“Politik ayak oyunlarını, manevraları, Bizans oyunlarını iyi bilmek lazım,
politikada bir şey yapmak için. Yoksa adamı öyle bir harcarlar ki,
nereden geldiğini anlayamazsın.” (Rahmi Koç)
Bir süredir vergi cennetleri, offshore (kıyı) bankacılık vb. üzerinden bir tartışma yaşanıyor. Panama Belgeleri’nde Koç’tan Sabancı’ya, Cengiz Holding’ten Zorlu’ya adı geçmeyen hemen hiçbir büyük şirket yok gibi. Dünya ölçeğinde de aynı durum söz konusu. Örneğin “vergi cenneti” ülkelerin nimetlerinden suistimal derecesinde yararlanan şirketler içinde ilk akla gelenleri Apple, General Electric, Microsoft’tur. Üstelik offshore bankacılığı yeni bir uygulama da değil.
Peki, bu denli yaygın olan ve bir dönem emperyalist kapitalist sistemin sermaye birikimi vb. bağlamında desteklediği offshore bankacılığı, ne oldu da bugün çok gizli/bilinmeyen bir şey deşifre ediliyormuş gibi gündeme geliyor ve bir sorun olarak görülüyor?
Bu konu, daha geniş ve farklı bağlamlarda değerlendirilebilir ama gündemdeki bağlamıyla söylersek, şu veya bu oranda kontrol dışına çıkmış olan kaynaklara, 2008 kriziyle beraber müdahale etme ihtiyacı duyuldu.
Başlangıçta, emperyalist kapitalist sistem içerisinde ABD-AB eksenli blok öylesine güçlüydü ki dünya ölçeğinde devasa boyutlar taşıyan ve offshore bankacılığı ile ifade edilen sermayenin varlığı veya bu sermayeyi kullanan yerel siyasal iktidarların sahip olduğu görece hareket serbestisi önemli bir sorun olarak görülmüyordu. Ancak zamanla, özellikle BRICS ülkelerinde gözlenen büyüme, kontrol dışına çıkma ve sisteme direnç, böyle bir denetimi/müdahaleyi ihtiyaç haline getirdi.
İçinden geçilmekte olan süreçte yaşanan gelişmelerin küresel boyutta değişmekte olan dengelerle ve hegemonya ilişkileriyle doğrudan ilintisi vardır. Bu çerçevede çeşitli nedenlerle yapılan müdahalelerin farklı ülkelere farklı etkileri olacaktır. Örneğin, Zarrab davası ile Türkiye’de Man Adası belgelerinin deşifre edilmesinin aynı güne denk gelmesi elbette bir tesadüf değildir. Ancak resmin bütünü de Türkiye’de kontrol dışında tutulan sermayenin boyutu da sözü edilenden çok daha kapsamlıdır. Ve bugün AKP’ye müdahale etmekte olan güçler, gerçekte 2002’de onu hazırlayıp işbaşına getiren güçlerdir.
AKP, emperyalizmin özel yetkili partisidir
Anımsanacak olursa, 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş eşliğinde hazırlanan ve oldukça yoğun bir sermaye birikimine yol açacak olan programın uygulayıcısı olarak AKP, bir seçenek olarak topluma dayatıldı. Ve gerçekten de bu konjonktürel dönemde AKP güçlü bir sermaye birikimi sağladı.
Sözünü ettiğimiz süreçte AKP yönetimiyle ticaret ve iş çevreleri arasında, alışılmış olan belirleyen-belirlenen ilişkisinin dışında organik anlamda da bir iç içe geçiş yaşandığı, partinin etkili ve yetkili kadrolarıyla doğrudan doğruya bu sermaye birikimine sahip olan kesimler arasında bugüne kadar olduğundan çok daha organik anlamda ilişkilerin geliştiği görüldü.
Elbette sermaye-hükümet ilişkisinde irade veya belirleme dinamiği ters dönmedi. Ama ilk defa AKP iktidarında parti yöneticilerinin içerisinde doğrudan doğruya sermayenin en üst kesiminden temsilcilerin de yer aldığı görüldü. Bu dönem, örtük durumdaki ilişkiyi daha aleni hale getirdi ve başlangıçta Anadolu sermayesi adıyla oluşan sermaye birikiminin, olağanüstü teşvik ve desteklerle hızla palazlandırıldığı bir dönem oldu. Bu, aynı zamanda emperyalizmle devam etmekte olan yeni sömürgecilik ilişkisinin derinleştirilmesi, sömürü-rant-talan bağlamında uluslararası tekelci kapitalist birliklerin önündeki tüm engellerin kaldırılması ve siyasal anlamda da daha denetimli/kontrollü bir ilişkinin kurulması sürecidir.
Diğer bir ifadeyle, bağımlı başka iktidarlara da uygulanan, görece özerkliği sınırlama ve daha doğrudan rol alınmasını sağlama sürecinde Türkiye’de önemli oranda yol alındı. Ancak Türkiye, çeşitli açılardan özgünlüğü olan bir ülkedir. Gerek 15 Temmuz darbe girişimi, gerek Ortadoğu’da yüklenilen işlevlerin boyutu, gerekse de dünya ölçeğinde hemen tüm taşları yerinden oynatan ve yeni bir dizilimin (dünya düzeninin) habercisi olan gelişmeler, Türkiye egemenleri ile ABD-AB arasında belirli bir açının oluşmasını beraberinde getirdi. Hatta diyebiliriz ki bu açıya sebep en belirgin neden, Ortadoğu’da bölge ülkeleriyle girilen ilişkilerdir.
Amaç, daha “kullanışlı” bir AKP/Erdoğan iktidarıdır
Özellikle İran ve Rusya’nın bölgedeki rolü, emperyalist kapitalist sistemin geleneksel blokunu parçalayıp var olan hâkimiyeti sınırlayabilecek/daraltabilecek potansiyele sahip olduğu için, bu ülkelerle girilen ilişkilerin önemi de artıyor. İşte tam da bu nedenle, İran’la girilen, ambargonun etkisini zayıf düşürecek boyuttaki ilişki gibi kontrol dışı hareketler ABD’yi rahatsız etmiş ve gelinen aşamada AKP/Erdoğan iktidarının, sanıldığının aksine düşürülmesi değil kontrolsüz biçimdeki hareket kabiliyetinin sınırlanması için çeşitli araç ve yöntemlerle baskı altına alınması yoluna gidilmiştir. Zarrab davasının da AKP yöneticilerinin girdiği kirli ilişkileri açığa vuracak şekilde bilgi ve bilgilerin deşifre edilmesinin de bu yönde çeşitli biçimlerde işlev gördüğünü söylemek mümkün. AKP/Erdoğan, bunun bilincindedir ve sanıldığının aksine gösterdiği direnç, eksenin dışına çıkma değil Türkiyeli sermayenin ihtiyaçları çerçevesinde bir yeni sömürgenin imkânlarını zorlamaktan ibarettir. Bunun antiemperyalizmle, AB veya ABD karşıtlığı ile hiçbir ilintisi yoktur. Onlar hâlâ aynı bloktandır, aynı sınıfın, aynı sömürü-yıkım-rant ve talan ağının bileşenleridir.
AKP iktidarı, emperyalist kapitalist sistemin en radikal kesimlerinin Türkiye’ye bir müdahalesi olarak işbaşına getirilmişti; bugün de aynı kesimler ondan daha radikal işlevler, daha tartışmasız biçimde biat istemektedir. Bu, sağlanabildiği takdirde onlar için ilke, ahlak, tutarlıklık vb. sorunu yoktur; öz itibariyle birbirlerinden farkları da yoktur; yeni sömürge faşizmi, emperyalizmin izdüşümüdür; Ortadoğu’da halklara karşı suç ortaklığı yapılmıştır. Rüşvet de yolsuzluk da onların sömürü ağının olmazsa olmazıdır; karşı çıktıkları şey, söz konusu dümenlerin kendileri için değil kendilerine karşı çevrilmiş olmasıdır. Yoksa onların kendi hizmetlerinde kadrolu binlerce Zarrab’ı vardır.
Mevcut süreçten bırakalım emperyalizm karşıtlığını, halkların yararına kendiliğinden hiçbir sonuç beklenmemelidir. Tersine, bölgede hesapları tutmayan ABD, AKP’yi daha “kullanışlı” bir taşeron olarak biçimlendirme gayreti içindedir; AKP’nin de itirazı emperyalist politikaların niteliğiyle değil, mevcut taşeronluk ilişkisi içerinde kendisine ve temsil ettiği sermaye güçlerine düşen payla ilintilidir. Bunun dışında yapılanlar ise iç siyaset gereği kamuoyunu etkilemek üzere yükseltilen milliyetçilik içerikli gürültüdür.
Birilerinin akıl ve siyasal ahlak sınırlarını zorlayarak, AKP’nin kapitalizm çamuru içindeki manevralarından antiemperyalizm damıtmaya çalışması ciddiye bile alınmamalıdır. Gerçekte mesele, mevcut kirliliğin, çürüme ve yozlaşmanın anlatılamaması değil, umudu politikleştirecek yönde muhalefetin toplumsallaştırılamamasıdır.
Küresel aktörlerle taşeronları aynı saftadır
Dikkatle bakılıp doğru yorumlandığında görülecektir ki Gezi sürecinden veya “Hayır” çalışmasından da bilinen ve gerçekte gidişatı değiştirmeye yetecek boyutta bir halk kesimi, AKP’nin nasıl bir örgütlenme olduğunun bilincindedir. Somut biçimde ifade edilenden, sokağa yansıyandan çok öte bir halk tepki söz konusudur. Bu nedenle, bugün öncelikle, potansiyel muhalefetin/tepkinin ortaklaşmış bir zeminde somutlanmasının önündeki engeller/ayakbağları aşılmalıdır.
Bilinmek durumundadır ki ülkeyi emperyalizmin sömürü ve yağma cennetine çevirenler, zamlara ve yüksek vergilere gerekçe uyduranlar, halka “dolarlarınızı, altınınızı bozdurun” diye yönlendirme yapıp kendileri vergi cennetlerinde milyarlarına milyarlar katanlar, suçüstü yakalandılar diye ne iktidarı bırakırlar ne de halk düşmanı politikalarını değiştirirler.
Bu konuda Goebbels’in “Size karşı yapılan suçlamaları görmeyecek ve duymayacaksınız. O yalancılar için gerekenler bağımsız Alman yargısı tarafından yapılacak ve cezalarını bulacaklardır.” sözü anımsanabilir. Eğer yeterli ve güçlü bir halk tepkisiyle karşılaşmazlarsa daha da saldırganlaşmaları beklenmelidir.
Emperyalizme karşı çıkmak, bölge politikalarını teşhir ve mahkûm etmek hiç bu denli önemli olmamıştı. Dünya ölçeğinde, emekçilerin kazanılmış tüm haklarını, halkların sahip olduğu her değeri boy hedefi haline getiren küresel boyutta bir saldırganlıkla karşı karşıyayız. Bölgedeki savaşa da ülkedeki sömürü, rant ve yağmaya da karşı çıkmanın yolu, sınıfsal niteliği aynı olan küresel aktörlerle taşeronlarının aynı safta olduğunu görebilmekten ve onlara karşı birleşik mücadele zemininde tüm halk kesimlerinin yoldaşlaşmasından geçiyor.
Bu nedenle, günü kurtaran, belgelere dair teknik ayrıntılarla oyalanan duruşlar yerine, gücünü haklılığından alan ve kazanacağına inanarak en geniş halk muhalefetini harekete geçirebilen örgütlü bir müdahaleye ihtiyaç vardır.