Seçimlerin el çabukluğuyla 24 Haziran’a alınmasının ardından, özellikle başkanlığın ne anlama geldiği, bu süreçte muhalif kesimde kimin, nerede, nasıl durması gerektiği biçimindeki tartışmaların, çeşitli nedenlerle sorunun gerektirdiği çap ve derinliğe ulaşabildiği söylenemez. Sorun, Erdoğan’ın kişisel hesap ve hırslarıyla eşitlendiğinde, alternatif tutum da bu bağlam içinde sığlaşmakta, mesele sıradan bir seçimde oyların hangi adaya verileceği biçiminde bir tercihe kadar daralmaktadır. Dolayısıyla da mücadelenin/çalışmanın, “Oylar filanca adaya/partiye” biçimindeki bir çağrıyla sınırlı tutulması, solun önemli bir kesiminde problem olarak görülmemekte, sürecin gerektirdiği bütünlüklü bakış bağlamında bir eksiklik olarak algılanmamaktadır.
Hâlbuki 24 Haziran, sıradan bir seçim değildir. Hatta bir seçimden çok ötedir. Bunun anlaşılması için, 16 yıllık “örgütlü kötülük” listesi de çıkarılabilir, ülke içinde OHAL dahil yaşananlardan kesit alınıp, ülkeyi/halkı neyin beklediğine dikkat çekilebilir. Özellikle Gezi sürecinde ortaya çıkan ve 16 Nisan referandumunda olgunlaşıp daha net biçimde dışa vuran toplumsal bilinç ölçü alınarak sorunun anlaşılması, ciddiyetinin kavranması sağlanabilir. Ancak biz, başkanlığın dünya ölçeğinde emperyalist-kapitalist sistemin dönemsel hangi gerekleriyle örtüştüğünün tartışılmasının, süreçte (seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın) ihtiyaç haline gelecek mücadelenin başarıyla yürütülebilmesi açısından zorunlu bir ön koşul olduğunu düşünüyoruz.
Yeniden sömürgeleştirme
Bugün artık örneğin şeker fabrikalarının satışı ve doğa talanından başkanlık seçimlerine, ABD’nin İran’la nükleer anlaşmasından çekildiğini söylemesinden İsrail’in Suriye’yi bombalamasına kadar hemen hiçbir gelişme, küresel boyuttaki hegemonya ve paylaşım savaşlarından kopuk, dar bir bağlam içinde ele alınamaz. Bu nedenle, özel-genel diyalektiği içinde, dünya ölçeğindeki gelişmeleri ele almak, 24 Haziran’da yapılması gerekenlerin tespitinde ve 24’ünden 25’ine uzanan mücadelenin kesintisizliğinin tayininde isabet oranını artıracaktır.
Dünya ölçeğinde tekelleri yeniden paylaşım momentinde karşı karşıya getiren pasta, sanıldığından da büyük; çelişmeler de sanıldığından da keskin ve derinlikli. Araç ve yöntemler, silahlanmayla sınırlı olmayan ve daha önceki paylaşım savaşlarında rastlanmayan biçimde çeşitlenmiş durumda.
Daha önce de çeşitli bağlamlarda dikkat çektiğimiz gibi sömürgelerin yeniden sömürgeleştirildiği, sadece şirketlerin değil kentlerin, belediyelerin, orman ve akarsuların özelleştirildiği, sermayenin dünya ölçeğinde emek adına kazanılmış tüm hakları boy hedefi yapıp kuralsızlığı kuşanarak sahne aldığı bir süreçten geçiyoruz.
Anımsanacak olursa, yeni sömürgecilik, klasik sömürgeciliğe alternatif olarak gündeme gelmiş; bu süreçte emperyalizm, hem sömürüsünü yaygınlaştırarak ve çeşitleyerek artırmış hem de sömürgeciliğin yerel siyasi işbirlikçiler aracılığıyla sürdürülüyor olmasından kaynaklanan nedenlerle işgali gizleyebilmişti.
Kıtaların derinlemesine sömürüsünü, pazar alanlarının genişletilmesini amaçlayan yeni sömürgecilik, bir yanıyla da dünya ticaretinin önündeki (koruma duvarları dahil) engellerin kaldırılması, sermayenin de ürünlerin de serbest dolaşımının sağlanması, istenilen her ülkede yatırım yapılıp, hedefteki coğrafyanın tepeden tırnağa sömürülebilmesinin önünün açılmasıydı.
Küreselleşme, yeni sömürgeciliğin ulaşabildiği maksimum noktaydı; dünya neredeyse tek bir pazara dönüştü. Sermaye, en yüksek karı sağlayacak şekilde planlama yapıyor, bir ürün en ucuz üretilebildiği yerde üretilip en pahalı satılabildiği yere aktarılıyordu. Ancak bu süreç dahil hiçbir koşulda emperyalistlerin aralarındaki çelişmeleri aşıp tek bir bütün halinde davranması mümkün değildi.
ABD’nin uzun süre hegemonya oluşturabildiği, elindeki muazzam birikimi dünya ölçeğine yayarak sermaye piyasasını ele geçirdiği, bunun türevleri olarak bankacılık sistemini tümüyle kontrol edebildiği, dolayısıyla da mevcut dolar miktarından çok daha fazlasını sanal paralarla piyasada döndürerek hegemonyasını hissettirebildiği koşullarda görüldü ki, süreç içerisinde gelişmekte olan çeşitli ülkeler, farklı avantajları değerlendirerek ABD’nin hegemonyasını sarsar noktaya geldi. Bu süreçte özellikle ucuz işgücünün, gelişmekte olan ve temel tüketim alanlarına yani dünya nüfusunun yoğunlukla yaşadığı bölgelere yakınlık gibi bir avantaja sahip olan ülkeler tarafından kullanıldığı ve ABD + AB’nin oluşturduğu bloğun dışında bir bloğun şekillenmekte olduğu görüldü.
Bugün oluşan bloklaşmayı henüz kesin hatlarla ayırmak mümkün değilse de BRICS’le ifade edilen ülkelerin kendi aralarında yapmış olduğu anlaşmalarla sahip oldukları avantajları üst düzeye getirebildiğini; enerji kaynakları, hammadde kaynakları vb. üzerinde kontrol sağlayarak ileri bir teknolojinin ve askeri imkânların her şey olmadığını bir biçimde ispat ettiğini söylemek mümkün.
Gelinen aşamada emperyalist ülkeler arasında muazzam bir çelişme yaşanıyor. Emperyalist kapitalist sistemin kendisini bu biçimiyle sürdürmesinin olanakları kalmadı. Ve yakın tarihe kadar mal ve hizmetlerin serbestçe dolaşımını savunan ABD, rakip olarak gördüğü Çin, Hindistan vb. ülkelerin düşük bir maliyetle üretip piyasaya sürdüğü ürünlerin dolaşımına sınırlama getirmeye başladı. Elbette bu, küreselleşmenin sonu veya ABD’nin kimilerinin sandığı gibi kapalı bir ekonomiye dönmesi anlamına gelmiyor. Ama bu, bir süredir çeşitli biçimlerde bir arayışın olduğunu gösteriyor. Hatta Çin’i kuşatmak üzere gündeme getirilen Trans Pasifik Anlaşması bu türden bir adımdı; ancak çeşitli nedenlerle yürümedi, bu şekilde olmayacağı görüldü.
Bugün gelinen aşamada, uzun vadeye yayılmış, ekonomik alana hapsedilmiş ve askeri çatışmasızlık anlamında barışçıl sayılabilecek yöntemlerin emperyalistler arası mücadelede sonuç vermeyeceği görülmüş durumda. İşte tam da bu bağlamda önümüzdeki süreçte giderek yaygınlaşan biçimde klasik sömürgeciliğin yöntem ve araçlarına benzer yöntemlerin kullanılacağını gösteriyor. Bazı pazar alanlarının silah gücüne dayalı olarak kontrol edilmesi, bazı hammadde kaynaklarının ve ulaşım yollarının silah yoluyla yeni baştan kontrol ve güvence altına alınması eğilimi önümüzdeki dönemde hızla gelişecek gibi görünüyor. Bu çerçevede bugün dünya ölçeğinde yaşananlar bundan sonra yaşanacakların habercisi olarak okunabilir.
BOP ufkuyla siyasal tekelleşme ve başkanlık
Benzer bir tanım Ortadoğu’da yeni keşiflerle miktarı ve önemi artan enerji kaynaklarının ve bu kaynaklar üzerinde oluşan devasa fonların denetimi için de yapılabilir. Gelinen aşamada söz konusu denetim için ticari boyutlarda süren rekabetin yeterli olmayacağını, giderek hegemonyanın/kontrolün bizzat silahlı güçlerle, askeri araçlarla yapılacağını gösteren gelişmeler yaşanıyor. Gerçekte ABD’nin BOP ufkunda bunlar vardı; dolayısıyla, askeri araçlarla kontrolü öne çıkaran bu eğilim birdenbire ortaya çıkmış değildir.
İşte klasik sömürgeciliği andıran bu yönelim karşısında, burjuva demokrasisi, parlamenter rejim; geniş halk yığınlarının beklentilerinin ve taleplerinin önemli ölçüde yukarıda simgeleştiği, politikaların kimi mekanizmalardan geçirilerek somutlaştığı bir siyasal model; tekelci burjuvazinin bugün karşılaştığı sorunlar karşısında bir çözüm platformu değil bir engel olarak görülüyor.
Yaşanan tekelleşme ve merkezileşme eşliğinde bugünkü rekabet ve tasfiye koşullarında, az sayıdaki büyük tekelin siyasal iradeyle, yürütmeyle aralarındaki mesafeye ve işlerlikteki dolaylılığa, görece özerkliğe artık tahammülü kalmamıştır. Deyim yerindeyse burjuva siyaset tarzının bir dönemi formatlanmakta, sermayenin çıkarlarının çok daha kalın ve net hatlarla çizildiği bir süreç tasarlanmaktadır.
Bu, farklı ülkelerde farklı biçimler alabilir ama özünü, parlamentoların yetki ve sorumluluğunu çok dar bir kesimin/elitin üstlenmesi, zaten oligarşik nitelik taşıyan egemen sınıfların beklentilerine denk düşen tek elde toplanmış güçlü yürütmelerin tercih edilmesi oluşturuyor. Emperyalist kapitalist sistem içerisindeki başat ülkelerin burjuvazisinin kalıcı ve uzun dönemli çıkarları için bir zorunluluk haline gelen bu siyasal tekelleşme, yeniden sömürgeleştirme sürecindeki politikaların hayata geçirilmesi açısından da giderek daha kapsamlı çatışmalara gebe paylaşım sürecinin yönetilmesi bağlamında da en hızlı ve etkili yöntemdir.
Başkanlık olarak da ifade edilebilecek, söz konusu tekleşme ve tekelleşmeye siyasal gericilik ve yoksullaşma eşlik ediyor. Ve bunun ülkelere izdüşümünü, giderek sürecin yeni gereklerine göre konum alıp işlev yüklenen Putin’in, Trump’ın, Şi Cinping’in, Macron ve Erdoğan’ın politikalarında görmek mümkün.
Zorlu bir paylaşımın içinde ve yeni bir dünya düzeninin eşiğinde olan emperyalist tekellerin, bütün demokratik kurumların neredeyse işlevsiz hale geldiği, söz-yetki ve kararın tek kişinin veya dar bir kadronun elinde toplandığı bir rejime, beklentilerine denk politika uygulayabilecek araç ve yöntemler geliştirebilecek yapılara ihtiyacı var. Bu bir askeri diktatörlük de olsa, geniş bir kamuoyunun onayıyla seçilmiş bir başkan da olsa, sonuç değişmez; tekellerin ihtiyaçlarının gereğini yerine getirebilecek bir siyasal yapıdır söz konusu olan. Örneğin Dünya Bankası fon yöneticilerinden birinin “30 yıldan uzun süredir Türkiye’de fon yönetiyorum. Recep Tayyip Erdoğan bizim çok işimize geliyor. Tek adamlı sistemlerde işimizi çözmek kolay. Başka bir iktidar şimdi bizim için risk anlamına gelir” biçimindeki sözleri, sermayenin nasıl bir yapı/işlerlik beklediğini özetliyor.
Bilinir ki yetki ve sorumlulukların dar bir kesimde toplanması, geniş halk yığınları açısından olanakların, hak ve özgürlüklerin işlevsiz hale gelmesi demektir. Bütün iktidar tekellere veya “söz, yetki, karar tekellere” anlamına gelen bu sınıfsal şekillenmenin emek-sermaye çelişmesine yansıması ve bu çelişmenin yaşama izdüşmüş pek çok alt çelişmede ifadesini bulması, mücadele görevlerinin tayininde, nerede ve nasıl iz sürmek gerektiğine dair temel veridir. Örneğin bugün sermayeyi Afrin’in yakılıp yıkılması, şeker fabrikalarının satışı, insanın ve doğanın talanı, emeği ise kendini yakan işçi veya açlık sınırındaki milyonlar sembolize ediyorsa; biz bir taraftan bu üst soyutlamayı gören diğer taraftan bununla yetinmeyip, söz konusu çelişmenin tüm toplum kesimlerindeki yansımalarını dikkate alan birleşik mücadele anlayışıyla ve demokratik devrim ufkuyla hareket eden bir noktada olmalıyız.
Üretenler yönetecek
Yukarıda da belirttiğimiz gibi 24 Haziran, sermaye adına nöbet devrinin yaşandığı, birbirinin muadili partilerden birinin gidip diğerinin gelmesini sağlayacak olan “bildik” seçimlerden çok farklı bir niteliğe sahip.
Darbelere, açık faşizme geçiş hamlelerine direnmek nasıl devrimci bir görev ise 16 Nisan “Hayır” çalışmasında olduğu gibi bugün onun devamı niteliğindeki 24 Haziran’da ve “ötesinde” açık faşizmin kurumsallaşarak kalıcılaşmasını önlemek üzere mücadele etmek, genelde insani bir görevdir, özelde devrimci bir sorumluluktur.
Sürecin devrimcilere yüklediği özel görevler vardır. Örneğin insanların gündelik hayatlarında karşılaştıkları sorunların gerekleri ile köklü çözümlerin gereklerinin aynı mücadele hattında ortaklaştırılması devrimcilerin işidir. Ülkede toplumsal muhalefet sosyoekonomik nedenlerle parçalıdır. Bu parçalılık birleşik mücadelenin önemini artırırken aynı zamanda farklı zeminlerden yükselen taleplerin ortaklaştırılması kadar politikleştirilmesini de gerektirir ve bu politikleşme oranında gündelik sorun, stratejik sorunun bir parçası/basamağı haline gelir.
Sürecin sınıfsal tahlili, dolayısıyla da tehdidin doğru algılanması; kimlerle, nerede, nasıl durulması gerektiğinden öne çıkarılacak taleplere ve mücadele anlayışına kadar hemen her şeyi etkileyebilecek bir ön koşuldur.
Bu bağlamda başkanlığın, genelde emperyalizmin özelde oligarşinin Türkiye’ye ilişkin politikalarının gereği olarak gündeme geldiği bilinmelidir. Hatta 24 Haziran erken/baskın seçiminin salt ekonomideki sıkışma ile ilişkilendirilmesi de bakışta bir eksikliğe/sınırlılığa işarettir. Ekonominin kötüye gittiği, bu konuda bir sıkışmanın yaşandığı doğrudur. Ancak Ortadoğu’da Türkiye’ye biçilen misyon, süreçteki gelişmeler üzerinde çok daha etkili bir faktördür. Emperyalizmin/ABD’nin hem acelesi var; hem de politikalarının gereklerinin eksiksiz olarak yerine getirilmesine ihtiyacı var. Mevcut veriler önümüzdeki süreçte Türkiye’ye Balkanlar’da da emperyalist politikalar dahilinde görevlerin düşeceğini, bu türden müdahaleler için en uygun partnerin başkanlıkla yönetilen bir Türkiye olduğunu gösteriyor.
Tam da bu nedenle, 24 Haziran’da “dur” denilecek olan, dar bağlamda Erdoğan’ın kişisel hesapları değil, emperyalizmin ve işbirlikçi tekellerin politikalarıdır.
Süreç/tehdit bu sınıfsal nitelikleriyle doğru kavrandığında, sandık/oy bağlamındaki duruş dahil, ne yapılması gerektiği çok daha isabetli biçimde kararlaştırılabilecektir. Örneğin bu süreçte sol-sosyalist kesimlerin bir adayının olmaması, çalışma sahasında belirli oranlarda bir eksiklik yaratıyor. Ancak bu, “adaysız çalışma yapılamaz” anlamına da gelmiyor.
İnsanların siyasal duyarlılığının arttığı, süreçte şu veya bu oranda rol alma eğiliminde olduğu bu koşullarda siyasal gerçekleri açıklamak, sorunu da çözümü de görünür kılmak büyük önem taşıyor.
Bunun için eşitlik, özgürlük, bağımsızlık ve laiklik gibi ana eksenlere dikkat çekmek önemli ise de hemen her muhalif akla ve yüreğe değecek, her ezilenin, gidişata itiraz halindeki her insanın kendini içinde bulacağı yaygın bir çalışma daha uygun/anlamlı olacaktır.
Bu süreçte Saray karşısında bir toplam oluşturan kesimlerin çeşitliliği bir sorun olarak görülmemelidir. Gezi’den bugüne “Hayır” çalışmasının özü sol değerlere, sol adına bugüne dek ekilen/üretilen ve biriktirilen değerlere dayanıyor. Bundan sonra da öyle olacak; özetle “başka bir dünyanın mümkün olması” fikri de bu fikrin somutlaştırılarak eşitlik, özgürlük, bağımsızlık eksenli bir geleceğe yönlendirilmesi de devrimci bir pusula eşliğinde gerçekleşecektir.
Bu süreçte bizler doğrudan bir adaya işaret etmesek de parlamento seçimlerinde HDP’nin baraj altında kalmasının AKP’ye/Erdoğan’a nasıl yarayacağının bilincindeyiz. Böyle bir olasılık, başkanlığı kaybetse dahi AKP’ye Meclis’te önemli bir çoğunluk kazandırabilir. Bu nedenle, bu riskin bilincinde olan seçmenin (HDP’nin programına, muhtemel politikalarına ve ittifak anlayışına yönelik eleştiriler saklı kalmak kaydıyla) sandık aritmetiğini dikkate alarak hareket etmesinin doğru ve gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Elbette seçimlerle (sonucu ne olursa olsun) her şey bitmiş, süreç tamamlanmış olmayacak. Tekeller, seçimden istedikleri sonucu alamasa da politikalarından vazgeçmeyecektir. Sınıflar mücadelesinin bu gerçekliği, 24 Haziran’daki sandığı olduğu kadar, sandık dışındaki mücadeleyi de önemli hale getiriyor.
16 Nisan’da ve bugün ortaya çıkan fiili ittifak, “Hayır” zeminindeki çeşitliliğin, birbirini çelmelemeyecek şekilde ve en geniş potansiyele ulaşacak tarzda bir toplam oluşturabilmesi, sürecin dönemsel gereğini kavrayan bir toplumsal bilincin varlığı anlamında umut vericidir. Elbette bu toplamın sandık dışı zeminlerde oluşması zordur. Ancak unutmamak gerekir ki Gezi’den bugüne çeşitli tarihsel kesitlerde görüldüğü gibi politikleşen ve umudu politikleştiren kitlelerin yaratıcılığı artmakta, dönüştürücü iradesi büyümektedir.
Özetle bugün, küçükten büyüğe tüm tepkileri, tüm itirazları ve alternatif/çözüm arayışlarını aynı zeminde buluşturup enerjiyi sinerjiye çeviren bir siyasal iradeye ihtiyaç vardır. 24 Haziran’da emperyalizmin ve işbirlikçi sermayenin tasarılarına “dur” demek elbette bu boyutta bir çözüm üretmeyecektir; ama somut başarı, daha büyük kazanımlar için gerekli olan toplumsal moral ve motivasyonu artıracaktır. Bu süreçte “Tüm iktidar tekellere” anlayışının karşısına “Söz, yetki, karar halka” bilinciyle çıkıp, bunu halkın öz örgütlülükleriyle somutlayabilmek en büyük kazanım olacak ve devamında daha güçlü-örgütlü bir halk muhalefeti için motor güç rolü oynayacaktır.
İşte bizler bugünden başlayarak, süreci “üretenlerin yöneteceği bir gelecek” öngörüsüyle örgütleyecek, sandığa da sokağa da kavganın muhtemel tüm gereklerine de hazır olacağız.
12 Mayıs 2018
Devrimci Hareket