Barzani’nin, bilinen tüm kuralların üzerinden atlayarak almış olduğu referandum kararı, bir süredir değerlendirme/tartışma konuları içerisinde öne çıkmış durumda. Daha önce de çeşitli bağlamlarda söylediğimiz gibi artık hemen hiçbir gelişme, küresel boyuttaki paylaşımdan bağımsız düşünülemez.
Referandum, bir yanıyla başkanlığı fiili olarak sürdüren ve parlamentoyu işlevsiz kılan Barzani’nin doğrudan kendi ihtiyacıdır. Kasım’daki seçimler öncesinde böyle bir atraksiyonla, meşru olmayan konumunu meşrulaştırma ve bölgesel konjonktürün avantajlarını kullanarak tarihsel rolünü oynama adımdır. Ancak buna rağmen referandumun aynı zamanda emperyalizmin (ABD ve AB’nin) bölgesel politikaları dışında tamamen öznel nedenlerle atıldığını düşünmek, olgunun asıl/belirleyici yönünü ıskalamak olur.
ABD, “Zamanlama uygun değil, riskler ortaya çıkabilir” biçiminde açıklamalarda bulunsa da gerçekte referandumu isteyen asıl güç olduğu gerçekliği gizlenemiyor. Bu konudaki belirleyici neden, Ortadoğu’daki bazı dengelerin ABD’nin/AB’nin öngördüğünden çok daha erken değişmesidir.
Sürecin ilk etabında büyütülüp beslenerek sahaya sürülen IŞİD’in, uzunca bir süre bölgedeki dengeleri kendi ekseninde geliştirip emperyalizme zaman kazandıracağı düşünülüyordu. Ancak Rusya’nın bölgeye müdahalesi, Esad’ı tasfiye etmenin mümkün olmadığının görülmesi ve giderek Ortadoğu’da yeni dengeler oluşturma konusunda hesapların tutmaması, emperyalizm açısından alelacele bazı radikal adımların atılması ihtiyacını öne çıkardı.
ABD için gelinen aşamada “Şii Hilali” ile bilinen güçlerin bırakalım parçalanmasını daha da bütünleşmesi, kabul edilebilir bir durum değildir. Benzer şekilde, Deyr ez Zor’daki Rusya-Suriye atağına rağmen, Irak’ın Kuzey batısı ile Suriye’nin doğusunda bir Sünni devlet oluşturma amacından vazgeçmiş değildir. Ancak sıkışan hesaplar onu yeni atraksiyonlara zorlamıştır.
Dikkat edilirse Barzani/KDP de referandum sonrasında hemen bağımsızlığa geçmeyi düşünmediklerini söylüyor. Yani bu, bir yanıyla sembolik bir adımdır; diğer yanıyla alelacele yapılmasının nedeni, dikkatlerin başka noktaya çekilmesi ve hatta İran gibi güçlerin başka sorunlarla meşgul edilmesidir.
Barzani yönetimi iflasın içindedir
Goran Hareketi’nden Dr. Saed Kakei, “Vatandaş aç. Memurlar, Peşmerge, öğretmen maaşını zamanında alamıyor. Parası da ya yarım ya çeyrek miktarda eline geçiyor. Ekonomi çok kötü. Gençler göç etmek zorunda kalıyor” biçiminde özetliyor iktisadi tabloyu. Bu konuda daha çok şey söylenebilir. Ancak sorun yalnızca ekonomide değil; siyasal olarak ve demokratik işleyiş bağlamında da bir iflastan söz etmek mümkün.
İşte bu koşullarda Barzani/KDP, görüntüyü kurtarabilmek için simgesel anlamlar yüklediği referandum adımını atıyor ve böylece kamuoyuna kendini kabul ettirmeyi, bugüne kadarki başarısızlığını bununla örtmeyi amaçlıyor.
Barzani’nin hamlesini, küresel boyutta ve bölgede taşların yerinden oynadığı bir konjonktürde, yer yer Erdoğan’ın yaptığı gibi rol çalma, öne çıkma adımlarına da benzetebiliriz. Bu, özellikle Barzani açısından bir yanıyla da Kürtleri şeklî de olsa bir devlete kavuşturup tarihsel rolünü oynamaya da hizmet ediyor.
Türkiye, başından beri sürecin içindedir
Türkiye, bugüne dek Barzani ile doğrudan ve çok yakın ilişkiler kurdu. Bunda, PKK’nin KDP tarafından dengelenmesi beklentisi de iktisadi hesaplar da vardı. Bölgeyi aynı zamanda bir arka bahçe, bir pazar olarak gördü. Hatta Özal’dan bugüne Kürtlerin hamiliğine soyunma işi adım adım büyütüldü. AKP’nin özellikle son dönemlerinde, Barzani yönetimiyle bir çeşit “Bağımsız devlet”miş gibi ilişki kuruldu. Bölgede körüklenen mezhepçi ayrışmadan da yararlanarak, Irak Merkezi Hükümeti’yle ve İran’la yaşanan gerilimlerde genellikle, Sünni kimliğiyle Barzani desteklendi. Hatta hesaplar yer yer Irak Kürdistanı’nın Türkiye ile federatif vb. yöntemlerle entegrasyonunu dillendirme noktasına vardırıldı. Böylece de Musul ve Kerkük petrolleri üzerinde söz sahibi olunacaktı…
Aynı zamanda, Türkiye’nin ve tabii ki ABD’nin Kürt sorununa yaklaşımında KDP bir örnek modeldi. Tüm bölgede KDP’lileştirme dayatıldı; “İslam kardeşliği” eksenindeki çözüm arayışlarında veya Rojava’ya alternatif oluşturma çabalarında hep Barzanicilik/KDP’leştirme hesapları vardı.
Tüm bu hesaplar gösteriyor ki bağımsızlığı adım adım döşeyen basamaklarda Türkiye başından beri vardı. Bugün yapılan askeri yığınaklar ve hamasi açıklamalar bu gerçekliği değiştirmiyor. Dahası, AKP’nin 2019’a dair hesaplarında bu adımların da doğrudan rolü/yeri vardır. Dinciliğin milliyetçilikle harmanlandığı bir zeminde, baskın rol oynayarak bileşenlerini çoğaltma (MHP, BBP vb.) ve CHP gibi iradeleri etkisizleştirme hamlelerinde öyle görünüyor ki referanduma karşı yükseltilen gürültünün de rolü olacaktır; nitekim CHP bir kez daha tezkere meselesinde AKP-MHP çizgisinin ilerisinde olmadığını göstermiştir.
Oluşturulan yasal zemin ve yapılan askeri hazırlıklar/yığınaklar bir yanıyla cephe gerisine, Türkiye halklarına bir gözdağı niteliği taşırken, diğer yanıyla emperyalizmin bölgedeki savaş politikalarına taşeronluk için hazır olunduğunu gösteriyor. Belki sanıldığı veya dillendirildiği gibi Irak’a işgal bağlamında girilmeyecektir ama bölgede yakın ilişki içinde olunan Sünni aşiretlerin süreç içinde cesaretlendirilmesi ve yönlendirilmesi bağlamında TSK’nın varlığı işlevli olacaktır; çeşitli enstrümanlarıyla Türkiye bölgede görünürlüğünü artıracaktır.
ABD’nin-İsrail’in hesapları ve olası gelişmeler
Referandumun, öncelikle İran ve Türkiye’yi doğrudan etkilemesi bekleniyor. Bilindiği gibi Türkiye, genellikle ABD eksenli bir politika sürdürmekle birlikte, bazı konularda ABD’nin uzun vadeli politikalarına kendi güncel çıkarları bağlamında direnç gösterebiliyor. Genel anlamda söylersek, ABD’nin uzun vadeli politikalarıyla Türkiye’nin/AKP’nin uzun dönemli çıkarları arasında büyük farklılıklar yok. Ancak yer yer AKP’nin konjonktürel olarak güncel ihtiyaçları doğrultusunda atmış olduğu kimi radikal adımlar, ABD’nin uzun erimli hedeflerine ters düşebiliyor. Bu ise ABD için kabul edilebilir bir durum değildir. Tam da bu bağlamda Türkiye’nin Ortadoğu’da gelişecek yeni çatışmaların içine şu veya bu oranda çekilerek kontrol edilebilir hale getirilmesi, ABD açısından dönemsel olarak tercih edilebilir. Diğer bir ifadeyle, referandum sonrasında Kürtlerin bağımsızlık yönünde atacağı adımının tetikleyebileceği bir iç savaşın Türkiye’yi de içine çekme, hatta savaşın bir parçası haline getirme ihtimali zayıf değildir. Bu, gerek bölgedeki Sünni ilişkiler bağlamında gerekse KDP’nin Türkiye’ye uzanan ilişkilerinde gerekse de genelde Kürt sorunu bağlamında söz konusu olabilecektir.
Benzer bir durum İran için de geçerlidir. İran’ın Irak’ta gelişebilecek bir iç savaşla meşgul edilerek kontrol edilebilir hale getirilmesi, ABD’nin tercihidir. Çünkü, İran kontrol edilmeden Irak’ın da Suriye’nin de kontrol edilemediği görüldü. İran’dan Hizbullah’a kadar uzanan Şii bütünlüğü, farklı çatışmalarla ne denli yıpratılabilirse, ABD ve İsrail Ortadoğu’da daha rahat hareket edebilecek, politikalarını hayata geçirecektir. İsrail’in bu denli istekli olmasının ve referandumu doğrudan desteklemesinin öncelikli nedeni budur.
Referandum, koşullar üstü demokratik bir enstrüman değildir
“Referandum, sonuçta Irak Kürdistanı’ndaki halkların kendi sorunudur, özgür iradeleriyle nasıl yaşayacaklarına karar veriyorlar” diye düşünülebilir. Ancak bu, bölge ve ülke gerçekliğinin üzerinden atlayan, dolayısıyla da gerçekliği bir bütün halinde yansıtmayan bir değerlendirme olur.
Referandum/seçim gibi enstrümanlar, sınıf ilişki ve çelişmelerinden, üretim ilişkilerinden, mevcuttaki yöneten-yönetilen ilişkisinden ve örneğimizde olduğu gibi emperyalizmle girilen ilişkilerden kopuk olarak değerlendirilemez. Bu bağlamda referandum, her koşulda demokratik bir enstrüman değildir. Sandığa gitmiş, oy kullanmış olmak tek başına demokratiklik ölçüsü olamaz.
Belki daha kapsamlı ve farklı bir tartışma konusudur ama Irak Kürdistanı’ndaki bu adımın, halkların kendi kaderini tayin hakkı olarak görülmesi de söz konusu hakkın hafife alınması, basit/şeklî bir meseleye indirgenmesi olur. Dolayısıyla da genelde ezilen halkları, özelde Kürt halkını anlatmayan, söz konusu kutuplaşmalar, hesap ve ikilemler dışında alternatif bir söylem ve yol izlemek, bugün olmazsa olmaz önemdedir.
Mevcudun üzerine demokratik bir işleyiş oturtulabilir mi?
Dr. Saed Kakei, Irak Kürdistanı’ndaki durumu şöyle özetliyor: “Hükümetin anayasaya göre çalışması gerekir. Ancak Kürdistan’da şu anda bir anayasa yok. Parlamento 2 yıldır kapalı. Barzani’nin görev süresi 2015 yılında bitti. Bunun seçimle uzatılması gerekiyordu. Fakat demokratik yollarla bu yapılmadı. Fiili olarak resmi bir liderden söz etmek mümkün değil.”
Dr. Saed Kakei’nin özetlediği bu tablodan çıkarılması gereken sonuç nedir? Gerçekten bu tablonun üzerine demokratik bir işleyiş oturtmak mümkün mü? Bu konu, son dönemlerde genelde solda, özelde demokratik güçlerin çözüm arayışlarında en yoğun tartışılan, yer verilen konulardan biridir. Bu bağlamda bu yazı kapsamını aştığının bilincindeyiz. Ancak tartışmaya satırbaşı, ölçek vb. oluşturması açısından kısaca kimi anımsatmalarda bulunma ihtiyacı duyuyoruz.
Birincisi, bölge homojen değil, farklı halklar ve farklı yapılar/iradeler var. Onların söz, yetki, karar sahibi olma haklarının üzerinden atlanmış oluyor. Diğer bir ifadeyle ve çeşitli sorular eşliğinde söylersek; Kürtlerin demokratikleşmesi o bölgenin demokratikleşmesi anlamına gelir mi? Halklar mozaiğinin olduğu bir toplumda, bir coğrafyada demokratiklik nedir, nasıl anlaşılmalıdır? Halklardan birinin tek belirleyici olması, her şeyi kendi sorunları doğrultusunda belirlemesi, demokratiklik ölçüsünü tayin etmesi gerçekten demokratik midir?
Özetle, bölgedeki diğer halkların demokratik sürece katılmadığı, onların söz, karar, yetki sahibi olmadığı bir adımın, salt bu nedenle de olsa, demokratikliği sorgulanmalıdır. Belki kimilerine klasik veya bildik gelecek ama bir kez daha Marksizmin en temel nitelikteki, eşitlik-özgürlük gibi kavramlarının içeriğinin doğru doldurulması, üretim ilişkileriyle ilintisinin doğru kurulması zorunluluğu ile yüzleşiliyor.
Kısaca anımsatmak gerekirse; eşitlik olmadan özgürlük olmaz; eşitlikten de yasa karşısındaki biçimsel eşitlik değil üretim araçlarının mülkiyeti karşısındaki eşitlik anlaşılmalıdır. Mülkiyet ilişkilerinin üzerinden atlanarak, ne eşitlik sağlana bilir ne de özgürlüğe ulaşılabilir. Bu da var olan sınıf ilişki ve çelişmelerinin, emperyalizmle girilen ilişkilerin sorgulanmasını gerektiriyor. Unutmamak gerekir ki bugün Barzani’yi egemen kılan, mevcut üretim ilişkileridir; mesele statü veya devletse, bir yanıyla bu Irak Kürdistanı’nda fiilen de olsa vardır. Ancak bugüne dek görüldüğü gibi halkların demokratik sorunları açısından bir anlam ifade etmemiştir.
Sanıldığının aksine bugün bölgedeki konjonktür halkların demokratik sorunlarının çözümü için uygundur. Merkezi hükümetin zayıflığı, kontrol ve güç eksiği, halkların kardeşliği ve mücadele birliği ekseninde karşılanırsa, başka ülkelerden çok daha uygun/müsait olan koşullar demokratikleşme yönünde değerlendirilmiş olacaktır. Bugün buna yoğunlaşmak, çözümü bu yolda aramak, referandum kavramını sıkıp içinde zorlama yararlar aramaktan çok daha uygun olacaktır. Bu, aynı zamanda halkların birbirine kırdırılması, iç savaş içinde boğulması tuzaklarının da panzehiridir.