23 Haziran seçimleri yapıldı ve sonucu belli oldu. Ancak genelde seçimler özelde İmamoğlu üzerinden yapılan tartışmalar bir süre daha solun, alternatif kesimlerin gündeminde var olmaya devam edecek gibi görünüyor.
31 Mart İBB seçimlerinin iptalinden sonra yaptığımız ve sürecin içerdiği fırsat ve tuzaklara dikkat çektiğimiz değerlendirmede “Egemen sınıfların, sistemlerinin devamı için rıza oluşturmada seçimlerin yeterli bir araç olmaktan çıktığı bu koşullarda sürecin ne getireceğini, bunun hangi araçlarla ikame edilmek isteneceğini veya sınıflar mücadelesindeki yansımalarını zaman içerisinde göreceğiz. Ancak bu konuda edilgen olunmayacak ve tüm hamleler karşı taraftan beklenmeyecekse alternatif düşünen ve ezilenler adına hareket eden kesimlerin sürecin niteliğine uygun çözümler geliştirmesi, 23 Haziran’da da (sonuçlar ne olursa olsun) sonrasında da çaresiz olunmadığını gösteren yaratıcı ve kapsayıcı bir ufukla hareket edilmesi büyük önem taşıyor” demiştik.
Bugün bu sorumlulukla hareket etmenin gereği olarak bir taraftan seçim sonuçlarını değerlendirirken diğer taraftan içinden geçilmekte olan sürecin niteliklerine ve mücadele açısından gereklerinin yerine getirilmesinin önemine dikkat çekmek durumundayız.
Yönetememe krizi
Bilindiği gibi Türkiye’de kısa bir süre öncesine kadar, burjuva siyaset tarzı çerçevesinde geleneksel bir parlamenter sistem vardı. Bu sistem çeşitli açılardan tıkanıp egemen sınıfların dönemsel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiğinde terk edilerek, bütün yetkinin tek elde toplandığı (kendilerinin “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” olarak tanımladığı bizlerin “sömürge tipi başkanlık” olarak değerlendirdiği) sistemine geçildi.
Dünya ölçeğinde benzer iktidarların giderek yaygınlaştığı, sermayenin faşist partilerden veya yürütmenin tek elde toplandığı başkanlıklardan yana tercih kullandığı bu konjonktürde Türkiye’de de sınırlı sayıda tekele kadar daralmış bir oligarşik yapı oluştu. İşte tekelci burjuvazinin çok dar bir kesimine tekabül eden bu yapının ihtiyaçlarını karşılamak, uzun süre kalıcı istikrarını sağlamak, parlamenter sistemle mümkün olmadığı için bu geleneksel sistem lağvedilerek bütün yetki ve kararın tek kişide toplandığı başkanlık sistemine geçildi. Böylece, kuvvetler ayrılığının şeklî biçimine dahi son verilirken; anayasa mahkemesi dahil tüm yargı kurumlarına atama yapmaya, Meclisi etkisiz kılmaya imkan tanıyan ve tek yetkili kişi üzerine bina edilen bu işleyiş, Erdoğan’ın şahsi eğiliminden veya keyfi tasarrufundan çok sözünü ettiğimiz oligarşinin tercihi olarak gündeme geldi.
Özetle, Türkiye’de 1950’li yıllardan sonra oligarşik bir yapının şekillendiği biliniyor. Ancak bugün gelinen aşamada çeşitli tekel grupları tasfiye olurken oligarşi içinde sivrilen çok dar bir yapı egemen hale geldi. Bu yapı, dünyadaki sistem içi çelişme ve değişimlerle de paralel olarak, kriz eşliğinde paylaşımın gerilimini de içeren bu süreçte, siyasal kararların daha hızlı ve doğrudan alındığı bir mekanizma olması bağlamında başkanlığı dayattı. Ve gerçekte yönetememe krizinin bir sonucu olan yeni yapılanma adım adım hayata geçirildi.
Tekellerin azami taleplerinin hemen her alanda dayatıldığı bu dönemde dünya ölçeğinde emekçi sınıf ve katmanlar bireylere varıncaya kadar kazanılmış olan tüm haklarını kaybetme riskiyle karşı karşıya. Ülkeler de genel anlamda insanlar da emekçi sınıflar da kaybediyor. Tekellerin kontrolsüz saldırganlıkları ve hegemonya savaşı, yeni sürecin yönelimini biçimlendiriyor. İnsanlar, yarınından emin değil ve ne yapacağını bilmiyor; güvensizlik ve güvencesizlik hali hakim olmuş durumda.
Bu süreç, gerek küresel boyutta değişen dengeler, yoğunlaşan ve şiddetlenen paylaşım gerekse bölgemize ve ülkemize izdüşümü açısından kapsamlı biçimde değerlendirilmeye muhtaçtır. Bugüne dek değindiğimiz boyutlarıyla söylersek, tartışmanın bir boyutunu sermaye-sermaye, emek-sermaye çelişmesinin dönemsel niteliklerinin tespiti oluştururken diğer boyutunu, küresel tablonun ülkemize izdüşümü bağlamında AKP ile ifadesini bulan 17 yıllık süreçte yaşanan toplam saldırganlığın, talanın ve hak gasplarının muhalif kesimler üzerindeki nicel ve nitel etkisinin değerlendirilmesi oluşturuyor.
23 Haziran ve sonrasına sınıfsal bakış
Bu tür süreçlerin değerlendirilmesinde görüngülerin veya yönlendirmelerin yanıltıcı etkisine karşı bütünlüklü/sınıfsal bakış açısının önemli bir rolü vardır. Sokağa bakıldığında “Her şey çok güzel olacak” biçiminde içi doldurulmamış bir slogan CHP çizgisini aşmayan bir söylem vardı.
Sürecin seçim olması ve mücadelenin sanki iki aday arasında yürüyormuş gibi görünmesi her şeyin bundan ibaret olduğu, dolayısıyla sonucun pek bir şeyi değiştirmeyeceği kanaatini/yanılgısını güçlendiriyordu. Gerçekte ise adayların ve partilerin dar bağlamdaki niteliklerinden öte sürecin bir anlamı vardı. Benzer şekilde, sokaktaki sesin/sloganın biçimselliğini aşan bir nesnellik söz konusuydu.
Anımsanacak olursa Gezi için de “apolitik” olduğu, “sınıfsal” olmadığı vb. değerlendirmeler yapılmıştı. Bu, arka planı göstermeyen, sınıfsal içerikten yoksun bir tarzdır. Özü biçime feda eder. Gerçekte ise Gezi nasıl ki 11 yıllık AKP iktidarının icraatları karşısında birikmiş öfkenin dışavurumuysa 23 Haziran da 17 yılık AKP iktidarına karşı gelişmiş birleşik bir tepkidir. Birinin sokakta diğerinin sandıkta olması olgunun özünü değiştirmiyor. Her ikisi de nesnel olarak sınıfsaldır.
Bu bağlamda İstanbul seçiminin sıradan bir seçim olmadığı tespiti önemlidir. Belki bu tür vurgulara 16 Nisan referandumundan itibaren gündeme gelen kesitlerde başvuruyor olmamız kimilerine abartılı gelebilir veya altının doldurulmasında güçlük çekilebilir. Bu noktada başkanlığın ekonomi politiğine dair bugüne dek söylediklerimiz ve artık süreklileşmiş bir darbe ikliminde olduğumuz gerçekliği anımsanabilir. Bu, neden önemlidir? Çünkü darbe iklimi, ittifaklara özgün biçimde yansır. Diğer bir ifadeyle, darbeyle ifadesini bulan sürecin karşısına dikilmenin önemi ile hükümetler arasında bir nöbet değişimine denk rutin seçimlerde rol almak aynı önemde değildir. Bilinir ki faşizme ve faşizmin derinleştirilmesine karşı durmak, zorunlu ve onurlu bir görevdir.
İşte tam da bu bağlamda 23 Haziran’da, adayların şahsi niteliklerinden, kullandıkları üslup, mizaç vb.nden bağımsız olarak; emperyalizmle ve oligarşiyle bütünleşmiş, bölgede taşeronluğun ve halklar arasında ayrımcılığın, ülkede rantın ve yağmanın temsilcisi ile buna artık bir şekilde “dur” diyen, değişim isteyen toplumsal kesimlerin (sembolik ve konjonktürel) temsilcisi karşı karşıya gelmiştir.
Bilindik tartışmalara atfen söylersek elbette yerelliği aşan niteliklerine rağmen böyle bir seçimle ne düzen değişir ne de üretim ilişkileri. Ama zaten Mao’dan esinle, demokratik halk devrimini dahi bir piyesin giriş bölümüne benzetebileceğimiz uzun süreli inişli çıkışlı bir halk savaşına ihtiyaç duyulan bizimki gibi ülkelerde nitelik belirleyici hiçbir değişim bir anda veya kazanılmış bir raundla gerçekleşmez. Yukarıdan aşağıya tahkim edilmiş olan ve süreklilik arz eden faşizm, aşamalı, kesintisiz ve ısrarlı bir mücadeleyi gerektirir. Bu anlamda 23 Haziran’daki başarıyı, halkta oluşturduğu özgüveni, sebep olduğu bilinç sıçramasını, umut ve moral büyümesini devrimsel anlam atfedercesine abartmak da “7-8 yıldır kendisini farklı biçimlerde hissettiren toplumsal tepkinin ıslah edilmiş bir AKP rejimine ikna edilmesinde son dönemece girildiği açıkça ortadadır” diyen TKP vb. yapıların yaptığı gibi tersten okumak da doğru değildir.
Seçimler sürecinde öne çıkan tartışma konularından biri de ittifaklar meselesi oldu. Öncelikle bilinmek durumundadır ki müttefiklik, her koşulda aynı kalan, donmuş, değişmeyen bir olgu değildir. Tam da bu bağlamda 17 yıllık süreçte biriken sorunların öfke ve tepkinin kapsamı değerlendirilmelidir. Bugün İstanbul’da ortaya çıkan muhalif güç, gerçekte İmamoğlu’nu ve ufkunu aşan niteliktedir. Bu gerçeklik görülemediği takdirde CHP’yi çokça aşan bir potansiyele CHP’lilik atfıyla mesafe koyar duruma düşülebilir ki bu, geleceği kazanma açısından temel önemde bir hata olur.
Bu noktada darbe iklimi, başkanlık, sınıfsal ayrışmanın boyutu, güç ve mülkiyet ilişkilerindeki değişim dikkate alınmadan bu konu tartışılamaz. CHP’nin tabanı elbette böyle bir tanıma sığar ama bugünkü genişleyip çeşitlenen ittifakın CHP ile eşitlenmesi doğru olmaz. Daha da önemlisi sürecin bütününü anlayıp bundan sonra ne yapmak gerektiğini planlamanın olmazsa olmaz koşulu doğru bir ittifak anlayışıdır.
Bu eşikte devrimciler öne çıkmalıdır
23 Haziran’da ortaya çıkan sonuç, yukarıda özetlediğimiz olumlu yanlarının yanında halkın çeşitli kesimlerinin el ele verdiğinde neler yapabileceğini göstermek açısından da önemli bir örnektir. Ancak CHP ve adayının öne çıktığı ve konjonktürel nedenlerle halktan aldığı destekle 17 yıllık iktidar iradesini frenlediği seçim süreci tamamlandı. Böylece bir eşik aşılmış oldu. Yeni eşikte artık farklı ittifaklara ve yeni hedefler üzerinden farklı bir planlamaya ihtiyaç vardır. CHP, mevcut süreci buradan ileri bir noktaya götürebilecek, gerçekten sisteme alternatif bir demokrasi anlayışını hayata geçirecek bir parti, bir örgütlenme değildir. Bu nedenle süreç yeni bir ufukla, devrimci bir iradenin yol göstericiliğinde güncellenmiş ittifaklarla karşılanmalıdır.
Sürecin bundan sonraki boyutu aynı silahın (halkın birleşik gücünün) daha ustaca ve daha ileri ufuklarla kullanımını gerektiriyor. İşte bu süreçte mevcut sisteme karşı alternatif olan bütün sınıf ve katmanlara ulaşmayı, bunu gerçek anlamdaki bir halk demokrasisinin inşası için bir araç olarak kullanmayı hedefleyen bir anlayışa/görüşe sahip olmak zorundayız. Bu amaçla, sürece katılma potansiyeli taşıyan kesimlerin eksiklerini ve farklarını değil olumlu yanlarını dikkate alarak, sisteme karşı olan bütün kesimleri cephesel tarzda örgütlemek acil bir ihtiyaçtır ve bize yabancı olan bir yöntem/tarz değildir. İdeolojik politik referansımız olan THKP-C’nin C’si gerçekte öz olarak budur.
Bu bağlamda ve bu amaçla bir taraftan süreci bizlerle beraber göğüsleme potansiyeli taşıyan kesimlerle hızlandırılmış bir tartışma/görüşme eşliğinde yeni sürecin nitelikleri, ufku ve potansiyel müttefikleri tayin edilmelidir. Bu tarihsel fırsat, sol içi ayrıştırıcı tartışmalarla tüketilmemeli, sorumlu ve bilinçli davranılmalıdır.
Böyle bir tartışmaya veri oluşturması bağlamında özellikle ittifaklar anlayışına dair bazı anımsatmalar yapmak gerekirse öncelikle ülkemiz devriminin antiemperyalist, antioligarşik, demokratik niteliği anımsanmalıdır. Bilinir ki stratejik hedef yani temel çelişmenin nasıl çözüleceği aynı zamanda ittifakların nitelik ve kapsamını ortaya çıkarır. Yani müttefiklik konusu, yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi ezberlenmiş, değişmeyen, her dönem ve koşulda aynı kalan bir olgu değildir. Dönemsel ihtiyaçlar dönemsel ortaklaşmaları dayatırken ve bunun gerekleri yerine getirilirken stratejik hedef ufkunun yitirilmemesine özen gösterilir. Bu konuda sıkça düşülen hatalardan biri ittifakların sol içi birlikle karıştırılması, ittifak yapabilmek için adeta ideolojik politik aynılık ve amaç birliği aranmasıdır.
Çok genel boyutlarıyla söylersek, antioligarşik devrim ufku; daralan, saldırganlığı aratan ve mülksüzleştirmeden asimilasyona, yoksullaştırmadan geleceksizleştirmeye kadar pek çok alanda yıkıcı/bozucu rol oynayan oligarşik yapı karşısında gelişen tepkinin en geniş boyutta örgütlenmesini, o öfkenin doğru hedeflere yöneltilmesini gerektirir.
İttifakları, cephesel vb. oluşumları, parti vb. yapılardan ayıran en temel özellik azami programla değil ihtiyaca göre biçimlenen asgari programla hareket ediliyor olmasıdır. Bu ön notlar ve perspektif ışığında, 23 Haziran’dan geleceğe kesintisiz mücadele içinde yer alabilecek tüm güçlere, çevrelere, kişi ve yapılara çağrımızdır; bilincimizi, yaratıcılığımızı, güç ve imkanlarımızı birleştirirsek, hem 23 Haziran’ı güvenceye alabilir hem de geleceği kazanabiliriz.
Devrimci Hareket
29 Haziran 2019