Eğitim, toplumsal aynı zamanda bireysel gelişimi sağlama açısından da bireysel bir olgudur. Eğitimin bu iki yönü birbirini yadsımayan ve birbirinden üstün yönleri olmayan bir özellik taşır. Eğitimin toplumsal yönü insanlığın tarihsel süreç içerisinde biriktirmiş olduğu mirasın toplumun ilerlemesi için kullanılmasını ve toplumun geleceğine dair bu birikimler ışığında projeler üretilmesini hedefler.
Eğitim sistemi içerik olarak toplumcu felsefeyle örülmeli ve toplumsal sorunlar karşısında kayıtsız kalmayan ve bunlara devrimci çözümler sunan bir anlayışla örgütlenmelidir. Eğitimin sosyal içerikle örülmesi bireyin sosyalleşme sürecinde de çok etkili olan bir özeliktir. Sosyalleşme süreci bireyin varolan toplumsal biçimlenişle uyum sağlamasına yardımcı olurken aynı zamanda bireyi varolan gerçeklikle çatışmaya sokarak, onun bir üst toplumsal biçimlenişi yaratması sürecini de kapsar.
Eğitimin bireysel yönünün toplumsal yönünden ayrılamayacağını yukarıda belirtmiştik. Eğitim bireye, kendi gerçekliğini kavrattırmalı, yaşamın anlamını ve kendi dışındaki gerçekliğin varoluş amacını sürekli sorgulattırmalı ve bireye, sorgulaması sonucunda elde ettiği veriler ışığında yaşamı dönüştürmesini sağlayacak bir nitelik kazandırmalıdır. Bireye tarihsellik bilincini kazandırabilmeli ve olayları, olguları bu çerçevede değerlendirmesini sağlayabilmelidir. Hizmet bilinciyle hareket eden birey değil de kendi kararlarını kendisi veren, verdiği kararları yaşamda var edebilmeyi göze alabilen ve bu uğurda bedeller ödeyebilen bir birey olarak yetişmesini sağlamalıdır.
Eğitim aynı zamanda tarihsel bir olgudur. Eğitim de diğer üst yapı kurumları gibi toplumsal işbölümü ve üretim tarzına göre farklı biçimler almıştır. Eğitim anlayışı dönemin sınıfsal ihtiyaçları çerçevesinde bir içerik ve biçim alır. Günümüz eğitim sistemindeki değişen anlayışı kavramak için kapitalizmin tarihselliğini çok iyi anlamak gerekiyor.
Kapitalizmin gelişiminin erken aşamalarında eğitimin temel işlevi, görece homojen bir vatandaşlık bilinci yaratmak ve bu kanalla kapitalist ilişkilerin üzerinde yükseleceği altyapıyı hazırlamak oldu. (Fuat Ercan,Eğitim Ne İçin? Üniversiteler Nasıl? YÖK Nereye? Ütopya) Burjuva sınıfı işçi sınıfıyla birlikte feodalizme karşı verdiği sınıfsal savaşı kazandıktan sonra her alanda eski toplumdan daha ilerici kurumlar ve alanlar yarattı . Bu değişim sadece biçimsel anlamda olmadı aynı zamanda içerik açısından da devrimci atılımlar yaşandı. Eğitim anlayışı kilise boyunduruğundan kurtarılmış, laik ve hümanist bir etiğin kurumsallaştırıldığı bir çerçevede biçimlendirilmiştir. Eğitim müfredatı ulus devlet ideolojisi ve ulusal değerler esas alınarak hazırlanmıştır. Eğitim hizmetleri bu dönemde topluma hizmet açısından önemli olduğu için devlet tarafından kamu hizmeti olarak veriliyordu. Devlet aldığı vergilerle eğitimin maliyetlerini de sosyalize ediyordu.
Kapitalist sistem tarihselliği içinde ilerlerken alt yapıda meydana gelen değişimler daha önceden var olmayan ihtiyaçları ortaya çıkardı. Bu ihtiyaçlar özellikle kapitalizmin tekelci aşaması olan emperyalist aşamada kendisini iyice belli etti. Yeni döneme ilişkin farklı bir üst yapı düzenlemesi gerekiyordu.
Serbest rekabetçi piyasa anlayışına uygun olan üst yapı kurumları, biçim ve içerik olarak pazara belli sermaye gruplarının hakim olduğu emperyalist aşamanın ihtiyaçlarını karşılayacak durumda değildi. Devletin her alandaki hakimiyetinden rahatsızlık duyan tekeller bu durumu ortadan kaldırmaya çalıştılar. Aslında tasfiye edilen işçi sınıfının çeşitli mücadelelerle kazanmış olduğu haklarıdır. Bu politikanın sonucu her şey piyasanın görünen ellerine bırakıldı. Devlet tarafından kamu hizmeti olarak verilen eğitim yarı kamusal niteliğe büründürülmeye çalışıldı ve bu politikada da başarı sağlandı.
1929 Kara kış…. Kapitalist sistemin yapısal olarak yaşamış olduğu en büyük krizlerdendir. Kapitalizme özgü aşırı üretim ve tüketim eksikliği yaşanan krizin asıl sebebidir.. Daha önce devleti engel olarak gören tekeller içine girmiş oldukları bu durumdan kurtulmak amacıyla devletin sosyal sorumluluklarını yerine getirmesi için gerekli mekanizmaları hazırladılar. Burjuva sınıfı hiçbir zaman devleti tamamen tasfiye etmez sadece devletin yerine getirmesi gerekli olan görevlerin kapsamını daraltır. Sermaye sınıfı baskı aygıtını varolan krizin aşılması konusunda bir araç olarak kullandı. Devlet ekonomiye müdahale ederek aşırı üretimi emecek iş alanları yarattı. Halktan alınan kaynaklarla KİT’leri oluşturup yeni iş alanları yarattı ve KİT’lere gerekli olan malları da piyasadan satın alarak piyasayı rahatlattı. Kapitalist devletler, içlerinde gerçekleşen muhalefet ve sosyalizmin varlığı sebebiyle devlete sosyal nitelik vermek zorunda kalmışlardır. Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde eğitim hizmeti tekrardan kamusal hizmet olarak verilmeye başlandı. Bütün kapitalist devletler anayasalarına ilk ve orta öğretimin parasız olduğuna dair maddeleri tekrardan eklemek zorunda kaldılar.
Kapitalizm kriz dönemlerinden kendisini yeniden tanımlayarak çıkıyor. Kriz dönemleri kapitalizmin adeta kendi kendisini küllerinden yeniden yaratığı dönemler olarak karşımıza çıkmaktadır.
1970’lerden sonra yaşanan yapısal kriz bize bu gerçekliği tekrardan göstermiştir. Kapitalist sistem açısından bu yıllar varolan yatırım alanlarındaki verimliliklerin düşmesi ve bunun sonucunda elde edilen karlarda ciddi düşüşler kapitalizmin kendisini yeniden tanımlaması gereğini doğurdu.
“ Neoliberalizmin” piyasaya yönelik vurgusu kapitalist toplumsal ilişkilerin artan oranda ekonomik alana çekilmesi toplumsal ve siyasal ilişkilerin piyasa çerçevesinde yeniden tanımlanması sonucunu doğurmuştur. Eğitim bu dönemde özünde bireyin toplumsallaşmasını ve toplumsallaşma sürecinde bireye ait yeteneklerini de sosyalleştiren bir unsur olarak değil, bireyin sadece gelecekteki getirisi dolayımında tanımlanmaya başlandı.
Kapitalist ülkelerdeki üniversitelerde üretilen tezlerle yaratılmak istenen sanal alem teorize edilmeye başlandı. Türkiye’de de tartışma yaratan Fukuyama’nın “ Tarihin Sonu” tezi yeni dönemin ihtiyaçlarına denk düşen ve büyük sermaye grupları tarafından satın alınarak yazdırılan bir tezdir.
Tezin temellendirildiği nokta Marx’ın “ tarih, sınıflar mücadelesi tarihidir” anlayışına karşı antitez geliştirmek ve artık sınıf olgusundan bahsedilemeyeceğini belirtmektedir. Yani kapitalizm kazandı. Yine aynı yerde üretilen ve kapitalizmin ihtiyacını karşılayan Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi… Milyonlarca insan Afganistan ve Irak’taki ABD işgalini bu bakış açısıyla izledi ve olayları bu bakış açısıyla yorumladı. Bu iki ve benzer tezin ortak özelliği gerçeklikten yola çıkılarak yazılmamış, sermaye çevrelerinin ısmarlamaları üzerine yazılmış olmalarıdır.
Emek yoğun üretim biçiminden daha çok bilgi yoğun sanayilere geçiş bu dönemin karakteristik özelliğidir. Bu tespit bu noktadan sonra kapitalizmin hangi alanlara yöneleceğini, hangi alanlarda yatırımlar yapacağına dair veriler sunar.
Uluslararası sermaye çeşitli kurumlar (Dünya Bankası, OECD) aracılığıyla kapitalist ülkelerde sosyal devleti, bağımlı ülkelerde de ithal ikameci ekonomi anlayışlarını tasfiye etmeye yönelik politikalar uyguladı. Sosyal devlet ve ithal ikameci ekonomik modeller uluslararası sermaye açısından
1970’lerde başlayan yapısal krizin sebepleri olarak gösteriliyordu. Sosyal devlet anlayışının tasfiyesi eğitimin kamusal hizmet olarak verilmesi anlayışının da tasfiyesi anlamına geliyordu. Ü niversitelere ayrılan kaynağın kısılması üniversiteleri piyasaya girerek kaynak yaratma noktasında zorunlu kıldı. Sermayeyle ilişkiye geçen üniversiteler bilimsel ve teknik bilgiyi sermayenin yönelimleri doğrultusunda üretmeye başladı.Üniversitede ve diğer eğitim kurumlarında üretilen bilgi, evrensel olanın değil, piyasa sürecinde rekabette öne geçmeyi sağlayan ve karları yükselten bir bilgi olmaya başlamıştır.Üniversiteler bilimsel bilginin araştırılıp,geliştirildiği, toplumsal sorunların analiz edilip bunlara yönelik çözümlerin üretildiği, öğrencilerin, öğretim üyelerinin kendilerini geliştirebildikleri alanlar olmaktan çıktılar.Üniversiteler sermaye için yeni teknik ve ürün geliştirme merkezleri haline geldiler.
Her alanda yaşanan metalaşma dünya genelinde olan bir süreçtir. Sermaye uluslar arası hale geldikçe kendisine yeni yatırım alanları bulmak zorundadır. Eğitim de daha öncede kamusal niteliğinden kaynaklı girilmemiş alanlardan biriydi. Bu sebepten dolayı kapitalizm çeşitli bedellerle kazanılmış olan eğitim,sağlık,iş güvencesi vs. gibi haklara yönelik saldırıları çeşitli araçlarla sürdürecektir. Örnek vermek gerekirse Almanya,Fransa,Nikaragua vs. gibi ülkelerdeki öğrenci eylemliliklerinin sebeplerine baktığımızda neoliberal politikalar çerçevesinde eğitimin kamusal niteliğinin tasfiye edilmesine yönelik politikalar olduğunu görebiliriz. Almanya’da SPD–Yeşiller Partisi koalisyonu’nun neoliberal politikalar çerçevesinde bütçeden eğitime ayrılan paydan kesintiye gitme kararı alması öğrenci eylemliliklerinin başlangıç sebebini oluşturmuştur.
Türkiye gibi yeni sömürgeci ilişkiler çerçevesinde yapısal uyum politikaları ile yapılandırılmaya çalışılan ülkelerde neoliberal saldırılar yaşamın bütün alanlarına yönelik olmaktadır. “ Borç darboğazı içinde dünya piyasasına açılan bağımlı ve azgelişmiş ülke ekonomileri artan ekonomik sorunlarını çözmek için IMF ve Dünya Bankası’na başvurduğu ölçüde bu kuruluşların verili işlevlerinin farklılaşmasına ve bu ülkeler üzerindeki denetimlerinin daha da artmasına yol açmıştır. IMF ve DB tarafından geliştirilen yapısal uyum politikaları yaşamın bir çok alanını sermayenin etkinlik alanı içinde yeniden tanımlarken doğal olarak eğitim sisteminin neoliberal politikalar doğrultusunda şekillenmesine neden olmuştur. Eğitimde artık belirleyici yön eğitimin bireysel getirisinin toplumsal getirisinden daha fazla olduğudur.” (a.g.e s73) Bunun sonucunda eğitimi talep edecek olan kimsenin eğitimin maliyetini karşılaması gerekiyor. Eğitim bu anlayış ile bireyin tekil olarak kendi yaşamını devam ettirmek için zorunlu olan vasıfları kazandığı bir kurumdan öte bir anlam ifade etmeyecektir.Yakın gelecekte daha yoğun bir biçimde yaşanabilecek olan bir olguya şimdiden işaret edelim. Geleceğin üniversitelerinde artık sosyoloji, felsefe dersleri kaldırılacak bunların yerine daha fazla mühendislik bölümleri açılacaktır.
Bağımlı ve azgelişmiş ülkelerde neoliberal politikalarla eğitimin özelleştirilmesi durumunda yeterli bir talebin olmayacağı açıkça ortadadır. Türkiye’yi düşünecek olursak kaç aile çocuklarını fiyatları çok yüksek olan okullara gönderebiliyor? Yoksul aileler bırakın çocukları için eğitim bütçesi ayırmayı kendi yaşamlarını nasıl idame ettireceklerini düşünüyorlar. Tam da bu noktada sermayenin kendi özel okullarında üretmiş olduğu eğitim hizmetini devlete satması söz konusu oluyor. Devlet yoksul ama başarılı öğrencileri özel okullarda satın almış olduğu eğitimle eğitmektedir. Dünyanın birçok ülkesinde uygulanan bu sistemin adı ‘ ‘Voucher Sistemi”dir. Devletin buradaki amacı yoksul çocuklara eğitim hizmeti sunmak değil, sermayenin üretmiş olduğu eğitimi kamu gelirleriyle finanse etmektir. ABD patentli olup ilk kez ABD’nin yeni sistemlerini denediği bir Latin Amerika ülkesi olan Şili’de 1980 yılında uygulamaya konuldu. Voucher sistemi çerçevesinde kamu okulları yerel yönetimlere bırakılmış. Bunun arkasında özel okullarla, yerel yönetimlerin desteklediği okullar eşit olarak rekabete girerek voucher dolayımında eğitimin finansmanını sağlamış oldu. Ayrıca bu sistemin uygulandığı zaman Şili’de eğitimin %80’i özelleştirilmişti. Bu eğitim kurumlarında eğitim verecek olan eğitmenlerin sözleşmeleri rahatlıkla fesh edilebiliyordu. Öğretmenlerin sendika ve ücretlerine ilişkin pazarlıkları ortadan kaldırılmıştı. Şili deneyimi bize başka bir ülkeyi hatırlatıyor. AKP iktidarı döneminde on bin yoksul ama başarılı çocuğa devlet özel okullarda eğitim imkanı sağlayacaktı.
Bunun için gerekli olan yasal düzenlemeler yapıldı , konuya ilişkin yasa çıkarıldı ama yasa cumhurbaşkanı tarafından anayasanın eğitimde fırsat eşitliğini düzenleyen maddesine aykırı olduğu gerekçesiyle tekrardan meclise geri gönderildi. Daha sonra AKP iktidarı uygulamaya koymaya çalıştığı bu projeyi geçici de olsa rafa kaldırmak zorunda kaldı. Eğitimdeki bu politikayı çıkarılmak istenen Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile birlikte okursak Şili’de uygulanan kamusal alanların tasfiyesine yönelik politikaların Türkiye’de de uygulanmaya çalışıldığını görebiliriz.
Türkiye’de aynı zamanda yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasına yönelik çalışmalar da devam etmektedir. Bu yeniden yapılandırma çalışmasının piyasa merkezli olacağı, Yükseköğretim Yasa tasarısını iyice incelediğimizde karşımıza çıkacaktır. Türkiye’de yükseköğretimin yarı kamusal niteliğini de ortadan kaldıran,üniversiteyi girişimci adı altında ticarethaneye, rektörü ticari işletme sahibine ve öğrencileri müşteri ve işçiye dönüştüren bir yasa tasarısı söz konusudur. Yasa tasarısında örülmeye çalışılan bu yapının ayrıntılarına bakalım.
Tasarı tanımlar bölümünde üniversiteyi şöyle tanımlamış. “Üniversiteler , topluma ve insanlığa hizmet amacıyla araştırmaların yapıldığı,bilimsel bilgi,kuram ve yöntemlerin üretildiği, geliştirildiği, öğretildiği ve uygulandığı, ulusal kültürün evrensel değerlerle yoğrulup yayıldığı,özgür ve yaratıcı düşüncenin yeşertildiği bilimsel özgürlük ile idari ve mali özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir.”
Burada yer alan kavramların hepsini tanımlamak gerekir. Kavramların arkasına gizlenen gerçekliği tanımlar sayesinde kavramış olacağız.
Üniversitelere dair birinci özellik topluma ve insanlığa hizmet amacıyla araştırmaların yapılacağını belirtmeleridir. Burada yapılan tespite rağmen devlet bütçe içerisinde eğitime ayırdığı payı azaltacak politikalar izlemekte,eğitimin bireysel getirisinin toplumsal getirisinden daha fazla olduğu iddialarını ortaya atarak eğitim maliyetlerini hizmeti görecek olan kişiye ödettirmektedir. Üniversitelere “mali özeklik” tanınarak, kendi kaynaklarını kendilerinin yaratmasının yolu açılmış oluyor.Tasarıda ayrıca üniversiteye gerekli olacak kaynağın nasıl bulunacağına dair yöntemler ve araçlar belirtilmiştir.
Üniversite ihtiyaç duyduğu kaynağı ilk etapta sermayeye bilimsel ve teknik bilgi üreterek sağlayacaktır. Yani üniversiteler girişimci olarak pazarda meta satışı noktasında yetkili olacaktır bu yasa tasarısıyla. Bu anlayış çerçevesinde üniversitel alanda yapılacak olan araştırmaların kime yönelik olduğu da ortaya çıkmış oluyor.
Üniversitede en yetkili olan rektör yeni düzenlemeyle bilim adamı kimliğini yitirmiş,işletme müdürü konumuna sokulmuştur. Rektör üniversitenin ihtiyaç duyduğu kaynakları yaratma konusunda tek başına yetkili kılınmıştır. Tasarıya göre işletme müdürü (rektör) üniversiteye kaynak oluşturma seçeneklerini geliştirecek ve mevcut kaynakları verimli kullanmanın araçlarını yaratacaktır. Yani rektör üniversiteye ait menkul, gayrimenkulleri kiraya vererek ve üniversitenin kendi bileşenleri ,araçlarıyla üretmiş olduğu teknik ve bilimsel bilgiyi satarak gelir elde edecek. Bu durum tasarıda üniversitenin işletme birimi olarak düzenlenmiştir. Üniversitenin kendisine ait işletme biriminin diğer kaynakları arasında kar payı,faiz ve nemalandırma gelirleri de olacak.
Ayrıca üniversiteler yeni sömürge ilişkileri çerçevesinde de örgütlenmeye çalışılmaktadır. Buna göre üniversiteler yaptıkları çalışmalar sonucunda bir patent veya ihtira hakkı doğması durumunda ilgili üniversite bunun sahibi olacak ve üniversite yönetim kurulunun uygun göreceği yöntemlerle bir hak olarak değerlendirilecektir. Yani bu patenti kullanacak olan kişi ve kurumlar üniversiteye belli bir bedel ödemek zorunda kalacak.
Üniversitelerin tanımına ilişkin bölümde üniversitelerin bilimsel özgürlük ve idari özerkliğe sahip olacağı belirtilmiş. Bilimsel özgürlük ayrıca tasarı metninin tanımlar bölümünde tanımlanmış. “Bilimsel özgürlük öğretim elemanlarının her türlü bilimsel çalışmalarını uluslar arası standartlar ve bilimsel ahlak kurallarını gözardı etmemeleri koşuluyla, herhangi bir baskı olmaksızın yapabilmelerini ve düşüncelerini serbestçe açıklayabilmelerini içermektedir.” Daha önceki YÖK kanununda da benzer bir hüküm yer alıyordu. Öğretim üyelerine yönelik uygulamalarla sabitlenmiştir ki tanımda belirtilen “ uluslararası standartlar ve bilimsel ahlak kuralları” MGK’da oluşturuluyor.
MGK’nın anlayışına aykırı bir bilimsel yazı yazıldığı taktirde kınamadan okuldan atılmaya kadar çok farklı cezaların verildiğini de biliyoruz. Ayrıca bilimsel özgürlüğü tamamlayan ve anlamlı kılan idari özerkliğin tasarıda nasıl yok edildiğine bakalım. İdari özerklik tasarıda düzenlenen yükseköğretim kurulu aracılığıyla ortadan kaldırılıyor. Bu düzenlemeyle bırakın üniversitenin özerk olmasını, üniversiteyi merkezi iktidarın taşra teşkilatı haline getiriyor. Yükseköğretim kurulunda görev yapacakların kimler tarafından seçileceğine ve görevinin ne olacağına bakarsak rahatlıkla anlayabiliriz. Buna göre yükseköğretim kurulu üyeleri üniversitelerarası kurulun seçeceği altı, Bakanlar Kurulunun atayacağı sekiz, Genelkurmay Başkanlığının atayacağı bir ve Cumhurbaşkanınca atanacak olan iki üyeden oluşacak. Yükseköğretim Kurulunun görevi ülke kalkınma hedefleri doğrultusunda eğitim–öğretim ve araştırmalar için gerekli olan planlama ve diğer çalışmaları yapmak olarak belirtilmiştir. Yükseköğretim Kurulu merkezi yapının talepleri doğrultusunda çalışmalar yapacak bu düzenlemeyle. Üniversitelerin idari özerkliğini sağlamanın yollarından biri olan ekonomik anlamda piyasaya bağımlı olmaması yeni düzenlemeyle ortadan kaldırılmıştır. Ekonomik anlamda piyasaya mahkum edilen üniversitenin idari özerkliğinden bahsedilemez. Ayrıca hem idari özerkliği hem de bilimsel özgürlük niteliğini ortadan kaldıracak yeni düzenlemeler de söz konusu. Tasarıda düzenlenen Sosyal Konsey’i bu anlamda yorumlamak gerekir. Bununla bağlantılı olarak üniversitenin içinde Üniversite Sosyal Konsey’i kurulacak.Sosyal Konsey ülkenin ihtiyaç duyduğu insan gücünün yetiştirilmesi, üniversiteler ile çeşitli sektörler arasında işbirliğinin sağlanması için üniversitelere tavsiyelerde bulunmak olarak açıklanmış. Sosyal Konsey işçi, işveren ve kamu sendikaları konfederasyonlarının , meslek kuruluşlarının seçeceği birer üyeden oluşacak. Kurulacak olan Üniversite Sosyal Konseyi bileşenleri açısında daha geniş tutulmuş ve kurumun görevleri üniversitenin yapacağı yatırımları planlamak,üniversitelerde üretilecek olan mal ve hizmetleri fiyatlandırmak,üniversite–sanayi ve sivil toplum kurumlarıyla ilişkilerin geliştirilmesi konusunda tavsiye kararı vermek olarak sayılmıştır. Bu düzenlemeyle üniversite bileşenleri içinde yer almayan güçlere üniversiteye doğrudan doğruya müdahale olanakları sağlanmış . Bu çerçevede üniversite bileşenlerinin alacağı kararların idari özerklik çerçevesinde olması mümkün değildir.
Üniversite tanımı içinde geçen diğer bir özellik üniversitelerin özgür ve yaratıcı düşüncenin yeşertileceği mekanlar olacağına dair tespittir. Özgür ve yaratıcı düşüncelerin üretilebilmesi için hem bu faaliyette bulunacak olan kimsenin özgür olması gerekiyor hem de bu tarz faaliyetlerin yapıldığı mekanların her anlamda özgür mekanlar olması gerekiyor. Özgür ve yaratıcı düşüncelerin yeşereceği mekanlar olan üniversitelerin tasarıda nasıl düzenlendiğini anlatmaya çalıştık. Sizce bu tür mekanlarda bırakın özgür ve yaratıcı düşüncelerin yeşermesini, insan olarak kalmanın olanağı var mı? Özgür ve yaratıcı düşüncenin olabilmesi için bu faaliyette bulunacak kimselerin özgür olması gerektiğinden bahsettik. Peki ama tasarı bu olanağı sağlayacak düzenlemelere yer vermiş mi?
Tasarının üniversitelerde özgür ve yaratıcı düşünceleri nasıl yeşerteceğine dair düzenlemeleri tasarının 66. ve 67. maddelerinde görmek mümkün. Tasarının 66. ve 67.maddelerinde öğretim üyelerinin ve öğrencilerin yeşermeleri durumunda nasıl kurutulacaklarına dair yöntemler 15 sayfa boyunca madde madde sıralanmış.(tasarının tamamı 64 sayfa) Mesela öğrenci disiplin cezalarını düzenleyen bölümde öğrencinin yükseköğretim kurumundan bir veya iki yarıyıl uzaklaştırılması cezasını gerektiren fiil ve haller belirtilmiş. Buna göre; “yükseköğretim kurumuna ait kapalı ve açık mahallerde; yetkililerden izin almadan bilimsel amaçlar dışında toplantılar düzenlemek” bilerek bu toplantılara katılmak , değişik toplantı ve törenler düzenlemek….vs bu cezanın verilmesi için yeterlidir. Bildiğimiz gibi insan diğer insanlarla biraraya gelerek üretimde bulunur. Tasarı eğer yasallaşırsa bundan sonra öğrenciler sadece bilimsel bilgi üretmek amacıyla toplandığında üniversite yönetiminde izin almayacak, diğer toplanma sebebi ne olursa olsun toplantı için idareden izin almak gerekecek,izin alınmadığı taktirde okuldan uzaklaştırılma cezası verilecek. Tasarı yasallaşmadan önce de okul koridorunda 70-80 kişilik solcu grubun içinde yer almak da yine aynı cezayı gerektiriyordu.
Yükseköğretimin ana ilkeleri bölümünde düzenlenen hükümle de ayrıca özgür ve yaratıcı düşüncenin yeşermesinin mümkün olmadığı görülmekte.Düzenlemeye göre “ Öğrencilere, Atatürk İlke ve İnkılapları doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılacağına” dair bir eğitim politikası söz konusu. Bu iki eğitim anlayışının bağdaştırıldığı yer Türkiye ve benzeri ülkeler olmaktadır. Çünkü Türkiye ve benzeri ülkelerde özgürlük hizmet ve milliyetçilik bilinciyle kuşanmış bireyler için söz konusudur. Bu eğitim anlayışıyla öğrenci resmi ideolojik çerçeveli tarihsel bilginin ötesine geçirilmiyor. Bu eğitim politikasıyla bilimsellik,özgür ve yaratıcı düşünce ağır bir milliyetçi motif altında görünmez kılınmıştır.
Özgür ve yaratıcı düşünme faaliyetinde bulunacak olan öğrenci yeni tasarıyla işçi statüsüne de kavuşmuş olacak.(zaten tasarı yasalaşmadan fiilen uygulanıyor). Bu düzenlemeyle fiilen başlayan öğrencilere üniversitede işçi statüsünü kazandırma süreci de yasallaşmış olacak. Yeni düzenlemeye göre öğrenci işçiler kısmi zamanlı olarak istihdam edilecekler ve ayda 120 saate kadar çalışarak,asgari ücret oranında bir maaş alacaklar. İş yasasına tabi olan işçiler gibi işçi sağlığı,iş güvenliği,iş kazası ve meslek hastalığı sigortasından yararlanacaklar. Önümüzdeki dönemde harçlara yapılacak yüksek oranda zam üniversitedeki öğrenci nitelikli işçi sayısını artıracaktır.
Son olarak tasarıda düzenlenen vakıf üniversiteleri olgusuna değinmek gerekiyor. Bilindiği gibi devlet kaynak azlığını sebep olarak göstererek bütçeden eğitime ayırdığı paydan kısıntıya gitmektedir.
Tasarıda ise kurulu bulunan ve kurulacak olan vakıf üniversitelerine devlet, bunların niteliklerine bakarak değişik oranlarda yardımda bulunacak. Ayrıca devlet, kurulacak vakıf üniversitelerine kamu üniversitelerine tanıdığı olanakları sunacak. Bu olanaklar tasarıda şöyle sıralanmış;
-Bedelsiz kamu arazisi verme
–Kurulacak olan vakıf üniversitesini her türlü resim,harç ve kurumlar vergisinden muaf tutmak
–Uzun vadeli,düşük faizli kredi verme
ALTERNATİF ÜNİVERSİTE, ALTERNATİF BİR TOPLUM MODELİYLE MÜMKÜNDÜR
Türkiye genelinde öğrencilere yönelik yapılan soruşturma saldırıları,topluma yönelik varolan bütünlüklü ve sistematik saldırılardan ayrı tutulamaz. Gerek saldırıyı düzenleyen güçler açısından gerekse saldırılarda amaç edindikleri hedefler açısından bir ortaklaşma söz konusudur. Saldırılar biçim açısından farklılık arz etse de dünya genelinde ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin halklara (Irak,Afganistan….) yönelik fiili ve ideolojik saldırıları, yeni sömürge ve diğer geri bıraktırılmış ülkelerin hükümetlerinin IMF ve Dünya Bankası politikaları aracılığıyla kamusal alanların tasfiyesine ve işçilerin,memurların kazanılmış haklarına yönelik saldırılar ile özel olarak eğitim alanında yaşanan saldırlar içerik olarak bir anlayışın değişik coğrafyalarda ve alanlarda ortaya çıkmasıdır. Bu anlayış, kapitalizmin özelikle sosyalizmin bir alternatif olmaktan çıktığı dönemlerde toplumsal alanları piyasa çerçevesinde yeniden biçimlendirmesinin bir sonucudur. Bu biçimlendirme ister istemez muhaliflerini de ortaya çıkaracaktır. Yapılan bütünlüklü saldırılar biçimlendirilmek istenen her alanda varolan muhalif unsurları her yolla ve araçla tasfiye etmeye yöneliktir. İşte çıkarılmak istenen ve Türkiye’deki üniversiteleri sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden tanımlamaya çalışan Yeni YÖK Yasasını da bu çerçevede yorumlamak gerekiyor. Öğrencilere yönelik bütünlüklü ve sistematik saldırlar yeniden tanımlanan üniversitelerde varolan muhalif unsurları tasfiye etmeye yöneliktir. Bu tarz uygulamalar tarihimizde örneklerine bolca rastlayabileceğimiz uygulamalardır. Örneğin Turgut Özal’ın 24 Ocak kararlarını uygulayabilmesi için toplumda bulunan devrimci-demokrat kesimlere yönelik yapılan 12 Eylül Askeri Faşist darbesi.
Böyle bütünlüklü bir saldırıya karşı örülecek mücadele ağı saldırılara maruz kalan toplumun tüm kesimlerini kapsamalı ve bu saldırılara karşı kullandığımız araçlar,tüm bu kesimlerin kendi güçleri oranında katılabildiği araçlar olmalıdır. Bu noktada her unsurun kendi alanının nesnel koşullarına uygun araç ve anlayışlarla mücadele etmesi gerekir.
Öğrenci hareketi,diğer toplumsal hareketler gibi son soruşturma sürecinde, yapıların kendi kadrolarıyla yaptıkları eylemlilikleri ve belli günler dahilinde yapılan basın açıklamalarını saymazsak tam bir ölüm sessizliği sürecini yaşıyor önceki dönemlere oranla. Bu durumun çok farklı sebepleri sözkonusudur. Biz burada sadece iki sebebe vurgu yapacağız. İlk olarak öğrenci gençliğinin tabanını oluşturan öğrenci kitlesinde bahsetmek gerekiyor. Toplumu din,milliyetçilik ve popüler kültür çerçevesinde biçimlendiren 12 Eylül askeri darbesi bugünkü gençliği özelde öğrenci gençliği biçimlendiren en önemli unsurlardan biridir. Bugünkü öğrenci gençliğe rengini veren motifler 12 Eylül’ün getirmiş olduğu kültürdür. Darbe tam bir kuşak kopması yaratmıştır. Gençlik, olayları ve olguları tarihsel bir bilinçle değerlendirmek yerine televizyonda ve günlük köşe yazılarında öğrenmiş oldukları yargılarla değerlendiriyor. Bu biçimlenişe sahip kişi bırakın başkasının sorunlarına sahip çıkmayı,kendi sorunlarına dahi sahip çıkmayan,sorunları bütün sebepleriyle ortaya koyamayan,bunlara yönelik araştırma bilinci geliştiremeyen, kendi soğuk,karanlık ve nemli mağarasından dışarıya çıkmaktan korkan, kendi başına karar alamayan kişidir. Aslında gençliğe dair bu tespit bütün toplumsal kesimler için de sözkonusudur. İşte devrimci–demokrat öğrencilerin çalışma alanlarındaki öznelerin durumu.
İkinci sebep olarak devrimci–demokrat öğrencilerin politik bilinçlerindeki eksiklik ve çarpıklıktır.Muhalif olduğu sisteme alternatif bir yaşamı ve kişiliği kafasında bile tanımlayamamış,sistemin günlük politikalarına karşı politikalar oluşturmakta zorlanan, bulundukları alanlarda alternatif yaşam alanları yaratamayan,kendisini tanımlayamamış, sırf muhalif olmak için muhalif olan bir gençlik söz konusudur. Burada bütün bunlara rağmen gerçekten de devrimci– demokrat kimliği kişiliğine sindirmiş ve bunun uğruna bedeller ödemeyi göze alabilen insanlar da var. Fakat bu tarz kişiliklerin sayısı çok azdır. Gerçekten de bugün karşı çıktığımız YÖK yasa tasarısına karşı alternatif bütünlüklü bir yükseköğretim programımız var mı devrimci–demokrat öğrenciler olarak?
Bütün bu eksikliklere rağmen bulunduğumuz alanları örgütlerken aynı zamanda kendimizi de örgütlememiz gerekiyor. Üniversitelerde alternatif yaşam alanları oluşturulmaya çalışılmalı,öğrencilerin kendi yaratıcı güçlerinin farkına varılması sağlanmalı bu alanlar aracılığıyla. Bütün öğrencileri ilgilendiren sorunlar karşısında yapılacak mücadele ağı bütün öğrencilerin katılabileceği ve mücadele edeceği bir şekilde örülmelidir. Bu çerçevede özelikle Yeni YÖK Yasası noktasında bütün öğrencilerin tepkilerinin toplanabileceği mücadele şekilleri seçilmelidir. Çünkü üniversiteler demokratik mücadele alanlarıdır. Burada yapılacak çalışmalar dar kadrocu anlayışla örülmemelidir. Ayrıca saldırının bütünlüklü olmasından kaynaklı öğrenciler cephesinde verilecek mücadele de toplumsallaştırılmalıdır.
SORUŞTURMA TERÖRÜNE KARŞI DİRENELİM
Bir süredir modern kılıçlarını donanıp öğrenci kitlesini hedefine alan ve adeta “ sırayı bozduğu” na kanaat getirdikleri her öğrenciyi ellerindeki tüm güç ve zorbalık imkanlarıyla muhatap eden odaklar, emperyalizmin ve suç ortaklarının devamıdır. Kendini alternatifsiz, halkları da başkaldırı/isyan yeteneği olmayan sürüler olarak gören emperyalizm, Irak’a girerken bu nedenle rahattı. Dünya’nın tüm coğrafyasında istediği her yere ve herkese kendini dayatma hakkını kendinde bulan ABD ve suç ortakları, ezberlerini ve öngörülerini bozan bir direnişle karşılaştılar. Aynı şey öğrenci kitlesinden gelecektir. İnsanın varlık gösterdiği hiçbir alan emperyalizmin at koşturma meydanı değildir . Eğer onların ot biçer gibi arkadaşlarımızı biçmesine, keyfi süzgeçlerinden bizi geçirerek; o çağdışı ölçeklerinde “ iyi öğrenci”, “kötü öğrenci” diye sınıflamasına göz yumarsak, edilgen kalırsak; hiç uzak olmayan bir tarihte sıranın bize de geleceğini unutmayalım.
Onlar, kendi hukuk sistemlerine, kendi yargılarına güvenmezken; bakanlar tarafından bile bu açıkça ifade edilmişken; bizi o “ biçer-döver” in tehdidi altında tutmakta, bu şekilde “ terbiye” etmenin hesabını yapmaktadırlar.
İktidarın zulmüne maruz bırakılan sadece biz değiliz. İşçilere yönelik olarak çıkarılan İş Yasası, kölelik yasasıdır. Kamu çalışanları için çıkarılmak istenen Kamu Yönetimi Temel Kanunu; kamu emekçilerinin köleliğini hedeflemektedir. Yani bu topyekün bir saldırıdır. Üretken beyinler, yaratıcı kişilikler onlar için bir tehdittir. İnsanlıkdışı rejimler sadece emeğe değil, düşünceye de düşmandır . İstiyorlar ki kendi öğrettikleri dışında bir şey bilinmesin; ördükleri dikenli tellerin dışına çıkılmasın. Özgürlük düşmanı rejimler kelepçesiz yapamazlar . Bu nedenle biz öğrencilerin aydınlanma sürecini de sakatlayıp kısırlaştırabilmek için her türden kelepçeye başvurmaktadırlar.
Ama bizler biliyoruz ki ne emekçi ailelerimiz köledir; ne de biz. Özgürlüğümüze göz dikenler, geleceğimizi karartmak isteyenler bizden daha güçlü değildir. Yeter ki örgütlü davranmanın önemini yadsımayalım…
Devrimci Gençlik
Sayı 12 (Şubat – Nisan 2004)