Koca bir dünyanın
Küçücük bir hapishanesinde Adı üzerinde, bir hücrede Beraber tecrit edildiği bir insana
Neden kendini kanıtlamaya çalışır insan?
Neden en “bir” olunması gereken yerde
“iki” olur? Neden var olmak için kendine rakip arar?
Mülkiyet duygusunu ve meta ilişkilerini kanıksamak, toplumsal dokunun hemen her hücresinde rastlanan rekabet ve yarış atmosferinin bir parçası haline gelmek, özel mülkiyet üzerine kurulu sınıflı toplumun, hemen her bireyinde rastlanan özelliklerdir. Üretim ilişkileri yaşam koşullarına, yaşam koşulları duygu ve düşünceye yansır. Yaşamın pratik seyri içinde çekilen sınırlar, düşünce ve duyguda da çekilir. Sahiplenme, kendi alanını büyütmeyi, sınırlarını kalınlaştırmayı ve mesafeleri meşrulaştırmayı beraberinde getirir.
İç içe geçmiş bir görüntü arz etse de her düşüncenin, yaşam içindeki her duruşun burjuva ideolojisine veya proleter ideolojiye tekabül ettiği bilinir. Söz konusu ideolojiler, bir değerler sistemi, bir dünya görüşü olarak da yaşamda karşı karşıya gelir. Farklar, toplumcu olanla bireyci olanın, bütünleştirici olanla dağıtıcı olanın mücadelesi biçiminde kendini gösterir.
Dikkat edilirse sistemin en büyük saldırısı, kendisine yönelen itirazların bütünlüğünü bozmaya dönük olmaktadır. Onlar topluma bir bütün halinde saldırmakta ama iki kişinin bir araya gelip itirazda bulunmasına tahammül edememektedir. Bunun için sosyal hemen tüm bağlar dinamitlenmekte, aileden arkadaşlığa, sosyal bağlardan yoldaşlığa kadar hemen her bütünleşme işareti boy hedefi yapılmakta ve deyim yerindeyse toplumsallaşma zeminleri zehirlenerek dayanışma, birbirine tutunarak doğrulma ve güç biriktirme olasılıklarının önüne geçilmeye çalışılmaktadır.
Burjuva felsefesi dağıtıcı, Marksist felsefe yapıcı, bütünleştirici ve kaynaştırıcıdır. Buna rağmen bunun ölçü alındığı ilişkiler dağılıyor, örgütler bütünlüğünü koruyamıyor, müzik grupları süreklilik oluşturamıyor, kültür merkezleri kapanıyor, kişisel başarı öyküleri örgütsel başarı öykülerinin önüne geçiyorsa, ortada ters giden bir şeyler var demektir.
Bugün artık deyim yerindeyse, Platon’un mağara örneği, mağaradan ve tarihten çıkıp yaşamın içine yerleşmiş, egemenin elinde bir algı ve görüntü kırıcı araca dönüşmüştür. Hemen her olgu için artık, gördüklerimiz ve duyduklarımız yetmemekte, dağarcığımızdan bir şeyler katarak her olguyu yeniden değerlendirmek kaçınılmaz bir ihtiyaç haline gelmektedir. İşte tam da bu nedenle okumalı, bilgi edinmeli ve bu bilgiyi yaşama taşıyabilmek için felsefe öğrenmeliyiz. Bilinir ki felsefe, bilgi sevgisidir; devrimcilik, insan sevgisidir; yoldaşlık, sevgi ve güven üzerine bina edilmiş ilişkidir.
Felsefe, aynı zamanda neden-sonuç ilişkisidir; olgular arasında bağ kurmaktır; özü biçime feda etmemek, ama biçimi de yok saymamaktır; ezberlemek değil anlamak, kavramak ve hayata geçirmektir.
Buna yaşamın her alanında, tüm meslek gruplarında ihtiyaç vardır. Bir avukatın sistemi tanıması, suç-ceza ilişkisini doğru kurması; kimi, neyi ve nasıl savunması gerektiğinde isabet açısından bir ihtiyaç, hatta zorunluluktur.
Bir öğretmenin, disiplin zoruyla ezberletme yerine, konunun özüne inerek kavratma yöntemini seçebilmesi ve öğrencileri müfredata kurban etmeyecek yöntem ve araçlar geliştirebilmesi, sistemi tanıması ve alternatifini gösterebilmesiyle mümkündür.
Tüm bilimlerde olduğu gibi tıpta da doğrular/önermeler donmuş kalıplar değildir. Yöntemler, her hastaya uyan bir şapka değildir. Doktorun hastayı iyi dinlemesinden, kendini iyi anlatma şansı tanımasına ve kitabî bilgiyi âna taşırken dogmatik davranmamasına kadar, başarısını etkileyecek pek çok faktör vardır.
Sanat, başlı başına özgün bir alandır; yaratıcılıktır. Taklit gibi ezber de üretkenliği olumsuz yönde etkiler. Örneğin tiyatroda zorunlu olarak ezber bir yan vardır. Ancak sahneye taşındığında ezberin izine rastlanıp rastlanmaması kişinin oyun yeteneği kadar, kavrayış ve algısını geliştirmiş olması ile de ilintilidir.
Bir ressamın doğru renkleri seçmesi, nasıl bakışındaki incelme oranıyla ilintiliyse, fırçanın tuvalde izlediği yolun ve vuruşların neler ürettiği, kişinin toplam repertuarıyla ilintilidir. Bu repertuara, “görmek-geçirmek” denen birikim kadar, öğrenme ve öğrendiğini doğru bir yöntemle âna, yaşama, tuvale taşıyabilme de dahildir.
Her Marksizm okuyanın hayata Marksist’çe bakamaması, her kapital okuyanın iktisadi gelişmeleri doğru yorumlayamaması, yöntemsel bir soruna işarettir. Bu sorunun aşılması için felsefe dersleri önemli bir basamaktır; hafife alınmamalıdır. Elbette hemen her gelişme ve olgunlaşma gibi bu da bir süreç sorunudur. Önemli olan sürece doğru yerden girip istikrarlı biçimde yol almaktır.
Kapitalizmin yaygınlığı her an ve her yerde devrimi gerektiriyor. Kişi, kendinde devrimle işe başlamalı, nihai amaçla bağını koparmadan, taşıdığı kimliğin gereklerinin her an ayırdında olarak hareket etmelidir. Bu, hem teorik hem de pratik bir süreçtir; bir yazar veya sanatçı için de, bir emekçi için de geçerlidir. Her şeyi metalaştıran, hemen her üretimi pazar-piyasa zeminine çeken sisteme karşı direnmek, fikri ve fiili bir itiraz gerektirir. Marks, tam da bu bağlamda, sanatçıyı zanaatkâra dönüştüren piyasa koşullarını eleştirir. Sartre da, “ayakkabıcı ürettiği ayakkabıyı giyebilir, ancak yazar yalnızca yazıp bununla yetinemez” diyerek, üretim-geçim ve değerler arasındaki diyalektiğe (gözetilmesi gereken dengeye) dikkat çeker.
Bu, ilk bakışta zor ve yorucu gibi gelir. Ancak, insanı o zorluklara da yorgunluklara da değecek sonuçlarla ödüllendirir; yaşamın bütününü anlam ve güzellikler toplamına çevirir. O andan itibaren ben, “biz”e dönüşmeye, yoldaşça bağlar kalıcılaşmaya, yürekler birbirine değmeye, beyinler beraber üretmeye başlar. Sistem elbette böyle bir ortama da sızar. Ancak, sürekli aşkla tanımlanabilecek ilişkilerin kimyası karşısında etkisizleşir. İşte rekabetle, yarışla, “ben” yoğunluklu duruşlarla baş etmenin şifreleri, sevgi ve güven üzerine bina edilmiş böyle bir ilişkide gizlidir.
Devrimci normlarla örülü böyle bir zeminde ikili ilişki bağlamında aşk elbette vardır. Hatta sınıflı toplumun koşulladığı norm ve alışkanlıkların, dolayısıyla kolay tükenip tüketen ilişkilerin tersine, o alan, değerlerin somutlanabildiği iki kişilik bir toplum, bir sosyalizm pratiği olarak görülebilir. Bu bağlamda, sınırlı paylaşımlar üzerine kurulu, ilk heyecanlardan ibaret kısa menzilli/ömürlü ilişkilerden sadece biçimde değil nitelikte de ayrılır.
Bu niteliklerden biri de sevmeyle sahiplenmeyi karıştırmamak, paylaşımı fiziki paylaşıma indirgememek ve ilişkiyi yoldaşlık zemininde yaşayabilmektir. Daha da önemlisi, aşk dahil hiçbir konuda tekilleşip bireyselliğin dar hesapları içine sıkışıp kalmamak; yöntemsel olanı kişisel olana feda etmemektir.Özellikle günümüz koşullarında, yöntemsel tarzın yerini bireysel tarzın alması biçimindeki eğilim hiç olmadığı denli yaygınlık kazanmış durumdadır. Örgütlü olanın içinde çoğu kez bireysel olanın büyümesi önlenememekte, “ben” olgusuyla “biz” olgusunun kaynaşması sağlanamamaktadır. Bunun nedeni yöntemsizliktir, dolayısıyla örgüt içinde örgütsüzlüktür. Geçmişte farklı yapılardan temsilciler bile masada ayrı ayrı fikir belirtmektense, ortak fikre katılmayı tercih ederdi. Bugün yoldaşlar dahi, en bildik konuda bile yapılması gerekenin özünü bireysel yaklaşım farkına kurban edebilmektedir. Fikri uyum ve bütünlük yerine, bireylerin kendini dayattığı örnekler sıkça yaşanıyor. Halbuki felsefe, kendi bildiğini dayatıp bilgiden kaçmak değil, bilgi sevgisidir veya Sokrates’in dediği gibi“neleri bilmediğini bilmektir.”
Devrimci yaşamı fragmanlardan ibaret gören, bilgiyi doğru yerden edinmek yerine aforizma ezberleme tembelliği içinde olan, hiçbir şeyin derinine inme risk ve zahmetine katlanmayan, sabırsızlıkla malul bir duruş; ilmik ilmik örülmüş bir sevdanın gerektirdiği merdivenleri göze almaz. Halbuki aşk, onu göze alabilenlerin işidir.
Kimileri varolan değerleri taçlandırmak için tören yapar, kimileri de değerlerin yokluğunu (değersizliği) şaşaayla, saman alevi görüntülerle örtmek için tören yapar. Önemli olan,
değerlerin bir bütün halinde yaşama içerilmesidir. O zaman aşk da aşık da değerlerin bir parçası haline gelir ve yaşam bir bütün halinde törenleşir. Bu, bir tahterevalli gibidir. Hangi tarafa daha çok basılırsa, diğer taraf boşa çıkar.
Bu nedenle;
“Ben sevdim mi
Fırat gibi Dicle gibi
Ulusötesi severim
Bir yanım Meriç
Bir yanım Fırat olur
İsa çarmahından çıkıp gelir .” diyebilmeliyiz.
Devrimci Hareket, Sayı:43