde bir Kürt oluşumu ve doğuda bir Sünnistan için ikna olup direnç göstermemesi bağlamında baskı yapılıyor. İkincisi, Türkiye’nin ABD politikaları çerçevesinde İran’la arasındaki mesafeyi artırması ve gerilimi tırmandırarak İran’ın kuşatılmasında daha etkili rol alması isteniyor. Üçüncüsü de Türkiye’nin Rusya’yla ABD’yi rahatsız eden boyuttaki ilişkilerinin sınırlandırılarak yeniden düzenlenmesi yönündeki dayatmadır. İşte bu vb. nedenlerle ABD, Türkiye’deki milliyetçiliği tahrik etmemek ve Türkiye ile devam eden ilişkileri bozmamak için örneğin borsayı çökertmek gibi direkt müdahaleler yerine dolaylı araçları seçiyor. Arabistan üzerinden Katar’a müdahale edip Türkiye’nin girmiş olduğu (kayıt dışı nakit akışını da içeren) ayrıcalıklı ilişkiyi bozmak, tam da bu türden dolaylı ama etkili bir yöntemdir.
Önümüzdeki süreçte de bir süredir yaşanmakta olan paylaşım savaşının gereği olarak ABD’nin, kendi insiyatifi dışında gerçekleşen, kendisinin kontrol etmediği türden ticari ilişkilere, para akışına vb. müdahale etmesi; diş geçirebildiği noktalarda bu türden alan ve imkân kontrolü gerçekleştirmesi beklenmelidir.
Yazının yayına hazırlandığı süreçte ısınan Türkiye-Almanya geriliminin de dünya ölçeğindeki paylaşım ve hegemonya savaşıyla doğrudan ilintisi vardır. Mesele, insan hakları savunucuları, tutuklanan yazarlar vb. gibi görünse de gerilimin bir ekonomi politiği vardır. Ve başlı başına bir yazı konusudur.