ÖDP
HALKIN VEYA MÜCADELENİN DEĞİL, KURUCULARININ İHTİYACIYDI.
BU NEDENLE, HAYAT DENEN TOPRAKTA
KÖK SALMA ŞANSI BULAMADI.
Bırakalım
kavganın yarasını
kavgaya çok görenler
meşalesi sönmüş bir inancın
soğuk ve hareketsiz yalnızlığında
teslimiyet yatağına uzansın.
Gecenin göğsüne yaslayıp başını
karanlıktan ışık beklesin
Kendi ışığını kendisi üretip
bilinç meşalesini
yürek aleviyle tutuşturanlar
elden ele uzanan aydınlığın
gökyüzü yakamozunda buluşurken
karanlıkta yitenlerin değil
sevdasını koruyabilmiş olanların
adını anacaktır…
ÖNSÖZ
Elinizdeki
kitapçık, bir ÖDP dosyası değildir. ÖDP’nin, hücrelerine kadar
incelenip değerlendirilmesini gerektirecek bir durumun olmadığına
inanıyoruz. Aslında, kavganın ve onun ihtiyaçlarının
oluşturduğu hafıza; ÖDP’nin, doğum gününde bile umut/gelişme
vaadetmediğini görmeyi sağlayan bir birikime sahiptir. Bu nedenle,
ÖDP’nin, “yaşam tecrübesi”nin üzerine değil, hafıza
yitimi üzerine bina edildiğini söylemek abartılı olmaz.
ÖDP;
içindeki bileşen çokluğu sebebiyle heterojen bir yapıya sahip
olsa da, yoğunlukla yansıyan, Troçkizm ve anarşizm çağrışımlı
aykırılıklar ve ehlileşmenin çeşitli renklerdeki
görüntüleridir. Bilindiği gibi faşizm, devrimcileri boy hedefi
haline getirirken; devrimciler, faşizmle mücadele halindeyken;
kavganın dışına rastgelen alanlarda boşluklar oluşur. Kimileri,
yaşamını bu boşluklarda geçirir; onlar, güneşle de karanlıkla
da yüzleşmek istemezler. Kavganın sıçrayan kıvılcımları,
onları rahatsız eder. Rahatlarının bozulmasını ise, çoğu kez,
devrimcilere fatura ederler.
Kitapçığın
ilk bölümünde yönelttiğimiz eleştiriler karşısında, “Biz
ÖDP’yi kurduk; peki siz ne yaptınız, alternatifiniz ne?”
biçiminde reflekslerin olabileceğini biliyoruz. Öncelikle
söyleyelim ki biz, “Nasıl bir örgüt?” sorusunu
yanıtlamak için ÖDP’de bir dağılma/tıkanma beklemedik.
Sorunlara kendi ideolojik-politik hattımız çerçevesinde açılım
getirmek; ÖDP’nin varlığından veya yokluğundan bağımsız
olarak, bizler için devrimci bir görevdir. “Neler yaptığımız”a
gelince; bunun böyle bir polemiğe konu edilmesini bile yanlış
buluyoruz.
Kitapçığın
ikinci bölümünde, daha önce yayınlanmış olan yazılara yer
verdik. Bunlar, yazıldığı tarih itibarıyla değerlendirilirse,
taşıdıkları anlamın daha da büyüdüğü görülecektir.
ÖDP’yi
yoğun biçimde eleştirip, uzun süre dışında durduktan sonra,
içine “onu devrimcileştirmek, vb.” gerekçelerle dahil
olanlara ise, söyleyecek ayrı bir sözümüz
yok; bir kimliğin utangaç taşıyanı olmak, kimseyi
“günah”lardan muaf kılmıyor. “Devrimcileştirme”
iddiasını ise komik buluyoruz.
Bu
kitapçıkta, ÖDP olgusu öne çıkarılmış ise de, dikkatli ve
bütünlük içinde okunduğunda, sadece ÖDP’ye değil; “açık
çalışma”nın önemini abartanlara ve onu tek çalışma
biçimi haline getirenlere, halkevlerini tek mekan
olarak görenlere; yenilikçilik, değişim, vb. adı altında
devrimci gelenek ve normları aşındırma yolunu seçenlere karşı
fiili ve kuramsal bir barikat oluşturmak için önemli ipuçlarının
ortaya konmuş olduğu görülecektir.
Sevgiyle
kalın…
I.
BÖLÜM
ÖDP; HALKIN VEYA MÜCADELENİN DEĞİL, KURUCULARININ
İHTİYACIYDI
BU NEDENLE, HAYAT DENEN TOPRAKTA KÖK SALMA ŞANSI
BULAMADI
ÖDP’de
yaşanmakta olan kaynama ve kanama, çeşitli açılardan
değerlendirilebilir. Bizler, bunu kendimize vazife edinmeyi
düşünmüyoruz. Ancak, birkaç noktaya işaret etmenin gerekli
olduğu kanaatindeyiz. Örneğin, sol’daki her derde olduğu gibi,
ÖDP’nin örgüt içi bürokrasiye, kastlaşmaya, irade
dayatmasına, vb. çözüm olarak görüldüğü ve örgüt içi
demokrasi meselesinin legal-illegal olmak ikilemi içine
sıkıştırıldığı bilinmektedir. Aşağıdan yukarı
örgütlendiği ve seçim yaptığı için bürokrasiyi
aştığını zannedenler ve böyle bir kanaati, devrimci-demokrat
kamuoyunda yerleştirmeye çalışanlar, özgürlük konusunda
hayat tarafından sınava sokuldu. Bugün parti içinde karşılaşılan
sıkıntılar gerçekte bu sınavın sonuçlarıdır.
Kuruluş
aşamasında, bir karnaval havasında trene atlayıp, şarkılar ve
balonlar eşliğinde yola çıkanlara; her türlü pisliği,
süpürerek yok edeceğine inananlara; “biz aşağıdan yukarıya
örgütleniyoruz, bizde şeflik yok” diyerek, gerçekte alternatifi
olmadıkları halde, yukarıdan aşağıya örgütlenen yapılara laf
atarcasına demeç verenlere; o aşamada bastıkları zeminin
yapaylığını anlatamazdık. ÖDP, birilerinin ihtiyacıydı;
şişirildi ve dayatıldı. Bu süreç yaşanmalı ve kendini
tüketmeliydi. Şimdi ayaklar yere değiyor; neyin ne olduğunu
görebilmek açısından daha uygun koşullar oluştu. Tabii, ÖDP
olgusunun gerçekte sebep olduğu tahribat da daha somut örneklerle
gözlenebilecek. Geçmişte, devrimcileri eleştirmek ile
devrimcilere küfretmek arasındaki fark, kendini sol olarak
tanımlayan çevrelerde bir netliğe sahipti. ’90 sonrasında,
başkalarıyla beraber ÖDP’nin de yarattığı
“küfretme meşruiyeti” sayesinde, var olan netlik yerini
bulanıklılığa bıraktı. Geçmişte, Engin Ardıç TV’ye
çıkar ve her konuşmasının sonunda sol’a yönelik küfürvari
laflar etmeyi marifet sayardı. Ancak bu ve benzerlerinin sayısı
azdı ve genel olarak sevilmez, itibar görmezdi. ÖDP, işte bu
çerçevenin genişlemesinde rol oynayan bileşenlerden biri oldu.
Bırakalım küfrü; devrimci normları aşındırma konusunda da
küçümsenmeyecek bir rol oynadı. Aşağıda çarpıcı bir örnek
olması sebebiyle kendisinden söz edeceğimiz Melih
Pekdemir, pekçok örnekten sadece biridir.
BİR
ADIM dergisinin Şubat 2001 sayısında ÖDP’deki durumu
değerlendiren Melih Pekdemir, konu arasında hapishanelerde sürmekte
olan direnişe değinmiş ve işaret etmeye çalıştığımız değer
erozyonunun ulaştığı vahim seviyeyi yansıtan dikkat çekici
bir örnek oluşturmuştur. Önce devrimci bir yapıya ve onun genel
sekreterine küfreden Melih Pekdemir’e kendisinin sandığı ve de
beklediği gibi “devlet ajanı, sosyalizm düşmanı, karşı
devrimci” demeyeceğiz. Kendisi, devrimci bir partinin genel
sekreterine “şeyh” demeyi marifet sanıyor; ama bizim ona
benzer bir yakıştırma yapma marifetine ihtiyacımız yok. Bunlar
birer küfürdür ve siyasal eleştirinin en ağır olanıyla bile
ilgisi yoktur. Amaç eleştirmek olsaydı; Melih Pekdemir’in sözünü
ettiği kişi ve partiye yönelik söylenecek şeyler elbette ki
vardı/olurdu; ama, amaç küfür olunca, “BİR ADIM”daki sonuç
ortaya çıkmış.
Devrimci
kültürle sınırlı boyutlarda da olsa tanışmış olan her insan
bilir ki, devrimci zeminin hangi noktasında olursa olsun hiç kimse,
Pekdemir’in yakıştırdığı gibi “toplumun tüm muhalif
kesimlerinin ortak başarısı ihtimalinden” tedirgin olmaz.
Aslında bunu bilmek için derin bir kavrayışa sahip olmak
gerekmiyor. Yeter ki insanın aklı ve yüreği kin, öfke ve
sevgisizlikle gölgelenmiş olmasın. Dile hakim olan öfke ve
saldırganlığın, kavrayışı da gemlemesi gibi, ÖDP’lileşmenin
insanı burjuva demokratlığına yakınlaştıran niteliğinin de
izlerine rastlanıyor. Pekdemir, devrimcilere bolca ve gururlanarak
küfrettikten sonra “bu katliamın birinci sorumlusu derin
devlettir” diyor. Doğrusu merak ediyoruz; bu katliamı
derin devlet yaptığına göre; devletin derin olmayan tarafı nasıl
bir rol üstlendi ve bunlar kimlerdi? Adalet Bakanından İçişleri
Bakanına, Başbakandan Genel Kurmay Başkanına, polisten savcı ve
hakimlere kadar blok tavır koyan devlet, bu katliamı bilerek ve
isteyerek tasarlamış ve hiçbir örtüye ihtiyaç duymadan
uygulamışken, böyle bir organizasyonda kabahatli derin bir yan
aramak, devleti tanımamaktır. Dikkat edileceği gibi, gerçekte
burjuva demokratlarının, devletin bütününü töhmet altına
sokmamak kaygısı ile ortaya attığı ve kötülükleri, devletin
içinde “derin olan” (ne demekse?) kötü bir gruba fatura etmek
amacıyla kullandıkları bu kavram, geçmişte Devrimci Yolcu olan
Melih Pekdemir’in de rağbetini kazanmış görünüyor. “Geçmişte
Devrimci Yolcu olan” diyoruz; çünkü, Devrimci Yol’un ayırt
edici niteliklerinden biri de devlet olgusunu doğru biçimde tahlil
edebilmektir. “beşbuçuk yaşındaki çocuğunun cinayet
izlemiş olması” biçiminde bir jargon da kullanan
Pekdemir; şaşmak mı gerekiyor bilmiyoruz ama; bunun da faturasını
devrimcilere kesiyor.
Bir
ülkede elbette ki çocuklar, izlememeleri gereken cinayetler
izliyor; kan ve gözyaşının ruh ve bedenlerde bırakacağı
tahribatla, ürkütücü boyutlarda tanışıyor; yani, çocukların
çocukluklarını yaşayamadığı bu ülkede, büyüklere de
mutluluk vaadedilemiyor. Ancak, bunun nedenine değinirken
devrimcilerden söz etmek, devrimcileri bu işin kabahatlisi olarak
göstermek; vicdanın bilinen ölçüleri içine sığdırılabilecek
bir olay değildir. Belki de üzerinde durulması ve araştırılması
gereken şeylerden biri de bu kin ve nefretin, bu maksatlı
saldırganlığın nedenidir.
Aslında
her şeyi ÖDP’lileşme ile açıklamak istemiyoruz; ÖDP’nin
homojen bir yapı olmadığının da bilincindeyiz. Ne var ki, Melih
Pekdemir’in yazısının yer aldığı derginin 71. Sayfasında
rastladığımız ve bir eleştiri vurgusu yapma ihtiyacı duyduğunda
Stalin’le Hitler’i yan yana getiren şahsiyetler; aynı zehrin
çeşitli bedenlerde aynı sonuca sebep olduğunu göstermektedir.
(BİR ADIM, Şubat 2001, sf:71)
Gerçekte
ne ÖDP olgusu, ne Pekdemir gibi şahsiyetler, ne Ölüm Orucu, ne de
her kesimin durduğu yerden tanımladığı “soldaki kayıplar”
konusu; hiçbiri zor, tanımlanamaz veya aşılamaz değildir.
Yenilgiyse; ilk defa yenilmiyoruz. Kayıpsa; ilk defa kaybetmiyoruz.
Önemli olan, devrimcilik havuzunda yüzmek için ıslanmak
gerektiğini ve daha da önemlisi, o havuzda yalnız başımıza
yüzme lüksümüzün olmadığını kavramaktır. Eğer, sırtında
yumurta küfesi olmayan “tuzu kuru”ların, devrim amacı ve
programı dışında keyfi olarak oluşturduğu ölçüleri dikkate
almaz, yolumuza devam eder ve o yolda devrimciliğin trafik
polisliğini yapanları değil, devrimcilik niyeti taşıyanları
kardeş kılarak yürürsek; görülecektir ki bu ülke
toprakları kardeşleşmenin en güzel örnekleri için hala
en verimli coğrafyalardan biri olma özelliğini taşıyor.
Bu
ülkede devrim programını, ittifakları, dost ve düşman ayırımını
doğru yapabilenler için; kendi kararıyla, bilerek ve isteyerek
kendini yakan ve yaşamını yitirene dek tam yedi dakika boyunca
durmadan değerlerini haykıran Ölüm Orucu direnişçisi FİDAN
KALŞEN (böyle bir eylem tarz olarak benimsenmiyor da olsa) bir
değerdir; saygı duyulmalı ve sahiplenilmelidir. Tabii bu
söylediğimiz; öznellik yoğunluklu bir entelektüel kimlikle
gevezelik yapanların değil, bu ülkede devrim amacı taşıyan ve
mevcut potansiyelleri/dinamikleri dikkate alarak yürüyenlerin;
doğrusu ve yanlışı ile devrimci zemini sahiplenenlerin işidir.
Biz
daha önce, yukarıda sözünü ettiğimiz türden duruşlara ve
nedenlerine dair çeşitli biçimlerde yer verdik. Pekdemir,
cesaretini “devrimcilere küfretme” üzerinden ölçüyor. Bu
ülke, vaktinde bunun daha büyük cesaret sayıldığı dönemlerde
de benzer türden şahsiyetlerle tanıştı. Ve gerçekte bugün,
özellikle militan sola yönelik saldırganlık çeşitlerinin çoğu,
bir öncekilerinin taklidi durumunda. Troçkistlerin, anarşistlerin
veya devrimcilikle ruhsal ve maddi bağlarını kesmiş “eski
solcu”ların kendilerine vazife edindikleri bu tutumun sınırı
yok. Dün “Kral Çıplak” diyen Melih, bunun “para” ettiğini
görünce sesini ve saldırganlık frekansını yükseltme ihtiyacı
duymuş. Sırça köşklerden veya tribünlerden, bir kardinal
edasıyla yaklaşım geliştiren ve olumluluğunu, başkasında
varsaydığı olumsuzluklar üzerinde inşa etme yöntemini seçen
kişi veya eğilimler, devrimcilerle derdi olanların
gönlünde şu veya bu oranda yer bulabilir, kader birliği
edebilirler; ancak, halkın gönlünde yer
edinmenin, yapay ve geçici ölçülerle değil, gerçek ölçülerle
takdir edilmenin bir tek yolu vardır; o da devrimcilerin bulunduğu
sahaya girip orada rol almak ve oradan konuşmaktır.
Melih,
devrimcileri kendi katillerine/düşmanlarına benzetiyor.
Devrimcilerin, düşmanlarına neden benzemediğini ve cinayet
işlemediklerini sanıyoruz ki anlatmaya gerek yok. Ancak Melih
Pekdemir ile devrimcilere “intihar ediyorlar”,
“birbirlerini öldürüyorlar”, “örgüt insanlarını yakıyor”
diyen Hikmet Sami Türk ve şürekasının benzerlik oluşturup
oluşturmadığını okurların kanaatine bırakıyoruz.
Tekrar
söylüyoruz; mesele, ölüm orucu kararını ve arka planındaki
politika yapış tarzını eleştirmekse; bu, elbette ki yapılır.
Bunun, devrimci ölçüler/devrimci ahlak içinde bir yeri vardır.
Nitekim, ölüm orucu başladığında bizler de böyle bir kararı
yanlış bulduğumuzu açıkça ifade etmiştik. Ne var ki mesele,
dost-düşman ayrımında ölçüyü şaşıracak noktaya gelince bu,
eleştiri olmaktan çıkıyor. Çünkü, biliyoruz ki,
devrimci süreçlerdeki ittifak ve dostluklar; apartmanlarda
“komşuculuk” oynamaya veya içki masalarındaki
dostluklara benzemiyor. Bu, keyfi ölçülerle oluşturulacak
bir tanımlama da değildir. Tabii sözümüz, devrim diye
bir sorunu olanlaradır. Dostluk, ittifak, vb. konusunda sahip
olunması gereken kapsayıcı duruş için kısa bir anımsatma
yapmakta yarar görüyoruz.
“Egemen
sınıflarla doğrudan işbirliği
içinde olmayan tüm sol yapılanmalar, birbirlerine
‘müttefiklerinden’ çok daha yakındırlar. Neredeyse tümü
‘proletaryanın öz örgütü’ olma savı ile hareket ederler. Kendi
aralarındaki tüm sorunlara rağmen, egemen sınıflar karşısında
birbirlerine oldukça yakın bir duruş
noktasındadırlar. Devrimcilik, boş zamanlarda
ilgilenilen bir ‘hobi’ değil, çok ciddi bir iş olarak algılanmalı;
devrimi olanaklı kılabilecek tüm adımlar en kararlı biçimde
atılmalıdır. ‘Tarihin izlediği yol Nevski’nin
kaldırımı değildir (Petersburg’un boydan boya düzgün ana
caddesinin dosdoğru geniş ve düz bir kaldırımı); kimi zaman
tozlu, kimi zaman çamurlu, bazen bataklıklar arasında, bazen sık
ormanlıklar geçerek hep yolların dışında ilerler. Tozlanmaktan
ve ayakkabılarının kirlenmesinden korkanlar toplumsal eylemlere
katılmamalıdırlar’ (N.Çernişevski, bkz. ‘Sol’ Komünizm, s:127)
Dünyanın en iyi militarize olmuş devletlerinden biri ve
kontrgerilla örgütlenmesi karşısında devrim gibi bir amaç
taşınıyorsa, bunun gerekleri yapılmalıdır. Askeri
stratejide en temel amaç; dost cepheyi genişletmek, düşman
cepheyi daraltmaktır. Siyasal programları,
hedefleri çok farklı sınıf ve katmanları demokratik devrim
hedefine kanalize etmeyi amaçlayan bir siyasal hareket,
öncelikle Sol’daki çeşitliliğe katlanmak
zorundadır. Aralarındaki bir dizi farklılığa rağmen; önce
devrimci eylemin birliğini, giderek sol hareketin birliğini sağlama
hedefi temel bir görevdir.” (Emperyalizme ve Faşizme
Karşı DEVRİMCİ HAREKET, sayı:9, 1998)
ÖDP’DEN
ÇOĞUNLUKLA YANSIYAN;
SOLDAKİ SIKINTILARIN AŞILMASINA YÖNELİK
ÇABALAR DEĞİL,
GEÇMİŞE VEYA BUGÜNE DAİR FOTOĞRAFI ÇEKİLEN
GÖRÜNTÜLERİN,
KÖTÜ BİR DİLLE İFADESİDİR
ÖDP’nin
başarısızlığında dünyada ve ülkemizde yaşanan pek çok
gelişme şu veya bu oranda dışsal anlamda rol oynamış ise de,
içsel nedenler hiç de küçümsenmeyecek boyutlardadır.
ÖDP
süreci, daha başlangıcında ülkemizde mevcut ekonomik ve siyasal
yapının yanlış değerlendirilmesine dayalı olarak, yanlış
siyasal hedefler doğrultusunda ve yanlış bir örgütlenme modeli
ile ortaya çıktı. Bu niteliğiyle başarı şansı yoktu; başarılı
olamadı da.
Siyasal
partiler, demokratik kitle örgütlerinden farklı olarak, siyasal
bir homojenlik taşırlar. İdeolojik çizgide az ya da çok bir
siyasal netlik olmadan siyasal parti olunamaz. Ancak, ÖDP sürecinde,
sonuçta çok farklı siyasal beklentiler taşıyan kesimler bir
arada bulunuyordu. Yaşanılan dünyayı farklı değerlendiren,
farklı siyasal önermeleri olan, farklı örgüt ve mücadele
deneyimleri, gerekleri, alışkanlıkları, tercihleri olan kesimler
bir aradaydı. Bu heterojen yapı da başarısızlığın temel
nedenlerinden biridir.
ÖDP’nin
kuruluş tartışmalarının, dünya genelinde solun neredeyse bir
alternatif olmaktan çıktığı bir döneme rastlaması, bu dönemin
büyük oranda izlerinin taşınmasına neden olmuştur. Süreç
içinde de bu niteliğini değiştirmemiştir. Eski Sovyet
Cumhuriyetleri’nin çözülmesi ve dünyada sol dalganın
ciddi boyutlarda düşmesi ile zamandaş olan ÖDP, böyle bir sürece
müdahalenin dinamiklerini taşımak yerine; sürecin sonuçlarını,
geri çekilmeye, edilgenliğe ve değer erozyonuna gerekçe eden bir
yapı/kurum olarak işlev gördü. ÖDP’den çoğunlukla yansıyan;
soldaki sıkıntıların aşılmasına yönelik çabalar değil,
geçmişe veya bugüne dair fotoğrafı çekilen görüntülerin,
kötü bir dille ifadesidir. Bu, özellikle genç kuşağın,
sağlıklı beslenme şansını zayıflatmıştır.
Kuruluş
aşamasında yapılan açıklamalara dikkat edilecek olursa, sistemle
değil, militan solla farkını anlatmaya daha fazla gayret
sarfedilmiş olduğu görülür. Örneğin “bizde şeflik yok”
diye övünürken, örgüt içi bürokratikleşmeye karşı alınmış
köklü önlemlere değil, sadece “illegal olmamaya” dayanıyor
ve bir çeşit “sataşma”da buluyordu. Sonuçta, bürokrasinin,
anti-demokratikliğin, katılım kısırlığının, örgüt içi
tekelleşmenin salt legal olmakla aşılamayacağını, hatta bu
olumsuzlukların vahim biçimde beslenip kök salma şansının daha
yüksek olacağını ÖDP’liler bizzat kendi partilerinde gördüler.
Gerçekte tüm bu olumsuzlukların panzehirinin devrimcileşmek olduğu
ve bunun legal-illegal gibi bir ikileme sokulamayacağı; eğer dün
başarılamayan bir boyut varsa, bunun çözümünün doğru yerde
aranması gerektiği, ÖDP deneyimi ile bir kez daha açığa
çıkmıştır.
ÖDP’nin
yenilenme ve değişim görüntüsü vermek kaygısıyla geliştirdiği
ve devrimci birikimde ortaklaşmış normları büyük ölçüde
çiğneyen jargon, bir sorun olarak yansımıştır. Kendisiyle
“Fetret Devri’nin bittiğini” ilan eden ve “Promethe’nin
ateşini Sadun Aren’den devraldığını” söyleyerek
Promethe’nin kemiklerini sızlatan ÖDP, genelde ne olduğunu
değil, ne olmadığını anlatma yolunu seçmiştir. Seçim
dönemlerinde de yansıyan bir diğer özellik, burjuva partilerinin
de yaptığı gibi gerçekleri yansıtmayan zorlama ifadeler
kullanmaktır. Mesela Kasım ’96’da “ÖDP, sosyalizmin
bayrağını meclise dikebilecek kıvama gelmiştir.” diyen
Ufuk Uras, sık sık yaptığı gibi burjuva partileriyle zorlama
öğeler üzerinden kendini gereksiz bir yarışa sokmuştur.
“Lider,
İngilizce’de gütmek anlamında kullanılan bir sözcük. Bu
partide ne güden ne güdülen var. ‘Lead’, aynı zamanda köpek
tasması anlamına da geliyor. Bu partide ne sahip var, ne de o
tasmayı takmaya aday insanlar. Kararların aşağıdan yukarıya
alınabileceği bir yapılanma var. Diğer partilerde de özgürlükçü
bir ortam olsaydı, yani bu partilerin sifonu olsaydı, kendilerini
tazeleyebilirlerdi. Kendi kendilerini felç eden bir mekanizmayı,
bir uru içlerinde barındırıyorlar.”
(Ufuk Uras, Kasım ’96)
Yukarıdaki
ifadeler, kullanıldığı zaman ÖDP’lilere şirin geldi mi
bilemiyoruz; ama, en azından bugün için, hayat bir kez daha uyarı
görevini yerine getirmişken, bunların üzerinde durulmalıdır.
Geçmişte “şef” kelimesini bile bir çeşit küfür kabul eden
devrimcilerin çevresinde bugün yukarıda altını çizdiğimiz
bölümdeki gibi bir küfür rahatlığına rastlamak, gelişmeye
değil, gerilemeye işarettir. Demek ki küfür çirkin bir şeyse,
kendi küfrümüzü de sevmeyeceğiz; yoksa, o kötü silahla, bir
gün gelir kendimizi vururuz. Dün, parti içi özgürlüğü
yakaladığına inanıp, kendi dışındaki hiçbir yapıya
özgürlükçülüğü yakışık görmeyen ÖDP’lilerin bugün
yaşadığı sıkıntı “kendi silahıyla” vurulmaktır. İşin
en trajik yanı, vaktinde devrimci değerlerle tanışmış, bu
değerlerin en rafine biçimlerinin kök saldığı bir harekette
devrimci özne olmanın anlamı ve önemini bizzat yaşamış
olanların, kendini Troçkizmin veya TKP, TİP, vb.nin eskimiş
söylemine/rüzgarına terketmeleriydi.
Düşünün
bir kez, yıllarca muhatap bile kabul edilmeyen Troçkistlerin
dillerine pelesenk ettiği üç-beş argüman veya devrimci olarak
bile kabul edilmeyen ve Direniş Komiteleri’ne dahi yakışık
görülmeyen TKP’lilerin, “sol” bile olmayan duruşu, örnek
alınmaya başlandı.
Devrimciliğin
kendine has bir demokrasisinin olduğunu,
bunun legal veya illegal olmakla
doğrudan bir ilintisinin bulunmadığını bilmek için yıllarını
ÖDP gibi bir yapıda tüketmek gerekmiyordu. Devrimci repertuar
yeterince zengindir; yeter ki, böyle bir repertuarın varlığı
kabul edilsin ve yenilenme, arayış, vb. adı altında, var olan tüm
birikimleri yadsıyan bir duruş tercih edilmesin.
Gerek
örgütlenmede gerekse de mücadelede devrimciliğin tek tipleşmemek
ve kısırlaşmamak için çokça nedeni/avantajı vardır.
Kapitalizm rüzgarı altında kendine çeki düzen vermek durumunda
olduğu için insanların, doğru şeyler yapmak üzere yola
koyulduğunda bile, yolu da kavşakları da şaşırması mümkündür.
Dahası, örgütlü çabaların çok olduğu, toplumun enine ve
boyuna çeşitli büyüklüklerde sınıf ve tabakalardan oluştuğu
ve devrim yapmak için kendi dışındaki dost ve düşman ayırımını
çok iyi (duygusal ve öznel etkilerden uzak) yapmak gerektiği
bilinmek durumundadır.
Bugüne
dek sendikanın, derneğin, odaların yanında, legal veya illegal
siyasal oluşumların gerekli olduğu; bunların, birinin diğerini
yadsımadığı karşılıklı bir ilişkilenme içinde
değerlendirilmesi gerektiği, Marksizm hazinesi tarafından belki de
en çok yansıtılan gerçekliklerden biridir. Buna rağmen, günün
birinde, bir kitle partisinin gerekliliğini keşfedip, bunu Leninist
Parti’nin alternatifi gibi gösterip ve hatta bu uğurda dün ile
maddi-manevi tüm bağlarını keserek “milad”tan söz etmeye
başlamak; en yumuşak deyimle, öznelliğe batmaktır. “İşçi
sınıfının kurtuluşu için demirle ve ateşle yok edilmesi
gereken çok fazla şey var bu dünyada” diyen Lenin’in
“Gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanılması
gibi çetin bir sorunun üstesinden ‘atlayarak’ bu zorluktan
kaçınmayı denemek tam bir çocukluktur.” dediğini de
biliyoruz.
Geçmişte
hemen her devrimcinin ölçü aldığı teorik ve pratik duruşlar,
legal ile illegal olanı, silahlı olanla silahsız olanı birbirinin
alternatifi değil tamamlayanı olarak kabul ettiği ve bize böyle
devrettiği halde; hatırlanacağı gibi, ÖDP penceresinden dışarı
bakıldığında sol’a ait hemen her sağlıksızlığın
kaynağında militan sol görüldü ve bu çerçevede
bilinçli bir karşı duruş, bir mesafe oluşturuldu. Devrimci
sorumluluk, içselleşmiş sevgi ve yoldaşça güven üzerine
kurulan ilişkilerde istismar, tahakküm, antidemokratiklik, vb. en
alt sınırda kalır. Devrimci ölçüler, bir güvence olarak işlev
görür.
ÖDP’nin
kuruluş sürecinde ortaya çıkan fikir karmaşası içinde belki de
en tutarlı görünen ve yıllardır savundukları çizgilerinde
ısrar eden, Troçkist çevreler olmuştur. Troçkistlerin yenilik
yapma ihtiyacı duymadığı fikirler, bildikleri hemen her şeyi
yeniliğe kurban etme eğilimi taşıyanların üzerinde fikrî bir
hegemonya oluşturmuştur. Dün, Devrimci Yolcu olup bugün ÖDP’li
olanların duruşu yakından incelendiğinde görülecektir
ki, yeniden oluşturulan fikrî duruş, Troçkist
tezlerden önemli oranda etkilenmiştir. Özellikle örgüt içi
bürokrasiden ve antidemokratiklikten her vesileyle söz eden
Troçkistler, bu özellikleriyle kendilerini bürokrasiye karşı
adeta aşılanmış kabul eder ve bu türden eğilimleri genellikle
dışsal bir faktör olarak görürler. Ne var ki insanların toplu
biçimde bir araya geldiği hemen her ortamda rastlanan iktidar,
bürokrasi, vb. eğilimlerle başedebilmenin, devrimcilik dışında
bir yolu yoktur. Bürokratik eğilimlerle mücadele etmek ve
demokrasiyi hakim kılmak, devrimciliğin temel niteliklerindendir.
Dünyanın çeşitli yerlerinde rastlanan benzer gelişmelerden biri
de devrimci örgütlenmelerle şu veya bu biçimde sorun yaşamış
veya dışında kalmış olanların en çok örgüt içi bürokrasiden
söz etmesidir. Ostrovski’nin “Ve Çelik Böyle Sertleşti”
adlı romanında Pankratov’un, Troçkist muhalefete karşı
konuşurken söyledikleri ve dikkat çektiği noktalar, sözünü
ettiğimiz türden bir benzerliği ortaya koyuyor.
“Onlar
ne bizim silah arkadaşlarımız, ne devrim savaşçıları, ne de
düşüncede yandaşımız gibi hareket ettiler, hayır. Bütün
çıkışları düşmanca, uzlaşmaz, safra doluydu. Üstelik de bize
iftira attılar. Evet, yoldaşlar, iftira attılar diyorum.
Partimizin
en çetin vartaları atlatmış, en mükemmel birliğini, şanlı
şerefli eski bolşevik muhafız alayını, RKP’yi demir
dövercesine meydana getiren, kuran biz bolşevikleri, çarlık
despotizmi zamanında hapishanelerde çürütülen, Lenin
yoldaşımızın yanıbaşında, menşeviklerle, Troçki’yle
amansız bir savaşa atılan bizleri, parti
bürokratizminin temsilcisi olmakla suçluyorlar.
Böyle sözleri düşmandan başka kim söyleyebilir? Parti ve parti
aygıtı bir bütün değil midir? Genç Kızılordu erlerini
durmadan ve üstelik de bölük bölük düşmanlarla çevriliyken
kendi komutanlarına, komiserlerine, karargahına karşı
kışkırtanlara nasıl bir ad verebilirsiniz? Söylesinler bakalım,
cevap versinler; Ben bugün tornacıysam, yarın da komite
sekreterliğine seçilirsem, troçkistlerin düşünce ve inançlarına
göre, bununla hemen “bürokrat” mı, yüksek
mevki peşinde koşan bir rütbe meraklısı mı olurum? Hem de şu
antikalığa bakın sevgili arkadaşlar, bürokratizme karşı gelen,
bürokrasiyle çarpışan muhalif kişiler arasında kimler karşımıza
çıkıyor? Alın size Tufta’yı, az zaman önce koyu bürokratizmi
yüzünden işinden kovuldu.. Alın size Tsvetayev’i, onun da ünlü
sözümona “demokrasisini” Solomenka’lı
arkadaşlar arasında bilmeyen yok. Peki, ya Afanasyev’e ne
buyrulur? İl komitesi, Podolsk bölgesinde sert yöneticilik
taslaması ve karşısındakilere despotça devranması yüzünden
onu tam üç kez işinden almamış mıydı? Ama şu işe
bak, partiye savaş açanlar, partinin cezalandırdığı
kişilerin ta kendileridir. (s:207-208, .b.ç)
Elbette
ki ihtiyarlarımızın yerine gün gelecek, daha genç olanlar
geçecek, ama bunlar tüm güçlükler karşısında kudurarak
partimizin çizgisine saldıranlardan olamayacak. ” (s:208)
Gerçekte
bunlar tekil örnekler olmadığı gibi bir tesadüf de değildir.
Türkiye’de devrimci yapıların şu veya bu oranda dışında
kalıp, devrimcilere yönelik eleştiri ve yakıştırma yapanların
içinde, durumu yukarıdaki örneğe benzeyenlerin oranı hiç de az
değildir.
MARKSİZM
FENERİNİ DOĞRU YERE TUTANLAR İÇİN ÇÖZÜMSÜZLÜK YOKTUR
Biz,
1992’de “sosyalizmin karşı karşıya geldiği sorunların
çözümünün bilgi üretim merkezlerinden çıkmayacağı açıktır.
Teori,
dinamik bir halkada, pratikle bütünleştiği yerde kendini yeniden
üretecek ve sorunlara açılım getirecektir.
Marksistlerin
elinde hazır formüller olmaz. Onlar, yaptıkça öğrenir,
öğrendikçe yaparlar.” demiştik. Ve sonra, 1999 Aralık’ında
“Geriye dönüp bakıldığında; düzenin, 1980 sonrasında
onbinlerce devrimciyi öğütüp kendi ambarına doldurduğu görülür.
Kuşkusuz; objektif ve subjektif, bireysel veya genel pek çok neden
öne sürenler olacaktır. Ama biz, kimin daha az ‘günahkar’
olduğunun tartışıldığı boğucu labirentlere değil; bu
‘kaderi’ değiştirmeye, tarihi tekerrür ettirmemeye
çağırıyoruz. Çözümü olanlar varsa, onları dinleyecek kadar
mütevazıyız; ama çözümü olmayanları, bizi dinleyecek kadar
mütevazı olmaya çağırıyoruz; bizim çözümümüz var.”
dedik. Bu sözlerimizin, bugün de arkasındayız. Ne var ki,
çözümümüzün olması, ne işimizi kolaylaştırıyor, ne de
sol’un önündeki pek çok problemi aşma işini hafifletebiliyor.
Kapitalizmin
yapısal problemleri, barındırdığı içsel ayakbağları; onun,
kendi ömrünü uzatabilme ve devrimci gelişmeleri geciktirme
imkanlarını ortadan kaldırmıyor. Bu konudaki dengeler, tarihsel
gelişimin farklı evrelerinde çeşitli faktörlerce bozulabilmekte
ve dalgalı bir görüntü oluşmaktadır.
Bilindiği
gibi 1970’ler sonrasında iletişim teknolojisinde kapitalizm, çok
büyük gelişmeler kaydetmiştir. Önceki dönemlerde kullanılan
yaygın iletişim-haberleşme teknik ve teknolojileri yoğunlukla
kullanan ve geliştiren devrimciler, buna uygun örgütlenmeleri de
kolaylıkla yaratabilmişlerdi. Ancak yeni geliştirilen kitle
iletişim teknik ve teknolojilerini kullanmada ya da bu
teknolojilerin kitle üzerindeki olumsuz etkilerini asgariye
indirgemede, uygun mücadele ve örgüt biçimlerinin
geliştirilebilmesinde sorunlar yaşanmış, sol ideolojinin kitle ve
toplum ile bütünleşebilmesi önemli oranda engellenmiştir. Kitle
iletişim teknolojisindeki hızlı gelişim ve bu alanda yaşanan
aşırı tekelleşme, sol düşüncenin topluma ulaşmasını
engellerken, yaygın bir depolitizasyonu da hedefliyordu.
Neoliberalizmin hızla gündeme getirdiği, kapitalizmin güncel
önermeleri, talepleri “tek alternatif” olarak sunulurken; bu
kavramalara karşı yönelen sol eleştiriler, sınırlı sayıda
insanı etkisi altına alabiliyordu.
Gerçekte
sol düşünce, daima kapitalist düşüncenin eleştirisi üzerine
kurulur. Marksizmin ortaya çıkışı da, gelişimi de kapitalizmin
eleştirisi üzerine olmuştur. Ülke ve dünya genelinde bunun en
iyi başarılabildiği dönemlerde Marksizm, yükselme
dönemlerini yaşamıştır.
Hiçbir
şey donmuş ve durağan olmadığı gibi, kapitalizm ve burjuva
ideolojisi de donmuş ve durağan değildir. Özü değişmemek
koşuluyla, her dönemde farklı düşünceler, eğilimler ortaya
çıkabilir. Her dönemde Marksizm, kapitalizmin ve burjuvazinin
geliştirdiği düşüncelerin, kavramların köklü eleştirisini
yapmak, alternatif düşünce ve kavramları üretmek zorundadır.
Marksizmin gelişimi ve yükselmesi buna bağlıdır. Ancak son 40-50
yıl içinde bu konuda çok önemli eksiklikler yaşandığı
görülüyor. Bu konudaki eksiklikler, günümüzde yaşanan
sorunların en önemli nedenleri arasındadır.
Dünya
genelinde “sol”un tarihinin en sıkıntılı günlerini yaşadığı,
150 yıldır dünya tarihinde ilk kez solun neredeyse bir alternatif
olarak bile görülmediği bir dönemden geçiyoruz. Dünya genelinde
sol’un bu konuma gelmesinin pek çok nedeni vardır. Bu nedenlerden
bazıları solun kendi gelişimi, geçirdiği evreler, dünya
genelinde yaşanan ve çoğunluğu başarısızlıkla sonuçlanan
devrimci deneyimlerin yarattığı olumsuzluklar, “sol”
düşüncenin yeniden üretiminde karşılaşılan sorunlar
gibi subjektif nedenler kategorisindedir. Bir kısmı,
kapitalist gelişimin bugünkü düzeyinin neden olduğu, çoğunluğu
konjonktürel nitelikteki kimi gelişmeler, devrimci çözümlerin
üretilemeyişinin kapitalizme kazandırdığı görece
üstünlüklerden kaynaklanıyor.
Bazı
sorunları sırayla ele alırsak:
Bugün
yaşanan sorunların en temel nedeni dünya genelindeki devrimci
-sol- deneyimlerin büyük bir kısmının başarısızlıkla
sonuçlanmasıdır. Sol’a ve sol ideolojiye güveni büyük oranda
sarsan en önemli sorun budur.
Genel
anlamda sol içinde, bugüne kadar en çok tartışılan, kapitalist
toplumda iktidarın ele geçiriliş sürecindeki sorunlardır. Bu
sorunlar, çok ayrıntılı bir biçimde tartışıldığı halde; bu
ülkelerde sosyalizmin kuruluş sürecinde yaşananlar, karşılaşılan
sorunlar bir bütün olarak çok fazla incelenmemiştir.
Yapılan
değerlendirmelerin, eleştirilerin büyük bir bölümü, belirli
bir deneyimi sürdüren kesimlerin diğer modellere ilişkin –büyük
oranda subjektivizmini de içeren- değerlendirmeleri,
eleştirileridir… Marksizm, özellikle son 50 yılda, bu konuda
önemli bir sıkıntı yaşamıştır. 1. ve 2. Enternasyonal
tartışmaları gibi dünya genelinde Marksizmin sorunlarını
tartışacak platformların yaratılamamış olması, devrim
deneyimlerinin büyük oranda ulusal sınırlar içine kapatılmasına
yol açmıştır.
Özellikle
3. Enternasyonal’in bu yönde olumlu rolü olduğu bilinmektedir.
Hatta, 2. Entenasyonal’deki revizyonist, reformist egemenliğe
göre, daha fazla devrimci öze sahipti. Özellikle Avrupa’da hızla
yayılan faşizmin değerlendirilmesinde çok önemli bir platform
oldu.
Ancak,
Komüntern’in dağılmasından sonra, Marksizmin uluslararası
düzeyde tartışılabileceği bir platform kalmadı.
Emperyalist-kapitalist sistemin saldırıları ideolojik, politik,
askeri giderek daha çok tek merkezden (ABD) yönetilir hale
gelmesine karşılık, Marksizm giderek çok merkezli hale geldi.
Dünya Devrimci Hareketleri özellikle Sovyet-Çin kutuplaşması
içine çekildi. Marksizmin sorunlarının tartışılmasında bu
kutuplaşma etkili oldu. Sorunlar, gerçek nitelikleri ve boyutları
ile tartışılamadı. Tartışmalar büyük oranda Sovyet ve Çin
milliyetçi-revizyonist çizgilerin egemenliğinde gelişti.
Emperyalist-kapitalist sistemin yeni eğilim ve tercihlerinin
Marksist eleştirisi zamanında ve yeterince yapılamadı. Bugün
karşılaşılan sorunlarda bu neden, oldukça etkilidir.
Sonuçta,
karşı-devrim güçlerinin neredeyse 70-80 yıldır tek merkezli
olarak dünya genelinde sürdürdüğü sistemli saldırılara karşı
çıkabilmenin yeterli araçları yaratılamamıştır. Sosyalizmin
kurulması sürecinde karşılaşılan sorunlar, farklı modellerdeki
deneyimlerin paylaşılması ile kolayca aşılabilecekken, bu
yapılamamış, sorunlar giderek daha da artmıştır. Özellikle
1950’ler sonrasında farklı “sosyalizm” deneyimlerinde
“ulusal” özellikler ön plana çıkmaya başlamış, sosyalizmin
enternasyonalist özünden uzaklaşılmıştır. Bu modellerde egemen
olan revizyonizmin, genel olarak sola karşı güveni büyük
oranda sarstığı görülebilir.
ÇÖZÜM,
DEVRİMCİLERİN KENDİSİNDEN GELECEKTİR
Marksizmin
sorunlarının “mutlaka uluslararası düzeyde
çözüleceği” düşüncesi yanlıştır. Çok ileri düzeyde
örgütlenmiş, çok nitelikli kadrolara sahip bir devrimci yapı da
Marksizmin uluslararası düzeyde emperyalist-kapitalist sistemin
politikalarının alternatiflerini üretebilir. Bu mümkündür.
Ancak dünya genelinde emperyalist-kapitalist sistemin
politikalarının-eğilimlerinin belirlenmesi, buna karşın uzun ve
kısa dönemli politikaların üretilebilmesi sanıldığından çok
daha karmaşık bir görevdir. Konumu gereği azgelişmiş,
yeni-sömürge bir ülkenin devrimcilerinin böyle bir görevin
altından tek başlarına kalkması daha da zordur. Görevler,
içinden geçilmekte olan evre ile de bir karşılıklı etkilenmeye
uğrar. İşin bu boyutu doğru anlaşılmalıdır. “Marksizmin
sorunları” ifadesi çok kapsamlı bir sorunlar dizisini ifade
eder. Öyle ki, bu sorunlar, nasıl bir ülkede olunduğuna ve içinde
bulunulan devrim aşamasının niteliğine de bağlıdır. Burjuva
demokratik devrimini gerçekleştirmiş bir ülkenin sosyalizme maddi
temel oluşturmak anlamında, bağımlı ülkeye oranla taşıdığı
avantajlar vardır. Bu, sosyalizmin sorunlarını gündeme almak
bağlamında da geçerlidir. Ne var ki, sosyalizmin maddi
koşulları ile devrimin maddi koşulları aynı şeyler değildir.
Devrimci
mücadelenin günümüzde önemli oranda enternasyonalist nitelikler
taşıması ile, her şeyin entelektüel tartışmalarda boğulması
meselesi, birbirinden ayrılabildiğinde, gerekli ve yararlı çabalar
da daha somut biçimde açığa çıkar. İlgi ve çabalar, gerekli
yerlere yönelir.
Tartışılan
ve cevap aranacak soru “Nasıl bir demokrasi?” ise, bu konuda
doğru hedef ve araçlar seçebilmek için, pek fazla
enternasyonalist çaba ve arayışa gerek yok. Bu konuda her ülkenin
kendi nesnel koşullarının kavranması daha önemli ve
önceliklidir. Ancak, cevap aranması istenen soru, “Nasıl bir
sosyalizm?” ise, son yıllarda yaşanan pek çok olumsuzluktan
sonra, bazı meselelere enternasyonalist düzeyde de yanıtlar
aranmadan, yeterli bir sonuca ulaşılamaz. Marksizmin en temel
kavramlarının bile tartışmaya açıldığı, yaşanan
olumsuzluklarda paylarının tartışıldığı, kitleler nezdinde
değil, Marksistler arasında bile Marksizme inanç yitiminin
belirdiği koşullarda, araştırma kapsamını enternasyonal kılmak
zorunludur. Özellikle, başarısız deneyimlerin bütün yönleri
ile değerlendirilerek, bugüne ve geleceğe taşınacak ya da
yadsınacak öğelerinin belirlenmesi gerekiyor. Bir bilim olarak
Marksizmin sürekli kendini yeniden üretmesi gerektiği düşünülürse,
bu doğrultuda bir çaba zorunludur.
Dünya
genelindeki devrimci deneyimlerin değerlendirilmesi ülkemiz
devrimci hareketinin sorunlarının kavranması ve çözüm
yöntemlerine/araçlarına ilişkin yönleri ile de ele
alınabilmelidir. Tartışma bu yönüyle değerlendirilmelidir.
Özellikle devrimci görevlerin de böyle bir araştırma-değerlendirme
sürecinin sonrasına ertelenmemesi gerekir. Böyle bir durum,
devrimci deneyimlerin değerlendirilmesini devrimci görevlerin
gerekleri doğrultusunda ele alınmasını engeller; oldukça soyut
entelektüel bir tartışmaya dönüştürür.
Bu
arada internet olgusu da gerçekte devrimci deneyimlerin kısa bir
süre içinde çok geniş kesimlere ulaştırılabilmesi, farklı
kesimlerin tartışma ve değerlendirmeye katılımını
sağlayabilmesi açısından önemli bir araçtır. Tartışma
sürecine sağladığı bu kolaylık ve olanakların, örgütleyici
bir yanının olduğu yadsınamaz. Ne var ki, bu sınırlı
örgütleyici yönünün abartılarak diğer geleneksel örgütlenme
ve mücadele araçlarının yerine konması ise doğru değildir.
Bugün
karşılaşılan sorunların aşılmasında, bir ülkenin
devrimcilerinin varolan sorunları ve devrimci görevleri kavrayış
biçimleri çok önemlidir. Demokratik devrimi tamamlamış, sorunlu
da olsa burjuva demokrasilerinin egemen olduğu ülkeler açısından
hedef, sosyalist devrimdir. Devrimci görevler, bu doğrultuda da
alınmalıdır. Bu ülkeler açısından, Marksizmin temel sorunları
üzerinde, en azından yaratılan bulanıklığı aşmadan,
sosyalizmi kitleler nezdinde tekrar “umut” haline getirmeden bu
görev başarılamaz. Bu ise, yukarıda bahsettiğimiz gibi, önemli
oranda enternasyonalist yanı olan bir görevdir.
Ancak
bizim gibi ülkeler açısından sorun, “sosyalizm”sorunu değil;
öncelikle görev, toplumun demokratikleştirilmesidir. Toplumun
hemen hemen her kesiminde demokratikleşme ve demokratik talepler
doğrultusunda güçlü eğilimlerin ortaya çıkmaya başladığı
bir dönemde, devrimcilerin görevleri de demokratikleşmedir. İşte
bu görevlerin gerçekleştirilebilmesinin önünde hiçbir engel
yoktur. Hatta Marksizmin iç tartışmaları, yanıtlanması gereken
bir yığın soru bile, bu görevin gerçekleştirilebilmesine engel
değildir. Mücadele ve devrimci görevler bu şekilde kavranırsa,
mücadelenin önü açılır.
Emperyalist-kapitalist
sistem, işçi sınıfı ve yeni sömürge halklar üzerindeki
baskısını sürekli artırıyor. Bu baskıyı ve sömürüyü
artırırken yeni ideolojik, politik, ekonomik –hatta askeri-
motifler/araçlar kullanıyor. Emperyalist-kapitalist sistem uzun ve
kısa dönemli taleplerini, tercihlerini; sanki bilimsel ve
teknolojik gelişmelerin zorunlu bir sonucuymuş gibi dayatıyor.
Marksist düşüncenin etkisizleştirdiği pek çok ideolojik motif,
yeni kavramlarla, başka biçimlerde tekrar gündeme getiriliyor. Bu
ideolojik motifler/güçler kamuoyu oluşturma araçları ile
kitlelere pompalanıyor. Bu ideolojik bombardıman
etkisizleştirilmeden bu amaca yönelik, ideolojik-politik karşı
ataklar yapılmadan sosyalist düşüncenin yeniden kitlelerin umudu
olması olanaklı değildir. Bu düşünce, emperyalizmin ve
kapitalist sömürü mekanizmasının özünde çok büyük
değişiklikler olduğu anlamına gelmez. Ancak,
kapitalizmin her dönemdeki taktik saldırılarının (ideolojik,
politik, ekonomik, askeri) uygun araç ve yöntemlerle
etkisizleştirilmesi gereği de devrimciliğin temel bir kuralıdır.
Kapitalizmin
bazı eğilimleri, dünya genelindeki yaygın örgütlenmeler
aracılığı ile henüz uygulamaya konulmadan kavranabilir, sezilir
ve ona uygun önlemler çok önceden geliştirilebilirse,
emperyalist-kapitalist sistemin saldırıları daha kolay
göğüslenebilir.
Askeri
alanda bir örneklemeye gidilirse; 1950’ler sonrası devrimci
saflarda hızla yükselen gerilla mücadelesine karşı, ABD çok
önemli bir araştırma başlattı. Dünya genelinde gerilla
mücadelesinin dayanakları, araçları, örgütlenmeleri, ilişkileri
çok ayrıntılı bir biçimde incelendi. Ve gerilla mücadelesine
karşı kontrgerilla taktiklerini geliştirdi. Ve bu konuda da
oldukça başarılı oldu. Ne var ki kotrgerilla taktiklerinin,
araçlarının, ilkelerinin neler olduğunu, ancak her ülkenin
devrimcileri kendi yenilgilerinden sonra kavradılar. Bu alanda
bilgi-deneyim aktaracak araç ve organlar geliştirilemedi.
Bu
tartışmaların doğru anlaşılması için, sınıflar
mücadelesinin özü, iyice kavranmalıdır Sınıflar
mücadelesi, devrimcilerin bir tercihi sonucu değil, toplumdaki
güçlü çelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkar ve gelişir.
Devrimcilerin çabaları, kullandıkları yöntem ve araçlar,
subjektif konumları, süreci hızlandırır ya da yavaşlatır. Ama
sınıflar mücadelesi yok olmaz. Bugünün koşullarında da
devrimci mücadele sürecektir, sürmektedir Mücadelenin gelişimi
pek çok objektif ve subjektif etkene bağlı. Günümüzde solun
kendi subjektif konumu ve içinde bulunduğumuz objektif koşullar
mücadelenin daha üst biçimlere, boyutlara geçişini engelliyor.
Günümüzde
bu olumsuz koşulların aşılabilmesinde Türkiye Devrimci
Hareketi’nin birçok artılarının ve avantajlarının olduğu
biliniyor. Bu artılar bir çıkış noktası olarak alındığında
mücadelenin daha hızlı gelişeceği kuşkusuzdur. Benzer
şekilde daha başka ülkelerin de kendi koşullarından kaynaklanan
artı ya da eksileri olabilir. Ancak bu artı ve eksiler bizim
tarafımızdan olduğu kadar karşı-devrim güçleri tarafından da
biliniyor. Artılar her geçen gün aşındırılarak yok edilirken,
eksiler hep daha ön plana çıkarılıyor.
Mevcut
koşullarda bir devrimci canlanma ancak devrimcilerin olağanüstü
çaba ve gayretleriyle sağlanabilir. Varolan artıları korumak ve
geliştirmek; eksileri artılara dönüştürmek, onların çabalarına
bağlı. Ancak, uluslararası düzeyde devrimci mücadelenin çok
sınırlı seviyede sürdüğü koşullarda, herhangi bir ülke
devrimcileri açısından bu görev daha da zordur.
Bugünkü
görev ve sorumlulukların zor olması, olağanüstü çabalar
gerektirmesi ne yılgınlığı ne de karamsarlığı beslememelidir.
Bu gerekçeler zaten çeşitli kesimlerce fazlasıyla istismar
edilmektedir. Herkes, bulunduğu coğrafyada ve hatta en küçük
birimde dahi, devrimci değerlerin filizlenip boyverme kabiliyetini
moral ve maddi öğelerle besledikçe; parçaların bütüne, bütünün
parçalara etkisi, somut biçimde izlenebilecektir.
Öncelikle
bilinmelidir ki çözüm, devrimcilerin kendisinden gelecektir.
Devrimciler, geçtikleri tarihsel süreçlerde iz bırakırlar. Hazır
olanla yetinmez, eksikliğin ve olanaksızlığın esiri olmaz;
koşullara uygun çözümler üreterek, çıtayı, olması gereken
seviyede tutmanın mücadelesini verirler. Devrimciler için
çözümsüzlük diye bir sorun olmamalıdır. Her sorunun kendine
ait bir çözümü vardır. Önemli olan bunu doğru tanımlayabilmek
ve enerjiyi gerekli olana yöneltebilmektir.
Moral
dünyasını, devrimci saflarda yer alıyor olmanın erdemiyle
besleyen; ruhsal yatakları, devrimci olmanın coşkusuyla dolan;
yorulan ama “pes” etmeyen; değerlerini, geçmişini ve halkın
beklentilerini satışa çıkarmayan insanların izlediği yol, bugün
de görkemlidir. Bugün de doğanın, en yeşil yanıyla gülümsediği
insanlar vardır. Bunlar, güzelliği hakkettiğine inanan ve
hakkettiğini almak için mücadele eden kesimlerdir.
II.
BÖLÜM
EK
1
KALBURLA
SU TAŞIMAK VEYA KİTLE PARTİSİ
Gürültülü
bir biçimde kurulan “kitle partisi” net ve bütünlüklü bir
fikrî şekillenme yansıtmıyor ise de bugüne kadar sözlü veya
yazılı yapılan açıklamalar biraraya getirildiğinde amaçlarının
ne olduğuna dair belirli bir fikir edinmek mümkün olabiliyor.
Özellikle, “devrimciler örgütü”nün gerekliliğini
raddetmedikleri biçimindeki yaklaşımlar ile sergiledikleri pratik
arasında ciddi bir açı sözkonusudur.
Objektif
olarak; toplumsal muhalefet dinamiklerinin sistem içi kanallara
sevkini üstlenen kitle partisi, sahip olduğu bünye itibarıyla
kitleleri iktidar hedefinden uzaklaştırıcı ve sistemi tehdit eden
yanları törpüleyici bir öze sahiptir.
Birtakım
olguların yokluğu, eksik kalması veya ıskalanması onlara duyulan
ihtiyacı ve atfedilen önemi abartmaya sebep olur. Bir süredir
“taban insiyatifi, yerel mevzi, konsey vb.” kavramların vulger
yorumuna daha sık tanık oluyoruz; bunun örgütsel sonuçları da
adım adım kendini gösteriyor. İrade, yukarıdan aşağı
belirleme, insiyatif, hiyerarşi vb. kavramları reddeden; ama, aynı
içerikte işlevleri, örgütsüzlüğü örgütleme yönünde
kullanan çevreler aynı zamanda, tükenmişlerin vicdanını
rahatlatma yeri olarak da işlev görüyor.
Devrimciler,
varolan bağımsız, siyasal bir yapılanmanın taşıdığı iktidar
perspektifinin gereği olan ve ona tabi gelişen örgütsel araç ve
yöntemleri aslında hiçbir zaman reddetmemiştir. Bilindiği gibi
Direniş Komiteleri de bu bağlamda bir önermedir. “Demokratik
Halk İktidarının nüveleri”, “cephesel örgütlenmenin
örgütsel alt birimleri” vb. olarak tanımlanan ve yaşama
geçirilen bu organlar, Devrimci Yol örgütlenmesinin yanında yer
alan, ama “kendisi” olmayan örgütlenmelerdi. Ve daha önemlisi;
Devrimci Yol örgütlenmesinin yerine ikame edilemeyecek olan, farklı
ihtiyaçlara cevap vermek üzere geliştirilmiş araçlardan biriydi.
İşte
yakın geçmişte şaşaalı bir biçimde gündeme sokulan açık
kitle partisi için, her ne kadar “devrimciler örgütü”nün bir
alternatifi olmadığı söyleniyor ise de, tutturulan yaşamsal
grafik ve onu besleyen veriler zaten gerek ruhen gerekse üzerine
basılan zemin itibariyle Leninist tarza yönelmenin mümkün
olmadığını gösteriyor.
Leninist
örgütlenme tarzından hareketle yöneltilebilecek her eleştiriyi
“eskiyi tekrar etmeme” kalkanı ile karşılayan
“YENİDEN”cilerin(1), bırakalım başka alternatif
geliştirmelerini, kendilerini soktukları bataklıktan asgari
değerlerini tüketmeden çıkabilmeleri bile “başarı”
sayılacaktır.
İktidar
perspektifi ile hareket eden veya hareket etme potansiyeli taşıyan
her türden çabayı bilinçli bir tarzda tasfiye edip “açığa
çıkartan” bir anlayışın, birbirine alternatif olabilecek
değişik seçenekleri olamaz ki.
Teorik
olarak mevcudiyeti kabul edilse bile, pratik olarak “iktidarı
hedef alan bir tarza”, “devrimci bir tarza”, “Devrimci Yol’u
yeniden yaratma tarzına” yönelme şansını yitirmişlerdir.
Eleştirel
yaklaşımlara karşı “somut durumun somut tahlili, dar kalıpçı
olmamak vb. “motifleri bir kalkan gibi kullanan arkadaşlarımızın
mantıksal örgüsünün ve fikri sistematiklerinin nelerin reddi
üzerine oturduğunu ortaya çıkarabilmek için bazen söyleneni
satır satır incelemek gerekebiliyor: “Bir kitle partisi, temel
vasfı yasallık olmasa da, sonuç olarak, yasalara göre kurulan bir
partidir. Ve böyle bir partinin işçi sınıfının
öz örgütü veya devrimciler örgütü
anlamında bir Leninist parti ile karıştırılmaması
gereği ortadadır.” (Yeni Bir Devrimci Siyaset İçin Notlar,
s: 24, abç.)
Gerçekte
bu girişim “devrimciler örgütü” ile karıştırılmıyor mu?
Birbirinin alternatifi olarak görülmüyor ve biri diğerinin yerine
ikame edilmeye çalışılmıyor mu?
Mehmet
Ali Yılmaz’dan aktarıyoruz: “’80 öncesinde devrimci bir
harekete ihtiyaç vardı, Dev-Yol ortaya çıktı. Şimdiki ihtiyaç
ise devrimci bir kitle partisidir.” (Aydınlık, 8 Temmuz 1995,
Hasan Yalçın-Mehmet Ali Yılmaz röportajı)
Sözkonusu
partinin bu türden bir işlevle ve neyin yerine sahneye konduğu
tartışma götürmeyecek kadar açık.
M.
Ali Yılmaz devam ediyor: “(…) halkın kurtulması
için halkla birlikte mücadele edecek bir
partiye bugün her zamankinden daha çok ihtiyaç
olduğu açık bir gerçektir.” (agy., abç.)
Arkadaşımız,
varolan devrimci örgütleri halktan kopuk, marjinal, maceracı vs.
görüyor olacak ki, kitle partisini halkla birlikte mücadele
etmenin biricik aracı olarak kabul ediyor.
Solun
birliği meselesine gelince, “solun çok daha geniş bir dayanışma
içine girmesi zamanı. Solun geniş kesimlerini biraraya getirecek
yeni bir örgütlenme biçiminin ortaya atılması lazım.” (agy)
diyen Yılmaz, birliğin de ancak böyle açık bir alanda
gerçekleşeceğine inanıyor ve hızını alamayarak, “İşçi
Partisi’ndeki arkadaşlar da böyle bir girişim içinde bulunmalı”
(agy) diyor. Konuşmasını da ibret verici bir çağrı ile
noktalıyor. “Siz de –İP kastediliyor bn. –bu öncü parti
laflarını bırakın. Bir yere varamazsınız. On sene
sonra gene aynı lafları konuşmak zorunda kalabiliriz. Gelin
birlikte birşeyler söyleyelim. Artık Türkiye’de solu “ciddi”
bir güç haline getirelim. Solu sosyal-demokratların temsil etmesi
durumuna son verelim. Olay bu.” (agy., abç,)
Fazla
söze gerek var mı? Herşey çok açık. 80 öncesi sabıkalarını
ihanetlerini bir tarafa bırakalım, bugün de devrimci örgütlere
saldıran karanlık yüzlü Aydınlık’çılarla arkadaşımız
“ciddi” bir güç haline gelmeyi amaçlıyor.
Bayağı
politikacılığın, dar görüşlülüğün ve inkâr zihniyetinin
egemen olduğu bu süreç, yer yer devrimci sloganlara başvursa da
pratik yaşamla bağlantısı itibariyle ciddiyetsizlik üzerine
oturuyor.
İçinde
bulunduğumuz aşamada devrimi önüne bir amaç olarak koymayan
siyasal yapılar sermaye düzeninde saymaya mahkumdur; varlıkları,
sistem içi birer çeşitlilik yaratmaktan öteye gidemez.
2.
ENTERNASYONAL OPORTÜNİZMİ’NİN
TARİH KARŞISINDA MAHKUM OLAN
TEZLERİ
“YENİDEN” SAHNEYE ÇIKIYOR
Dönem
dönem tarih sayfalarını karıştırmak, taşıdığı öğreticilik
ve alınacak dersler itibariyle özellikle bir gereklilik haline
geliyor.
Bir
süredir; “kitle partisi” ve “yeniden” ibareleriyle siyasal
arenada boy göstermeye çalışan bir eğilimin icraatlarına tanık
oluyoruz. Mevcut panorama içerisindeki yerlerine ve çizdikleri
portreye baktığımızda 2. Enternasyonal oportunizminin tarih
karşısında mahkum olan tezlerinin “yeniden” ısıtılmaya
çalışıldığını görüyoruz.
Özgüven
yitimine uğramış, devrimci dinamikleri yok sayan, karşı-devrimin
güç ve olanaklarını abartan, sistem içi alanlarda sıkışıp
kalan ve bütün bunları bilinç bulanıklığı yaratarak
gerçekleştirmeye çalışan “yeniden”cilerin çehresini açığa
çıkartmak ve taşıdığı şaşırtıcı benzerliğe dikkat çekmek
açısından Stalin’in “2. Enternasyonal’in çehresi, çalışma
yöntemi ve silahları” konusundaki saptamalarına bir göz atalım;
“Bu
dönem, (…) seçim savaşımının ve parlamento gruplarının baş
döndürücü başarılar sağladığı; legal savaşım biçimlerinin
övgülerle göklere yükseltildiği ve legalite yoluyla kapitalizmin
yenilebileceğine inanıldığı bir savaş öncesi dönemdi. Kısaca,
bu dönem, 2. Enternasyonal partilerinin kendilerini besiye çekip
semirdikleri ve devrimi, kitlelerin devrimci eğitimini ciddi olarak
düşünmek istemedikleri bir dönemdi.
Tutarlı
bir devrimci teorinin yerine; birbirine karşı teorik tezler
kitlelerin devrimci savaşımından kopmuş ve modası geçmiş
dogmalar haline gelmiş teorik parçaları almıştır. Görünüşü
kurtarmak için, Marks’ın teorisi elbette anılıyordu. Ama bu,
Marksist teorinin canlı devrimci ruhunu boşaltmak için
yapılıyordu.
Devrimci
bir politika yerine, zayıf ve cılız küçük-burjuva oportunizmi,
parlamento diplomasisini ve parlamenter kombinezonları kollayan
siyaset esnaflığı, görünüşü kurtarmak için, “devrimci”
kararlar ve sloganlar kabul ediliyordu, ama bunlar, büro
çekmecelerinde saklanmak içindi.” (Leninizmin İlkeleri,
Stalin, s:15)
Proletaryanın
öz örgütünün –partinin- çözmesi gereken sorunlar başka bir
organizasyona havale ediliyorsa, bağımsız siyasal çalışma ve
bunun gerektirdiği örgütlenme yerine tüm dikkatler –mevcut
olanaklar ve enerji ile beraber- bir kitle partisine yöneltilmişse
ortada bir tercih var demektir. Temel olan tali olana, birincil olan
ikincil olana, aslolan türev olana feda ediliyor demektir. Yapılan,
kelimenin gerçek anlamıyla tasfiyeciliktir.
“Tasfiyeciliğin
özü, ‘yer altı’nın reddedilmesi, tasfiyesi, onun yerine her
ne pahasına olursa olsun, yasal olarak çalışan, biçimden yoksun
bir örgüt konmasıdır. Bu nedenledir ki, partinin reddettiği şey
yasal çalışma, ya da yasal çalışma gereği üzerinde ısrar
değildir. Parti, eski partinin adına parti denemeyecek, biçimden
yoksun “açık” bir şeyle değiştirilmesini kınamaktadır.”
(Tasfiyecilik Üzerine, s: 250, Lenin)
Gizlilik
temelinde örgütlenmiş bir savaşçı partinin yanında, ona tabi,
onu tamamlayan ve onun politik belirlenimi altında yürüyen legal
oluşumlar elbette mümkündür ve gereklidir. Ancak, mücadelenin
farklı araç ve biçimlerinin peşinen reddedilmemesi gerektiği
biçimindeki öngörü, sınıflar mücadelesinin ihtiyaçları
dışında keyfiyete dayalı tarzların öne çıkarılmasına
gerekçe oluşturmamalıdır.
“Devrimci,
reformu sadece legal ve illegal çalışmayı birleştirmenin bir
dayanak noktası olarak ve burjuvaziyi devirmek için kitlelerin
devrimci hazırlığını amaçlayan illegal çalışmayı
güçlendirmeye yarayan bir siper olarak kabul eder. Reformist ise
tersine, reformları her türlü illegal çalışmayı reddetmek,
kitlelerin devrime hazırlanmasını baltalamak ve “bağışlanan”
reformların gölgesinde uykuya yatmak için kabul eder.”
(Proleter Devrimin Stratejisi ve Taktiği, İnter Yayınları s:56)
Devrimci
örgütlenmeler, mayalandırma, örgütleme ve yol gösterici
özelliği ile kitlelerin bir adım önünde olmak zorundadır.
“Devrimci Yol”dan aktarıyoruz: “İçine
düştüğümüz legalist eğilimlerin
kaynaklarını araştırarak ortadan kaldırmak için ciddi şekilde
mücadele etmeliyiz. Çünkü bu eğilimler, sonuçta, çalışmaların
burjuva demokratik bir çerçeve içinde sınırlanmasını getirir.
Devrimci hareketin burjuvazinin koyduğu sınırlar içinde
hapsolması tehlikesini getirir ki bütün bu eğilimler bir devrimci
hareketin bütün ihtilalci özünü kaybetmesine yol açar.(…)
Ekleyelim
ki bu konudaki hatalı eğilimlerimiz, yani gizli ilişkilerin
kurulup geliştirilmesi, gizlilik kurallarına uyulması
konularındaki ihmalkâr tutumlarımız; sadece burjuvazinin muhtemel
saldırıları karşısında tehlikeli durum yaratmakla kalmamakta,
aynı zamanda hareket içinde düzene bağlılık eğilimlerini
güçlendirmekte ve hareketin daha ileri konuma yükselişini,
ihtilalci yönünün güçlenmesini engelleyen (köstekleyen) bir
role sahip olmaktadır.” (Örgütsel Sorunlar ve Çalışma
Tarzımızdaki Bazı Hatalı Eğilimler Üzerine-Mayıs 1978)
Gazi,
Ümraniye, Nurtepe, Okmeydanı vb.nde patlayan ve daha birçok yerde
patlama olasılığı olan öfkenin, seçilmiş bir zaman diliminde,
hazırlıklı ve bilinçli bir tarzda ateşlenebilmesi durumundaki
kazanımları düşünürsek, bugün üzerimize düşen görevlerin
neler olduğu, hangi amaç ve yöntemleri öne çıkartmamız
gerektiği ve dün-bugün diyalektiğinin nasıl canlı tutulacağı
daha iyi anlaşılır.
Koşulların
“Hic Rhodus, hic salta”(2) diye haykırdığı bir ortamda
kavgayı bir bilinmeyene ertelemek, alandan çekilip, kapalı kapılar
ardından, “yeni devrimci tarz”lar aramak, ancak, özgüven -ve
hatta özsaygı-yitimiyle açıklanabilir.
(1)Yazı
içerisinde, “YENİDEN” adı altında yürütülmekte olan çaba
ile “kitle partisini birbirinden ayırmaksızın ele aldık.
Aradaki fark sol kulağını sap elle göstermekten ibaret olduğu
için böyle bir ayrıma gerek duymadık.
(2)Marks’ın
“Lousi Bonaparte’ın 18. Brumaire’i” adlı eserinde
kullandığı “Gül burada, raks etmelisin”, ya da “İşte
hendek işte deve”, “Hünerini göstermenin zamanıdır”
anlamında. Latin atasözü.
Emperyalizme ve Faşizme Karşı
DEVRİMCİ HAREKET Dergisi
Sayı:1 1997
EK
2
DEVRİMCİ
DEĞERLER “ARAYIŞ”A FEDA EDİLMEMELİDİR
12
Eylül yenilgisi dünya ölçeğinde yaşanan çözülme sonrasında
daha ağır ve farklı biçimlerde hissedilir hale geldi.
Yaşanmışlıkların irdelenmesi, sonuçlar çıkarılması ve
olumsuzlananın aşılması biçimindeki yöntemin kendisi de dahil
olmak üzere devrimcileri tanımlayan kavramların bizatihi kendisi
hedef tahtasına oturtuldu. Yapılmak istenen ve “yeni bir tarz”
olarak hakim kılınmaya çalışılan şeyin geçmişin tümden
reddiyesine doğru evrildiğini söylemek abartılı olmayacaktır.
Her
şeye rağmen kendinden emin olma; değerlerine, bu değerleri ifade
eden kavramsal bütünlüğe ve tarihsel birikime sahip olma durumu,
bir taraftan olumsuzlukları saptarken diğer taraftan
biriktirilenleri koruyup geliştirme şansı verir. Biriktirilen ne
varsa tümünü geri boşaltıp sıfırlamak ve deyim yerindeyse,
hedef tahtasına oturtmak ise; varolan kavramsal hazinenin ve
değerler bütününü “zaafları saptama”ya feda
edilmesidir. Bir yöntem hatasının olmasının yanında bağışlanmaz
bir tutumdur da…
Bilimin,
devreden ve devralınan özelliği yadsınarak, birikimler ibresi
sıfıra getirilerek “her şeyi” sorgulamak; ya Descartes
şüpheciliğidir, ya da bir çeşit hiçliktir.
Plan
yapma özürlü birinin başarısızlığını “planlama”nın
kendisine fatura etmesi gibi, hedef şaşırtan ve sahip olduğumuz
teorik-pratik kazanımlara zarar veren arayışlar sorunlarımızı
çözücü değil, daha çok derinleştirici bir etki yapmaktadır.
Hiyerarşiden,
örgütsel bir programdan, plan yapmaktan kaçınmak üzere
sarfedilen gayretler adı konmamış bir irade, bir disiplin, bir
tekel oluşturur. Nasıl olmaması gerektiğini anlatarak sınırları
çizer ve olması gereken üzerinde “yukarıdan aşağı”
bir belirleme ile (tabandan gelebilecek önerilere gerçekte hiç de
açık olmayarak) kesin bir rol oynar. Zaten, devrimci yaşamın
yarattığı tüm değerlere yabancılaşarak; ama, “kirlenmişlik”
atfında da bulunarak yapılan arayışlar ister istemez bu
değerlerin dışında bir yerlere sürükler.
Siyasal
ve örgütsel boyutu özellikle geri çekiliş bir çalışma tarzına
kilitlendikten sonra; devrimci bir dönüşümü içeren, sınıf
savaşımını öne çıkartan mücadele tarzının telaffuzundan
dahi kaçınan ve bunların yerine örneğin muhalif olmayı ya da
demokratlığı ikame eden bir anlayıştır söz konusu olan.
En
geri düzeyde seyreden muhalif kıpırtıları ölçü alıp, varolan
dinamikleri bu çizgiye çekerek buna uygun bir yapılaşma yaşamaya
çalışmak; birincil olanı ikincil olana, aslolanı tali olana feda
etmektir.
YERDE
KAYBETTİĞİNİ GÖKTE ARAR DURUMUNA DÜŞÜLMEMELİDİR
“Pireler
üzerine araştırma yapan bir alim varmış. ‘Pirelerin bacakları
koparılınca ne oluyor acaba’ diye merak etmiş. Deney pirelerinin
bacaklarını teker teker koparmış. Sonra masaya vurup, pirelerin
ne yapacaklarını görmek istemiş. Pirelerde hiçbir hareket
görmeyince, buluşlarını yazdığı deftere kayıt düşmüş:
‘Bacakları koparılan pireler sağır oluyorlar!” (Aktaran,
Türker Alkan-Radikal 12 Şubat 1997)
Sistemi
değiştirmek üzere bilinçli etkinlikte bulunan insanlarda,
sistemin ortaya koyduklarıyla çelişme refleksi bazen öylesine
gelişir ki, var olan her türlü ürünü reddetmek, reaksiyon
geliştirmek bir “değer” haline gelir. Gerek bu türden
etkilerle, gerek çözümsüzlük noktasında yaşanan tıkanmalarla,
gerekse daha iyisini/alternatifini bulma kaygısıyla gelişen
arayışlar farklı farklı sonuçlar verebilir. Doğru yerde aranan
alternatifler gelişme yasalarına uygun, daha ileri buluşlarla
sonuçlanırken; kaçış psikolojisinin, reaksiyonların yön
verdiği arayışlar için aynı şeyleri söylemek mümkün
değildir. Örneğin, toplumla ilişki içerisinde yaşanan
sıkıntıları alt alta toplayıp “insan” olgusuna dair
elde edilen bilimsel(!) veriler neticesinde, hayvanlara doğru bir
kaçış yaşanır. Aykırılaşma başlamıştır; hayvanları sevme
meselesi de bir “keşif”miş gibi her şeyin önüne
çıkarılır ve yeni “erdem” tarifleri başlar:
“Hayvanları insanlardan daha çok seviyorum(!)” yaşam,
olması gereken doğrultuya sokulamayınca, insan sevgisini hayvan
sevgisine engelmiş gibi gören, bütünü parçaya feda eden, azla
yetinen bir kavrayış ortaya çıkar.
Benzer
bir aykırılaşma ve yanlış hedeflere yönelme, kadın-erkek
çelişmesinde de yaşanır. Haklı kaygılarla başlayan ve doğru
yerde arandığında çözümü mümkün olan “kadının özgür
bir kişilik olarak varlık göstermesi” meselesi; her türden
“erkek” olguya tepkiyi ve uzaklaşmayı büyüterek
çözülmeye(!) çalışılır.
Bir
başka örnek olarak da sanat alanında 12 Eylül sonrasında yoğun
olarak tanık olunan bir gelişmeden söz etmek istiyoruz. Ülkemizde
12 Eylül sonrasında hakim kılınan baskı ve şiddet ortamı;
kaderine razı, edilgen kesimler gibi bu kesimlerin sanatını da
yaratmıştır. Hiçbir karşı duruş motifi içermeyen,
karamsarlıkla malul bir üretim furyası gelişti. Cinselliği ana
tema olarak alan kimi eserlerde, sanatsal bir incelik katmak yerine,
objenin kendini izlettirebilme potansiyeline sığınıldı. Bilinçli
üretim yerine, aykırı olan veya rastlantıya dayanan şeyler
tercih edildi. Kocaman tuvallerin üzerine avuç avuç boyalar
fırlatıldı ve kendiliğinden akışa, rastlantılara anlamlar
yüklendi. Tuvaldeki bu görüntü, sadece sahibini değil;
izleyicisi ve yorumcusu ile toplumsal bir kesimi ifade ediyordu.
Yaşanan boşluk ve arayış, bilinçli bir yönlendirmenin de etkisi
ile bunalımın sanatını geliştirmişti.
Çeşitlendirerek
vermeyi sürdürebileceğimiz bu tür örneklerin bir ortak yanı da,
kaçış ve tepki ile örüldüğü için savunma reflekslerini de
güçlendirmesidir. Bu türden duruşlara sahip insanları ikna etmek
çok güçtür.
Elbette
ki, sorunların kaynağını yanlış yerde aramanın tek biçimi
aykırılaşmak değildir. Bazen salt psikolojik
nedenlerde/koşullanmalarla arayış başlar. Ve yanıbaşımızdaki
“çözüm”ü uzaklarda ararız. Çoğu kez,
romanlarda konu edilen ve hayran kaldığımız kişilikler bir
“yoldaş” olarak yanımızda dururken, adeta “sahip
olunan şey, değerinden yitirir” fikrini haklı çıkarırcasına
doyumsuz ve gayrımemnun rollerine gireriz. Elde olan reddedilince
bir derinlik ve ufuk genişliği olacakmış gibi, sahip olduğunuz
birikim ve değerlere haksızlık ederken elimiz titremez. Arkamıza
aldığımız deneyler havuzu açısından, şanslı olduğumuzu
düşünüp gerekli değeri verme mutluluğu yerine; 70 yıllık
birikimi bir anda aşıverme oyunu oynama mutluluğunu tercih
ederiz…
Devrimci/örgütsel
süreçler, iç dinamikleri ve doğal şekillenmeleri içerisinde ele
alınarak; “açık” arayan değil, sahiplenen bir
yaklaşımla irdelendiğinde daha “anlaşılır” olacaktır.
Bir roman örgüsü içerisinde, örneğin “Kavganın
Şafağı”ndaki Klaudia’nın, uyarılara rağmen babasının
evine gitmesi ve bu liberal tutumunun tutsaklığa sebep olması
gibi, Kızıl Kayalar’daki Sü Yüfeng’in riskli randevuya giderek
tutsak düşmesi de okuyucuya “felaket” tanımlamaları
yaptırmaz. Olabilirliğine dair bir “genişlik” taşınır
çoğu kez. Ama konu ne zaman ki bizim bir parçası olduğumuz
örgütsel ilişkiler olursa, o zaman yargı kılıcını çok daha
acımasız kullanırız. “felaket tellallığı” biçiminde
dışa vuran bu tarz; yanlışı arayıp bulma, onu düzeltme
biçiminde yapıcı bir kaygı içermekten çok “sorun
tanımlayıcı” olarak varlık gösterir. Çözüm
getirmek değil, çözümsüzlüğe işaret etmek veya o alana hiç
kafa yormamak en sık rastlanan biçimlerdendir. “Ölüler hata
yapmaz” veya “savaş bu, her şey olur” demek
istemiyoruz. Ancak “mükemmeliyetçilik” hiçbir şey
yapmamanın, hiçbir sorumluluk üstlenmemenin gerekçesi olabiliyor.
Gerçekte
ise bilinmelidir ki “herkes her şeyden sorumludur”
(Dostoyevski)
Sisteme
karşı atılmış her adımı bir ileriye taşımayı,
değiştirici/dönüştürücü rollere büründürmeyi yol
göstericiliğin bir gereği sayan devrimci örgütlülüklerin işi
her zamankinden daha zor; ama daha onurludur. Devrimcilerin
işaret parmağı hiçbir zaman geriyi, göstermez. Değişen
ekonomik, siyasi ve sosyal koşullar mücadelenin ihtiyaçlarına
cevap veren araç ve yöntemler üzerinde de değiştirici bir etki
yapar. Ancak bu değişim tedrici bir özellik taşır ve koşulları
adım adım izler. Bir gün öncesine kadar dört elle sarıldığımız
yöntemleri, bir gün sonrasında çöp kutusuna atmaya kalkarsak;
bir taraftan “hiçbir değer kalıcı değildir” fikrini
besler, diğer taraftan diyalektik yasaları ıskalamanın faturasını
birikimlerimize çıkartmış oluruz. “Ya hep ya hiç”
tercihini dayatmak, geçişleri yadsımak uçlaşmanın ve
savrulmanın her türden zeminini hazırlar.
Devrimci
bir örgütlenmenin hangi coğrafyada gündeme geldiği ve bu
coğrafyada varolan sosyal şekillenmenin muhtevasının ne olduğu
elbette ki üretilecek politikalarda yansısını bulur. Ancak bu
yansıma, stratejik hedef bağlamında tasarlanmış araç ve
yöntemlerden bağımsız düşünülmemek durumundadır. Muhalif
seslere ulaşıp bu sesleri düzen dışı bir yönelimin basamakları
haline getirmek başka bir şeydir; o sesleri sadece alkışlayıp,
bir birine ekleyerek “kitlesel bir muhalefet”(!) gösterisi
yapmak daha başka bir şeydir.
“Birey
bile olamadık; toplumu kurtarmak için yola çıktık, kendimizi
bile kurtaramadık; hangimiz doğru dürüst aşkı tanıyabildik
ki?” biçimdeki serzenişler -ilk olarak kimler tarafından
ortaya atıldığı ihmal edilse dahi- gösterilmeye çalışıldığı
gibi bir keşif veya kucaklanması gereken muhalif bir kesimi bir
arada tutan ortak bir söylem de değildir.
Mücadelenin
yüklediği ağır görevlerin yanında olgunlaşma yetersizliğinin
de sebep olduğu “eksik ve günahlarımız” elbette oldu;
ancak bu “günah”ların ne olduğunu ve nasıl aşılacağını
en iyi yine “günah sahipleri” bilirler. (1) “Eli
bir kadın eline değmemiş”de olsa; devrimci yaşamın
kazandırdığı geniş ufuklar, yoldaşlık ilişkisi ve insansal
sıcaklık nedeniyle devrimciler sanıldığının aksine aşka karşı
hiç de yabancı değildir. Ve bir insan bakışının kana nasıl
hızla karışabileceğini en iyi yine onlar bilir.
Akşama
kadar hiçliğin edebiyatını yapan; yürek karartma ve zihin
bulandırmayı marifet zannederek uçuklaşan ve biraz da uçarak
yaşayan “marjinal”leri ne ölçü almanın ne de bir takım
politikalara gerekçe etmenin haklı bir sebebi olamaz. Ve
bilinmelidir ki, onlara benzemek, onları kendine benzetmekten çok
daha büyük bir olasılık dahilindedir.
Toplum
%90’lar düzeyinde bir memnuniyetsizlik grafiği çizerken
memnuniyetsizlikten söz etmenin tek başına fazlaca bir anlamı
yoktur. Bırakalım sistemi, kendilerini de değiştirip dönüştürme
gibi bir dertleri olmadığı için; kimsenin kimseye karışmadığı,
herkesin free takıldığı ve “Bezgin Bekir olma hakkı”nı
kullandığı bir örgütlenme(me) biçimi en ideal örgüt formu
olarak yansıtılmaktadır.(2)
Tüm
pozitif bilimleri kucaklayan ve materyalist bir düşünce sisteminde
disipline eden bir bilim felsefesi olan Marksizme; çevrecilik,
kadın-erkek eşitliği, gerçek anlamda hümanizm vb.ni
kapsayamayacak denli bir darlık atfetmek ancak Marksizmi bilmemek
veya değiştirmeye çalışmakla açıklanabilir. Devrimcilerin
geçmiş pratiklerinde kadın, çevre, barış gibi konulara
yeterince ağırlık vermediği söylenebilir. Ancak bunun çözümü,
boş bırakılan bu alanları dolduran feminist, anarşist vb.
akımlar içerisinde eriyip kendini “yeniden” bulmak
olmamalıdır.
Ülkemizde
yakın ve uzak mücadele tarihinin içerdiği çeşitli örnekleri
kitleselleşmenin yolunun tüm yumurtaları yasallık sepetine
doldurmak olmadığını kanıtlamışken; legal araçları adeta
amaç haline getirerek dayatmak, ancak kurucularının ihtiyacı ile
açıklanabilir. Mücadelenin gereklerini yerine getirerek politika
üretenlerin hiçbir zaman, kitleselleşememe gibi bir handikapı
olmamıştır.
Devrimciler,
meşruiyetini haklılığından alır. Bastığı zemini,
geleneklerini ve yürüyüş tarzını; kendisi meşru olmayan kimi
güçlerin tacizine göre gözden geçirmez. Meşruiyet kaygısı,
icazet almaya dönüştüğü takdirde, icazet dışı kalan
kesimlere saldırı için davetiye çıkarılmış olur. Bu, bir
çeşit yabancılaşmadır. Kendi tarihine, geleneklerine
kazanımlarına, ürettiklerine karşı bir yabancılaşma olduğu
gibi; ortalığa serilen halının dışına çıkılmayacağının
da itirafıdır; mücadelede “ben”leşmektir.
Saptadıkları
“in”ler ve “out”lar etrafında biraraya gelen ve
gerçekte ortak bir amaç taşımaktan çok benzer reaksiyonlara
sahip yarı-siyasal bileşimlerle karşı karşıya kalıyoruz ki;
şüpheciliği, belirsizliği, aykırı olmayı bir erdem saymaktan
öte bir bütünlükleri de yok. Bir diğer özelliği de “kaba
olan her şeye karşı olmak” iddiasında somutlanan bu
eğilimin, yumuşaklık arayışında ne tür savrulmalarla
sonuçlanacağı ve aslında bunun neden ayrı bir toplum öngörmediği
tarihsel materyalizmden nasibini almış her insanın kolaylıkla
görebileceği bir durumdur.
Sosyolojik
birtakım tahlillere dayandırılarak, bireye atfedilen özgürlük,
farklılık ve geleneksel soldan kopukluk subjektif öğelerle
beslenmiş tanımlamalar olmaktan öteye gitmemektedir.
SEL
KENDİ YATAĞINI YAPAR
İçinde
bulunduğumuz koşullar, bir günah keçisi bulup işin içinden
sıyrılamayacağımız kadar ağır; bu ağırlık aynı kapasitede
bir ciddiyeti gerektirir. Keşke işimiz “eleştiri-özeleştiri
mekanizmasını işleterek” veya “geçmişin
değerlendirmesini yaparak” içinden çıkılabilecek sadelikte
olsaydı. İşimiz öylesine zor ki, bazen Sisyphos’unki gibi bir
kısır döngüye düşmüş görüntüsü dahi verebiliriz.(3) Bu,
bizlerin; bir ucunda Spartaküs’ün olduğu deneyler zincirini
yadsımak istemeyen ve birikimlerini ısrarla sahiplenen
özelliğimizin dışavurumudur.
“Eğer
insanlığın çoğunluğu için etkili olabileceğimiz yeri
seçmişsek, hiçbir yük bizi kamburlaştıramaz. Çünkü o artık
herkes adına ödenen bedeldir; artık tadına vardığımız şey
yoksul, kısıtlı, bencilce bir sevinç değildir, mutluluğumuz
milyonlara aittir.”(Marx)
Yenilgi
sonrasında bizler sokağa her döndüğümüzde; ne sokak aynı
sokak, ne biz aynı biziz…. Girdiğimiz ırmak, bir önceki ırmak
değildir artık….İşte siyasal pratik bu biçimde kavrandığı
takdirde çözüme giden yolun içine girilmiş demektir.
Ardlarında
tarihsel bir tutarlılık bırakarak ilerleyenler mücadelenin hiçbir
kesiminde çaresiz duruma düşmezler. Pratiğim öğretici ve yol
gösterici özelliği aynı zamanda böyle bir açmaza düşmemenin
de garantisidir. Sorun, abartılı bir biçimde plan-program
edebiyatı yapma kolaycılığının çok ötesinde bir dinamizm ve
üretkenlik gerektirmektedir. Demiri tavında dövmek ve an’ı
yakalamak gerektiğinde “(…) Hiçbir formalite istemeyin,
İsa aşkına, tüm şemaları bir kenara atın” (lenin)
diyebiliyor; ama “devrimci teori olmadan devrimci eylem
olmaz” bilincini de ıskalamıyorsak yöntem sorununda ciddi
bir mesafe katetmişiz demektir.
Bilge
kişi, kapısından dışarı adım atmaksızın, güneşin altında
bütün olup bitenleri bilir” sözü, teknolojinin gelişmediği
eski zamanların boş sözüdür. Gerçi bu söz günümüzde
gelişmiş teknoloji çağında gerçekleşebilirse de ilk elde
bilgisi olanlar gene de pratiğe katılanlardır. (…) Bilgi edinmek
isteyen, dünyayı yani gerçeği değiştirme pratiğine bizzat
katılmalıdır. Armudun tadını bilmek isteyen, armudu yiyerek
değiştirmek zorundadır.” ( Mao Tse Tung- Teori ve
Pratik s: 13)
Devrimciler,
karşılarına çıkan problemleri çözerken teorik-pratik
geçmişlerini rehber alır, birikimleri (politik repertuarları) ile
hareket ederler; “yenilik”, geçmişle köprülerin
atılması değildir. İnsanları en atıl, en yalıtılmış
ortamlarda, sınıfsal çatışmanın dışında konumlandırıp
“yeni”yi orada aramak; ararken orada kaybolmayı da
beraberinde getirebilir. Bazı arayışlar vardır ki, elde olanı da
tüketerek sonuçlanır.
Kuşkunun
bilimsel mi olduğu, yoksa bir paranoya vakasının mı yaşandığı
bilinmeli ve arayışlar ona göre mütalaa edilmelidir. “Önce
bir ilke olarak, edinilmiş bütün bilgilerimden şüphe etmeliyim
(…)” diyen Descartes’in Kartezyen kuşkuculuğu ile
yapılan arayışları devrimciler yöntem olarak reddetmek
durumundadır. Dünden bugüne devralınan ve yarına miras
bırakılması gereken çok güzel değerlerimiz var ki biz bunları
“arayış”a feda edemeyiz.
(1)
Örneğin ’96 1 Mayıs değerlendirmesi yaparken objektifini ısrarla
ve her fırsatta “lale budayan kız” üzerine tutmak bir
tercihin ürünüdür. Ve bu tercihin, sahiplerini kimlerin yanına
düşürdüğü, kimlerle ortak ettiği düşünülürse “kendi
günahlarımızı da ortaya sermeliyiz” gerekçesine neden
tutunulamayacağı daha iyi anlaşılır.
(2)
Fransız yazar Paul Lafargue‘nin “Tembellik
Hakkı”nı yazdığı dönemin koşulları, iş yaşamı
bugünkünden çok daha ağırdır. Çalışma süresi günde 17
saate çıkabiliyordu. Bunun gibi, örneğin Rousseau’nun da “Halkın
ekmeğini kazanmaktan başka zamanı yoksa, yazık, Ekmeğini
sevinçle yiyebilmesi için de zamanı olması gerek” diyerek
“tembellik hakkı”ndan söz ettiği bilinmektedir.
Lafargue’nin,
“Tembellik Hakkı”diye ifade ettiği şeyin “boş
zaman hakkı” olarak algılanması gerektiği biçimindeki
uyarısı; bugün kimilerince neden yanlış bir biçim ve içerikle
kullanıldığını anlatmaya yeterli bir vurgudur.
(3)
Sisyphos, iri bir kayayı dağın eteklerinden yukarıya doğru
çıkarmaya çalışır. Fakat her seferinde kaya tekrar aşağıya
doğru yuvarlanır. Sisyphos bunu, sonsuza dek tekrar eder durur.
Yunan mitolojisinde anlatılan Sisyohos’un içine düşmüş olduğu
bu kısır döngü ona verilen bir cezanın sonucu ise de bizler bir
kararlılık ifadesi olarak bu görüntüyü verebiliriz.
Emperyalizme ve Faşizme Karşı
DEVRİMCİ HAREKET Dergisi
Sayı:3 1997
EK
3
ÖRGÜTLENME
ANLAYIŞI ÜZERİNE
Farklı
zaman ve biçimlerde üretilmiş ve devrimci deneyim hanesinde
birikmiş “doğrular”, olduğu gibi alınıp,
politik-pratik içerisinde bir kalıp olarak kullanılacak türden
olgular değildir. Böyle bir uygulama, pratiğin yaşayan yanına
aykırı düşer. Ancak, çeşitli avantajlar dizisine sahip olan
Türkiye devrimci hareketi, eşine az rastlanır bir deney ve
birikime ulaşmıştır. Bu birikim, en karmaşık süreçlerde bile,
gereklerin yerine getirilebilmesinde bir yardımcı unsur olarak
işlev görmektedir.
Örgütlenme
konusu, devrimciler açısından her zaman için bir farklılık
sebebi olmuş ve çok ciddi tartışmalara kaynaklık
etmiştir. Devraldığımız teorik-pratik referansın yol
göstericiliğinde çizdiğimiz örgütlenme perspektifi, bugünün
de sorunlarını hesaba katan ve çözümüne dair görevleri içeren
bir nitelik taşımaktadır.
Uzun
veya kısa vadede değişen her koşulu hesaba katmak durumunda olan
devrimciler; bir taraftan günü yakalarken diğer taraftan, asli
yönelimlerinde bir çarpılma yaşanmasına izin vermezler. Diğer
bir ifadeyle, temel örgütlenmelerini güncel/tali kimi
düzenlemelere feda etmezler. Zaten doğru bir perspektif ışığında
ele alındığında bu türden olguların, karşı karşıya
getirilecek bir yanı da yoktur.
İDEOLOJİK-POLİTİK
HATTIN OLUŞUMU ÜZERİNDE
TAYİN EDİCİ ROL OYNAYAN OLGULAR
DOĞRU SEÇİLMELİDİR
Özellikle
1990 sonrasında yaşanan farklılaşmalara baktığımızda kimi
gelişmelerin, sebep olmamaları gereken sonuçlara gerekçe
edildiğini gördük. Devrimci hareketlerin toplumla aralarında
oluşan mesafe, kitle ilişkilerinde “istenen” düzeyin
yakalanamaması, üzerinde yürünen zemine dair soruları
büyütmüştür.
Devrimci
hareketlerin kitle/toplum ilişkilerinin niteliği -biçimi- her
dönemde bir dizi tartışmanın nedeni olmuştur. Bu noktanın
kavranışındaki basit hatalar, çok önemli sapmaların nedenini
oluşturmuştur.
Genel
olarak, devrimci hareketlerin ideolojik-politik çizgilerini
belirleyen temel etken, toplumda maddi yaşamın üretilmesi
sürecinde yaşanan çelişmelerdir. Üretici güçlerin gelişim
düzeyi ile mevcut üretim ilişkileri arasındaki çelişme, siyasal
tavır alışın temelini oluşturur. İdeolojik-politik çizginin
özünü üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki
çelişmelerin, herhangi bir tarihsel kesitte almış olduğu farklı
biçimlerin (emperyalizm olgusu, gizli ve açık işgal, faşizm
gibi) çözümlenmesi oluşturur. Devrimciler açısından stratejik
hedefler, iktisadi yaşamın çelişmeleri tarafından belirlenir.
Bu
nedenle devrimci hareketler, stratejik hedeflerini, temel ideolojik
ve politik çizgilerini; yaşadıkları topluma ait iktisadi
yaşantının bütün yönleriyle ayrıntılı biçimde incelenmesine
dayandırırlar. İşte bu temel ideolojik-politik belirlenim,
toplumdaki bilinç düzeyinden üst yapıdaki siyasal gelişme ve
tercihlerden büyük oranda bağımsızdır. Toplumda, ekonomik
alanda yaşanan çelişmelerle, bu çelişmelerin yaratacağı
doğrudan bilinçlenme zamandaş değildir. Bir neden-sonuç
ilişkisine bağımlı olarak toplumlarda siyasal bilincin oluşum
süreci oldukça yavaştır. Bu nokta devrimci hareketler açısından
önemlidir. Temel ideolojik-politik tercihlerini toplumdaki egemen
siyasal eğilimlere göre değil, maddi yaşamın ilişki ve
çelişmelerinin incelenmesine göre yaparlarken; toplumdaki siyasal
bilincin oluşumunda devrimci hareketlerin çok önemli bir katalizör
rolüne sahip olduğunu da bilirler. Ve sürdürecekleri siyasal
pratikte, eylem çizgisinde bunu hesaba katarlar.
Böyle
bir perspektif ışığında geliştirilecek olan örgütlenme tarzı,
araç-amaç diyalektiğine uygun olarak biçimlenir.
ÖRGÜTLENMELER
BİRER ARAÇTIR VE AMACA HİZMET EDER
“Bir
savaşın karakteri (bir gerici savaş mı, yoksa bir devrimci savaş
mı olduğu) saldırganın kim olduğuna ve kimin ülkesinde
‘düşmanın’ bulunduğuna değil, hangi sınıfın savaş yaptığına,
bu savaşla hangi politikanın sürdürüldüğüne
bağlıdır.” (Marks-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı
Partisi Üzerine, s:303)
Bu
ölçüt gerçekte, çok değişik biçimlerde süren sınıf
savaşımını her alanda doğru tahlil edebilmenin de koşulunu
sağlar. Böyle bir savaşı örgütleme görevi ile karşı karşıya
olan politik organizasyonun yapılanması ihtiyaçlar tarafından
belirlenir. Amaca hizmet etmek üzere varlık gösteren ve ihtiyaca
göre biçimlenen örgütsel yapı; araç-amaç ilişkisinin içerdiği
diyalektik ile doğrudan ilintilidir.
“Biz,
sınıfların ortadan kaldırılmasını istiyoruz. Buna erişmek
için araç nedir?” diyen Engels, Devrim,
politikanın en yüksek edimidir ve devrim isteyen herkes, aracını
da istemek zorundadır.” (age. s:74) diye ekliyor.
Doğaldır ki devrimin olmazsa olmaz aracı, politik
organizasyondur. “İşçi partisi (…) kendine özgü
hedefi, kendine özgü politikası bulunan bağımsız bir parti
olarak oluşmalıdır.” (age.s:74)
Devrimciler;
koşullarüstü, mutlak, her zaman geçerli araç ve yöntemlere
sahip değildir. Somut durumun somut tahliline dayanmadan, peşinen
hiçbir örgüt biçimini reddetmezler. Mücadele araç
ve yöntemleri, soyut önkabuller toplamı değil, hayatın
öğreticiliğine dayanan, mücadele içerisinde birikmiş deneyler
toplamıdır. Çalışma tarzı ile örgütlenme biçimi
arasında diyalektik bir bağ vardır. Amaçlanan çalışma tarzının
gerektirdiği örgüt biçimini hesaba katarak optimal bir örgütlenme
tarzı ile siyasal arenada yer alınmalıdır. Sınıflar çatışmasına
dair perspektifini ve alacağı rolü platonik kaygılarla
belirleyenler, kavganın gereklerini yerine getiremezler.
Kazanımları,
birikim deneyimleri bir şablon olarak alıp uygulamanın Marksist
öğreti ile bağdaşmazlığını bilen devrimciler;
değerlendirmelerinde zaman ve mekan farklılaşmasını hesaba
katarak hareket ederler.
“Her
tarihi dönem için farklı iktisadi siyasi yapılardaki tüm
ülkelerde geçerli bir parti modeli, biçimi yoktur.
Örgüt biçimi, çalışma tarzı ve devrim biçimine zorunlu olarak
bağlıdır.” (Bildirge-1977)
Örgütlenmenin,
amaca hizmet etmek üzere bir araç olarak varlık gösterecek
olması, örgütlü yaşamın pek çok ayrıntısına yansıyan özel
bir dikkat ve hassasiyeti gerektirir; “amaca uygunluk”, her
zaman için gözetilmesi gereken bir ölçüt olarak kabul
edilmelidir. Hiçbir fiil yoktur ki, katışıksız kendiliğindenlik
veya saf iradi özelliğe sahip olsun. En kendiliğinden görünen
eylemde bile bilinçli bir yanın olması, hareketin diyalektiği
gereğidir. Yönlendirici irade, buradaki içiçeliği kavrayabildiği
ölçüde; kitlenin kendiliğinden eylemi ile Lenin’de “Bize
bir devrimciler örgütü verin Rusya’yı yerinden
oynatalım” biçiminde somutlanan irade faktörünün
tamamlayıcılığını zamanında ve doğru biçimde
değerlendirebilecektir.
Devrimci
örgütlenmelerin, kitle eylemi karşısında bocaladığı pek çok
örnekte, söz konusu diyalektik kavrayışın eksikliği göze
çarpar. Teori ile pratik arsında, öncü ile kitle arasında
matematiğin sayısal kesinliğini andıran bir ilişki beklentisi
sözkonusu olur ki bunun pratik yansıması, sosyal bilimde yeri
olmayan mekanik bir kavrayıştır. Teori ile pratik arasındaki
ilişkiyi, bağrında içerilmiş bir şekilde taşıyan parti;
yükleneceği işlevler, karşılayacağı ihtiyaçlar yadsındığında
mekanik bir düzeneğe, bir araya getirilmiş insanlar topluluğuna
döner ki, bumum adından öte başka bir yanının “parti”
olmayacağı açıktır.
Leninist
partiyi tek başına bir hiyerarşiye, yukarıdan aşağı
belirlemeye, demokratik merkeziyetçiliğe, gizliliğe vb.
indirgemeyen; ama bu niteliklere de sahip olması gerektiğini bilen
devrimciler, sınıflar mücadelesinin her kesitinde ihtiyacı
karşılayan uygun örgütsel yapıları oluşturma şansına sahip
olacaktır.
Bir
miktar kadroyu program ve tüzük etrafında toplayarak, parti
sorununu bir çırpıda halledenler için bu anlattıklarımız
gereksiz ayrıntılar gibi gelebilir; ancak bilinmelidir ki, yaşanan
tekrarların ve mücadelede patinaj yapar duruma düşmenin gerçek
sebepleri bu türden ayrıntılarda gizlidir.
LENİNİST
PARTİ ÖĞRETİSİ
Partinin
nasıl bir devrim örgütlemeye aday olduğu, o partinin niteliği
üzerinde doğrudan etki yapar. Tarihte yaşanmış örnekler,
karşımıza çıkan her sorunu açıklamak için bir anahtar rolü
görmeye yeterli değilse de genel yönelimler itibariyle, her
örneğin çok şey anlattığı da söylenebilir. Zaman ve mekan
ayrımı gözetmeksizin her ortam için geçerli bir örgüt modeli
yok ise de; her pratiğin bir başka pratiğe aktarılabilir yanları
vardır. RSDİP tarihi bu bağlamda, adeta bir hazinedir.
Menşeviklerle Bolşeviklerin çatışmalı birlikteliği, dünya
devrim tarihine örnek alınabilir koca bir birikim kaydetmiştir.
Parti
tüzüğünün birinci maddesi üzerinde yaşanan ve bölünme ile
sonuçlanan ilk ayırım noktalarından biri de parti üyeliğinin
niteliği sorunudur. Gevşek bir örgütlenme modeli dayatan Martov,
Lenin’le karşı karşıya gelirken yaşanan farklılaşma gerçekte
devrimin niteliği ve proletarya diktatörlüğünün bir ihtiyaç
olup olmadığı biçiminde, çok daha kapsamlı bir arka plana
dayanıyordu.
Bir
savaş örgütünün olması yanında, aynı zamanda örgütler
toplamı biçiminde teşkilatlanan Leninist parti; legal, yarı-legal,
illegal tüm alanlara yayılan bir organlaşmanın bütünü olarak
varlık gösterecek ve en geniş kitlelere ulaşma kapasitesine sahip
olacaktı.
Böyle
bir teşkilatlanma için; sağlam bir ideolojik-politik hat, çoklu
alanlar arası uyumu saplayan bir komiteleşme ve iç disiplin
olmazsa olmaz önemdedir.(1) Bir hiyerarşik şekillenmeye sahip
Leninist örgütlenmede demokratik merkeziyetçilik ilkesi
organlararası bir akışkanlığın, kan alışverişinin
ifadesidir. Yanlış kullanımları veya gereksiz tartışmaları bir
kenara bırakacak olursak; sanıldığının aksine, politika
üretiminde en alt birim dahil olmak üzere kollektif bir katılım
söz konusudur. Doğaldır ki partinin, ticari bir işletmenin
rekabet ortamına ve rant paylaşım endişelerine benzemeyen bir
yanı olacak; yukarıda biriken “toplam” aşağıya doğru
bir uygulanırlık özelliğine sahip olacaktır.(2) Kimsenin kimseyi
bağlamadığı, ast-üst ilişkisinin olmadığı modeller allanıp
pullanarak demokrasi adına sahneye sürülürken; çoğu kez,
Leninist örgütlenmenin anlaşılamamış olduğunu gösteren
atıflarda bulunulur. Ayrıca söz konusu olan aracın devrim yapmak
üzere yapılandırıldığı unutulursa ve yükleneceği işlevden
bağımsız olarak soyut bir mekanda tasarlanırsa; örgütlenme
belki daha demokratik bir görüntü verecektir, ancak ne işe
yarayacağı konusunda kocaman bir belirsizlikle malul olacaktır.
Her
örgüt, bulunduğu ortama uyum gösteren, hareketli ve üretken bir
yapıya sahip olma durumundadır. O noktada kimi organların adı
gibi biçimleri de şablonlara sığmaz bir işlerliğe sahip
olacaktır.
Devrimciler
devraldıkları birikime, kavganın öğreticiliğine ve devamlılığı
yeniden üretebilme yeteneklerine güvenmek durumundadır. Leninist
parti teorisinin ilkelerine, laboratuvardaki bilim adamının deney
sonuçlarına bağlılığındaki ısrar düzeyinde sahip çıkabilmek;
aynı zamanda uygulamada bir savaşçı esnekliği gösterebilmek
Leninizmin ayırdedici özelliğidir.
Dışsal
olguların içsel olanın yerine geçirildiği; “ebe”nin,
“doğurtan” değil, “doğuran” olmaya aday
gösterildiği durumlar araç ile amacın yer değiştirdiği
durumlardır.
“Omniu
determinatı est negatio”(Her sınırlama ya da belirleme, aynı
zamanda bir yadsımadır) der Spinoza..
Yaptığımız
her belirleme birtakım sınırlar çizer. Ve bu sınırlar, bir
şeyleri yadsıyarak oluşur. Yadsıma eylemi bizleri sürekli ileri
taşıyan bir istikamet izlemek zorundadır.
“Derinlik”,
“geniş ufukluluk” gibi kavramlar, içinde bulunulan duruş
noktasına göre bir görelilik taşır. Aynı görelilik, yapılacak
belirlemeler için de geçerlidir. Yöntemimizdeki derinlik
“değişmeyen büyüklükler matematiği”ndeki derinliği
aşmak zorundadır. Bu derinlik, kendi iç kuralları ve bütünlüğü
itibarıyle bir tutarlılık taşısa da “değişen büyüklükler
matematiği”ni (yüksek matematik) açıklamaya yetmez. Bu aşama
diyalektiğin devreye girdiği aşamadır. Aksi takdirde; varılan
sonuçlar “ilkel matematik” kurallarına göre yanlış
sayılacaktır.
Kavganın
çok yönlülüğü; kavrayışta yüksek matematiğin derinliğini
ve kapsayıcılığını bir ihtiyaç haline getirmiştir. Çoklu
bilinmeyenlerle bir arada yaşamayı öğrenmek, mücadelenin dayatan
gerekleri arasındadır. İsteyenler, örgütlenmelerini dört
işlemin doğruları arasında tutmaya devam edebilirler…
PARTİ
VE SOVYET
LENİNİST ÖRGÜTLENMENİN BİRBİRİNİ BÜTÜNLEYEN
BİLEŞENLERİDİR
Devrimciler;
sovyet, konsey, meclis vb. örgütlenmeleri örgütlü toplumun
oluşumunda bir ihtiyaç olarak görür ve parti örgütlenmesinin
bir alternatifi değil, bütünleyeni olarak kabul eder. Parti,
kendini dar bir çekirdeğe hapsetmez. En geniş kitle çalışması
içerisinde varlık göstermek, her alana özgü biçim almayı
gerektirir. Alanın demokratik/legal bir alan olması orada parti
unsurunun bulunmasına engel değildir. Gerçek kadrolaşma bu türden
bir kavrayışla anlamlanır. Parti, uzanabildiği en geniş alanlara
kadar uzanmalıdır. Üyeler gibi, üye olmaya aday unsurlar da söz
konusu olacak ve “alışveriş”te adeta bir kılcal damar
işlevi görecektir.
“(…)
İşçi Temsilcileri Sovyeti mi, yoksa parti mi? Sorunun bu biçimde
konuluşu yanlıştır. Karar kesinlikle şöyle olmalıdır: Hem
İşçi Temsilcileri Sovyeti, hem parti” diyen Lenin,
birbirinin bütünleyeni olan ve çeşitli ihtiyaçlar bağlamında
gündeme gelen örgütsel şekillenmeleri birbirinin karşısına
koymanın sakıncalarına vurgu yapar.
Partinin,
örgütler toplamı olduğu biçimindeki önerme, parti örgütünün
kendisi ile bu örgütler (politik kitle örgütleri) arasında bir
eşitlik kurma yanılsamasına sebep olmamalıdır. “Lenin,
partinin yapısının ve kuruluşunun iki kısımdan meydana gelmesi
gerektiğini ileri sürüyordu: a) Önde gelen parti işçilerinden
esas olarak profesyonel ihtilalci yani parti çalışması
dışında hiçbir işle uğraşmayan ve gerekli teorik bilgiye,
tecrübeye, örgütsel pratiğe ve çarlık polisi ile dövüşme ve
ellerinden kurtulma ustalığına sahip olan parti işçilerinden
meydana gelen sıkı bir düzenli kadro; b) Yüzlerce emekçinin
sevgi ve desteğini kazanan geniş bir mahalli parti örgütleri ağı
ve çok sayıda parti üyesi” (SBKPT. S:353 akt: Mahir
Çayan)
Partinin
en temel şeylerinden biri de iktidar hedefli olmasıdır. Tüm
yönlendirmeleri bu hedefe kanalize eden parti, doğrudanlık ve
kavramsallaştırmadan çok, iktidarı hedefleyen yolun tayini,
mücadele araç ve yöntemlerinin seçimi, uygulamada koordinasyonu
sağlayabilme ile söz konusu işlevi yerine getirir. Maddi bir
gücün, ancak bir başka maddi güç ile yenilebilecek olması
gerçekliği partiyi devrimin olmazsa olmaz aracı haline getirir.
Elbette ki devrimi yapan partinin kendisi değildir. Elverişli bir
maddi zeminde eylemi ile devreye giren kitleler ve çeşitli
biçimlerde işlev yüklenmiş örgütlenmeler, sonucu tayin
edecektir. Ancak partinin buradaki rolü öylesine önemlidir ki; en
uygun koşullarla beslenmiş bir devrimci durumun olması halinde
bile partisizlik (veya o işlevde bir öncü örgütlenmenin yokluğu)
sürecin devrimle sonuçlanmasına engeldir. Buradaki diyalektik
ilişkiyi doğru kurmak, bir zorunluluktur. Öncülük görevi,
kendini devrimi yapacak tek güç olarak görmeye sebep olmamalıdır.
Bu aynı zamanda Leninist Parti anlayışının ayırt edici
özelliklerindendir. “Öncü, öncülük görevini ancak
önderlik ettiği halktan kopmayı önleyebildiği ve tüm kitleyi
gerçekten ilerletebildiği zaman yerine getirebilir.” (Lenin)
“Devrimciler,
ileri doğru hızla koşmamalıdırlar. Somut duruma uygun ve
yığınların anlayabileceği sloganları ortaya atmalı, daima
yığın hareketinin başında yürümeli ve hareketin olgunlaşan
yeni ödevleri çözmesine yardım etmelidir.” (Dimitrov)
Devrim
süreçlerinin zor ve karmaşık özelliği partiye zaten çok önemli
işlevler yükler. Siyasal iktidar mücadelesi anlık bir
muharebe işi değildir. İleri atılımlarla, geri çekilmelerle
dolu zorlu bir sürecin örgütlenmesi; buna uygun yeteneklerle
donanmış bir savaş örgütünü gerektirir.
Devrim
sonrasında ise parti, yeni duruma uygun işlevler yüklenir. Kurucu
süreçler, taşıdığı ikili yan itibarıyle zorlu
süreçlerdir. Karşıtların birliği yasası en çarpıcı biçimde
varlık gösterir. Eskiyi temsil eden maddi olgulardan zihniyete dek
tüm taşların yıkıldığı ve alternatif bir yaşamın adım adım
inşa edildiği bir süreçtir. Sömürücü egemenliğin, bir başka
egemenlik altında tasfiye edilmesi; özel mülkiyetin yerini
paylaşımcılığa bırakması; bireyin özgürleşmesinin önündeki
engellerin kaldırılması; insanın kendisiyle ve doğayla barışık
bir sürece hazırlanması kurucu önderliğe tarihi sorumluluklar
yükler. Burada parti yapıcı ve yol gösterici rol oynarken aynı
zamanda inşa oranında giderek gereksizleşme/sönme sürecine
girer.
LENİNİST
PARTİ ÖĞRETİSİ;
ALANLARA GÖRE FARKLILIK GÖSTEREN MÜCADELE
VE ÖRGÜT BİÇİMLERİNİ DIŞLAYAN DEĞİL, KAPSAYAN BİR NİTELİĞE
SAHİPTİR
Tekel
öncesi dönemde 2. enternasyonal partilerinde rastlanılan
parlamentarist eğilimin legal mücadele şekillerini öne çıkaran
ve rollerini abartan bir çalışma tarzının bugün -özellikle son
yıllarda yukarıdakilere ek olarak- vurgulamayı gerekli
gördük:
Emperyalist
dönem Marksizmi olarak da ifade edebileceğimiz Leninizm, proletarya
devriminin objektif şartlarının varlığını saptamıştır. Bu
anlamda Leninizm yoğunlukla, devrimin subjektif şartlarının
hazırlanması perspektifidir. Özellikle “Ne Yapmalı” ile
örgütlenme sorununa açıklık getiren Lenin, yaşadığı iki
devrim deneyini Marksist teorinin öngörüleri ile birleştirmiş ve
dünya proletaryasını zafere ulaştıracak örgütlenme tarzını
çerçevesel düzeyde biçimlendirmiştir.
Lenin,
iç savaşın başladığı koşullarda silahların eleştirisini;
eleştiri silahının gerekli ve zorunlu ardılı olarak görür.
Kapitalizmin
iç dinamiği ile geliştiği, burjuva demokratik devrimi
gerçekleştirmiş emperyalist-kapitalist ülkelerde güçlü bir
işçi sınıfı söz konusudur. Burjuvazi, böyle ülkelerde sus
payı vererek sınıf içerisinde aristokrat bir tabaka yaratır ve
tepkileri düzen çerçevesi içinde tutmayı amaçlar.
Uzun
süreli evrimci bir çalışma ile devrime hazırlanmanın mümkün
olduğu bu tür ülkelerde evrimci çalışma ile devrimci çalışma
yöntemlerini birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Lenin,
ayaklanma için “toplumsal-psikolojik koşullar”ın
hazırlandığı; nesnel durumun “propaganda ve ajitasyon,
ajitasyon ve propaganda”yı gerektirdiği evrimci bir çalışma
tarzı yerine silahlı yöntemleri ikame etmenin yanlışlığına
işaret eder.
Aynı
biçimce, “sorun, hükümetin silahlı kuvvetlerinin geri
püskürtülmesiyken, hareket, silahlı bir savaşın ‘zorunluluğuna
yol açmış’ken sözlü ikna tek başına, yavan burjuva
eylemsizliği ve korkaklığı haline gelmişken, kararlar,
bildiriler, tasarılar kaleme almakla, ‘kitle propagandası’ yapmakla
ve ‘toplumsal-psikolojik koşulları’ hatırlamakla meşgul olmak da”
yanlıştır.
“(..)
tek doğru örgüt türünün, yasal ve yarı-yasal işçi
kuruluşları ağı ile çerçevelenmiş parti çekirdeklerinin
toplamı olan yasadışı bir parti örgütü
olduğunu…” (Tasfiyecilik Üzerine. s:297) savunan
Lenin, öngördüğü parti modelinde, yasallık-yasadışılık
ikilemine girmeden araçları ihtiyaç ve öncelikler sıralaması
içinde birbiriyle ilişkilendirmiştir.
Devrimci
mücadelenin örgütlenmesi, muhalefet kesimlerinin devrimci bir
doğrultuya kanalize edilerek iktidara yöneltilmesi sürecinde
katalizör maya işlevi görecek olan öncü savaşçı bir partinin
“tercihen” değil “mecburen” illegal bir zeminde
oluşması çeşitli nedenlerle “komploculuk” çağrışımı
yapabilir. “Otokratik bir ülkede böyle güçlü bir
devrimci örgüt biçim olarak aynı zamanda ‘komplocu’ bir örgüt
olarak da nitelindirilebilir. Çünkü, Fransızca ‘konsparation’
sözcüğü Rusça ‘zagovar’ (komplo) sözcüğünün karşılığıdır.
Ve böyle bir örgüt, tam bir gizlilik içinde çalışmak
zorundadır. Gizlilik bu türden bir örgütün öylesine zorunlu bir
koşuludur ki, bütün öteki koşullar (üyelerin sayısı ve
seçimi, işlevler vb.) bu birinci koşula uyum içinde olmalıdır.
Onun için biz sosyal-demokratların komplocu bir örgüt kurmayı
istediğimiz yolundaki suçlamalardan korkması gerçekten de büyük
bir safdillik olur. Her ekonomizm düşmanı için, böyle bir
suçlama, Narodnaya Volva çizgisini izlemek suçlaması kadar övünç
verici olmalıdır.” (Ne Yapmalı, Lenin s: 145-146)
Sendikal
örgütlenme ile parti örgütlenmesi birbirinin yerine geçirilmemesi
gereken farklı zeminlerdir. Bir parti gibi işletilmeye çalışılan
sendika veya sendikasızlaştırılan parti; doğal işlevlerini
yerine getiremeyeceği gibi başarı şansını da yok eder.
Başlangıçta
parti ile sınıf arasındaki bağ ideolojiktir ve işçi sınıfına
bilinç dışarıdan taşınır. Oluşum sürecinde sınıfsal köken
ayırımı yapmaksızın şekillenen devrimciler örgütünün
sınıfla bağlarının güçlü olması ve proletaryanın öncülüğünü
gözetmesi şarttır. Ancak bundan anlaşılması gereken sınıfın
fiili rolü veya varlığı değildir. Her şeyi sınıfa
havale eden ve sınıfın rolünü abartan anlayış “sınıfsallık
sendromu” olarak dışavurur. Örneğin “sınıfa gitme”,
sınıfla dayanışma yönündeki çabalar “kendini sınıfın
yerine koyma” gibi anlamsız bir ikilem içine sokulabilir. İşin
tehlikeli tarafı, devrimcilerin sınıf ile bağlarını
güçlendirmeye hizmet eden bu tür çabalar “dışarıdan
itekleme”, “kendilerine vazife olmayan bir çaba”
biçiminde algılanıyorsa sınıfı sosyalistlere yakınlaştıran
değil, uzaklaştıran bir işlev taşıyacaktır.
“Size
sorabilir miyim: Öğrencilerimiz, işçilerimizi neyin içine
‘iteklemişlerdir’? Olsa olsa, kendisinin sahip bulunduğu bölük
pörçül siyasal bilgiyi, edinebilmiş olduğu sosyalist fikir
kırıntılarını işçiye götürmüştür. (…) biz profesyonel
devrimciler, bu türden ‘iteklemeyi’ şimdiye kadar olduğundan yüz
kez fazla işedinmeliyiz ve edineceğiz Ama ‘dışarıdan itekleme’
gibi iğrenç bir deyim seçmeniz olgusu -öyle bir deyim ki,
işçilere dışarıdan siyasal bilgi ve devrimci deneyim getiren
herkese karşı güvensizlik duygusu yaratmamazlık edemez ve
bunların hepsine karşı işçilerde içgüdüsel bir direnme isteği
doğurmamazlık edemez- demagog olduğunuzu kanıtlar ve demogoglar
işçi sınıfının en kötü düşmanlarıdır” (Ne
Yapmalı, Lenin s: 132-133)
Evet
tekrar “köken ayırımı” konusuna dönersek “Bir
düzine akıllıyı açığa çıkarmanın yüz ahmağı açığa
çıkarmaktan daha zor” olduğunu söyleyen Lenin, şöyle
devam ediyor: “Akıllılar sözü ile kastettiğim,
profesyonel devrimcilerdir, kökenleri öğrenci olmuş ya da
işçi olmuş önemli değil.” (age. s: 134) İlk
etapta olmasa bile ikinci etapta, parti içerisinde hangi sınıfın
ağır basacağı, içinde çalışılan alana ve temel alınan güce
bağlı olacaktır. İşçi sınıfının temel güç, şehirlerin de
temel savaş alanı olarak kabul edildiği metropol ülkelerde
çalışmaların sınıf içerisinde yapılması ve sınıfın nitel
ve nicel olarak güçlü olması partide doğal olarak ağırlık
kazanmasına sebep olacaktır. Aynı şekilde, halk savaşı verilen
ülkelerde, örneğin, kırlık kesimlerde geniş köylü
kitlelerinin kucaklanması durumunda parti içerisinde köylü
kitlelerinin kucaklanması durumunda parti içerisinde köylü
kökenli unsurların nicelik olarak ağır basması mümkündür.
Emperyalizme ve Faşizme Karşı
DEVRİMCİ HAREKET Dergisi
Sayı: 4 (1997)
EK
4
DEVRİMCİ
YOL’UN ÖDP İLE ÖZDEŞ TUTULMAK İSTENMESİ;
MAKSATLI BİR
SAPTIRMA DEĞİL İSE, BİR HAKSIZLIKTIR
Bazen
bir ağaç, ürettiği çiçeklerin önemli bir kısmını döker
veya verdiği meyveler önemli miktarda çürük çıkar. Bu, elbette
geçiştirilecek bir mesele değildir; ama burada önemli olan ve
amaçlanması gereken şey; birincisi, ağacı
ayakta tutmaktır. İkincisi, bundan sonraki
çiçek-meyve sürecinin verimli bir hale sokulmasıdır.
Tarihsel
gelişim süreçleri incelendiğinde, bugün sahip olunan
kazanımların bir anda oluşmadığı, dalgalı ve sancılı
süreçler sonunda yerleştiği görülecektir. Aynı şey,
deneyimler için de geçerlidir. Bilindiği gibi, son iki
yüzyıla izlerini yansıtan kazanımlarıyla, tarihsel gelişimin
önemli bir kesitini ifade eden 1789 Fransız Devrimi; monarşiye
karşı burjuva cumhuriyetinin zaferini kalıcılaştırma işini
uzun ve gel-gitlerle dolu bir sürecin sonunda -1871’in ertesinde-
sağlayabilmiştir. Kurulan, kurulduktan sonra tekrar
yıkılan, yerleşmesi parça parça sağlanan kazanımlar,
kullanıcıları tarafından hazır devralındığı için çoğu
kez- geçirdiği gelişim evreleri dikkate alınmaksızın
değerlendirilir. Bu, doğru bir tarih bilincinin yerleşmesi ve güne
dair gelişmelere izdüşürülebilmesi önünde ciddi bir engel
olarak durur.
Bugüne
dek hangi zafer kolay kazanıldı; hangi kazanım kolay kökleşebildi
ki? Spartaküs’ten Bedreddin’e, Bastille’i yıkanlardan Komün
savaşçılarına, 1917 Ekim‘inden bugüne uzanan süreçte bir
devamlılık, bir birikim aktarımı söz konusudur. Bunu
kavrayabilenler için, “Tarihin sonu”, “yolun sonu”,
“zaferin olanaksızlığı” gibi ibareler her zaman için,
gelişmenin ayak bağı olarak görülmüş ve bunlara itibar
edilmemiştir.
Tek
bir bireyin durumu değerlendirilirken de benzer bir yaklaşımdan
yola çıkılmalıdır. Öncelikle bilinmelidir ki, doğrular gibi
yanlışlar da birikir. Ve fiilen neyi biriktiriyorsanız, siz o
sıfatta bir kişiliksiniz. Nasıl olsa devrimci olunduğu önkabulü
kimseye keyfiyet özgürlüğü vermez. Eğer tembellik
yapıyorsanız, eğer bencillik yapıyorsanız, eğer “boş
işlerle” uğraşıyorsanız; tembelliğin, bencilliğin ve
boşluğun karakterize ettiği bir kişiliğin tuğlalarını
örüyorsunuz demektir. Çimentolanmamış ve tek başına
duran bir tuğla önemli görülmeyebilir; ama çimentolanıp, başka
tuğlalarla birleşmeye başladı mı kısa sürede koca bir yapının
oluşuvermesi işten bile değildir.
Devrimci
bir kişiliğin sorumsuzluğu seçebileceği anlar yoktur. Her
durumda mutlaka sorumluluk yüklenmesi gereken, özel bir tercihtir
devrimcilik. Doğruları biriktiriyorsanız; sürekli olarak,
doğrunun sonsuz ufkuna doğru yol alırsınız. Ve bunu, gün gün
olmasa da yolun belirli yerlerinde, büyüyen yanlarınızla
görürsünüz Tersi durumlarda ise, yani yanlışları
biriktiriyorsanız; yolun ilerleyen aşamalarında devrimciliğinizin
küçüldüğünü ve yerini “bir başka şeyler”in
aldığını görürsünüz.
Bu
bağlamda, militan solu vareden argümanlara sürekli olarak salvo
atışlarda bulunup, mesafeyi büyüten ve bunu “kitle partisi
devrimciliği” ile ikame eden “eski devrimci”lerin,
“yeni durum” tarafından biçimlenmeleri “anlaşılır”
bir sonuçtur. Buradan hareketle Devrimci Yol’a fatura
çıkarılamaz/çıkartılmamalıdır. Dün devrimci bir zeminde
biriktirilen değerler insanların biçimlenmesi üzerinde nasıl rol
oynuyor idiyse; bugün de, içine girilen ve bir hayli yol alınan
ÖDP kulvarı insanları biçimlendiriyor. Daha kısa ve net ifade
etmek gerekirse; hangi işi, yaşamınızın odağına almışsanız
o işin kişisi olmaktasınız veya olmuşsunuz demektir.
ÖDP’nin
içinden veya dışından yapılan Devrimci Yol benzeştirmeleri,
hiçbir ciddi platformda dile getirilecek türden değildir. Dahası,
bunu “içerden” yapanlar; geçmişteki Devimci Yol’cu
kimlikleri ile köklü bir hesaplaşmaya gitmeden ve her türlü bağı
-ruhsal olanı da- koparmadan yapamazlar. Ancak, ÖDP’nin 1982’lerde
Devrimci Yol saflarından ayrışan ve “Devrimci Yol’dan
alınacak tek şey vardır, o da Direniş Komiteleridir”
düşüncesinde olanlarla oldukça fazla benzerliği vardır.
Sahip
oldukları tüm olanaklara rağmen içinde yaşadıkları dönemi
kavramakta bile güçlük çeken ve siyasal varlıklarını neredeyse
“iyi ki Susurluk vardı” dedirtircesine sadece Susurluk’un
toplumda yarattığı siyasal hareketliliğe borçlu olanların
Devrimci Yol ile benzerliği düşünülemez.
Devrimci
Yol ve ÖDP arasında, kimi simalara; önce birinde, sonra diğerinde
rastlanmış olmasından başka bir benzerlik, bir devamlılık
kurmak olası değil. Gerçekten, kimi çevrelerde, maksatlı veya
maksatsız bu tür bağların kurulması eğilimine rastladığımızda;
nasıl bir muhakeme tarzıyla karşı karşıya olduğumuzu anlamakta
güçlük çekiyoruz. Ne yazık ki -ve öyle görülüyor ki- Türkiye
solu daha uzun bir süre, bu türden yöntemlerle iş görmeye devam
edecek gibi. Hatta, yaptığımız bu çalışmanın dahi, gerekli
sabır gösterilerek, yeterince incelenip sonuçlar çıkarılmasının
-büyük bir kesim için- söz konusu olmayacağını düşünüyoruz.
Dostluk
adına acı verecek denli kolaycılık ve tembellikle malul bir
yöntem, en yakın siyasal yapıların dahi değerlendirilmesinde
kullanılmaktadır. Bizler yine de sabırlı olacak ve kendimizi
-bazen tekrara başvurarak- adım adım anlatacağız. Biliyoruz ki,
bu işin esrarlı olmaktan ve devrimci örgütlere “yürek
sahasında” bir yer ayırmaktan başka yolu yok.
Yazımızın
bütünlüğü içerisinde ve genel olarak, genişçe bir ÖDP
tartışmasına girmediğimiz/girmek istemediğimiz için burada kısa
bir irdeleme ile noktalamak istiyoruz.
ÖDP,
ne parti ne de cephe tanımlamasına uyan, amorf bir yapıdır:
Öz
örgütlenme ile cephesel örgütlenme bir ve aynı şeyler olmadığı
gibi, birbirinin alternatifi de değildir. Ancak işlevleri,
mücadelede başarı şansları birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
Özellikle devrimci mücadelenin uzun zaman dilimlerine yayıldığı
durumlarda, bu iki farklı örgütlenmenin sorunlarının
tartışılması zamandaş olabilir. Ancak, bu zamandaşlık iki
farklı örgütlenmenin gerekliliğini, zorunluluğunu ortadan
kaldırmaz; süreçte, öz örgütlenmenin yaratılması görevi daha
ağır bir sorun olarak kendini hissettirir.
Kavramların
algılanmasında yaşanmış olduğunu düşündüğümüz erozyonu
hesaba katarak, kısa bir hatırlatma yaparsak:
Öz
örgütlenme -parti-, toplumu nihai hedefe kadar götürmeyi
amaçlayan, profesyonel devrimcilerden oluşan dar kadro örgütüdür.
Cephesel
örgütlenme, toplumun herhangi bir evresindeki ortak hedefler
doğrultusunda, farklı sınıf ve katmanların siyasal
temsilcilerinin oluşturduğu geçici birlikteliklerdir.
Göründüğü
kadarıyla; ÖDP, “öz örgütlenme” tanımlaması için
gereğinden çok fazla “geniş”, cephesel örgütlenme için
ise, gereğinden fazla “dar”dır. ÖDP, her şeyden
önce ne olmak istediğini net olarak ortaya koymak zorunda.
Varlığını sürdürebilmesinin en önemli koşullarından birisi
budur. “Öz örgütlenme” misyonuna soyunduğu süre
içinde, en basit bir siyasal tavır alışta ve pratikte, kendi iç
tartışmaları ile -ilişkiler zaten pamuk ipliği ile bağlı-
dağılıp gidecektir; ya da iç tartışma yaşamamak için tam bir
siyasal pasifizm sergileyecektir. Her iki koşulda da
varlığını sürdürmesi oldukça zordur.
Cephesel
örgütlenme misyonuna soyunabilmesi için ise, yapısı çok dardır.
Cephesel örgütlenmeyi dayatan çok somut hedeflere, en geniş
kesimlerin katılımının sağlanabilmesi için sürdürülecek
siyasal, teorik tartışmaların odağını bu somut hedefler
oluşturmalıdır. Sadece “sol”un ve solun bir kesiminin
teorik sorunlarının tartışılması çerçevesinde, cephesel
birlik zorlanamaz. Ayrıca, cephesel birlikteliklerde, “ortak
sorumluluklar”, “ortak hedeflerle” sınırlıdır.
Bunu dışında, her sınıf veya katmanın bağımsız kendi öz
örgütlenmeleri, siyasal hedefleri ve programları vardır. Hatta,
cephesel birlikteliklerde farklı siyasal eğilimlerin -sınıf veya
katmanların- inisiyatifi alma konusunda büyük rekabetleri de söz
konusudur.
Hatırlanacağı
gibi dün, Direniş Komitelerine vurgu yapılırken, aynı zamanda
“Direniş Komitelerinin başarısı, ülke genelinde güçlü
merkezi bir siyasal hareketin varlığına bağlıdır”
deniliyordu. Direniş Komitelerinin siyasal örgütlenmeler yerine
konmasının ne denli yanlış olacağı sık sık vurgulanıyordu.
Bugün
ise ÖDP, bazen bir cephesel örgütlenme olarak sunulurken, pek çok
platformda, siyasal yapılanma (öz örgütlenme anlamında) olarak
dayatılıyor.
Kısacası
ortada, mücadelenin ihtiyaçlarına göre biçimlenmediği her
halinden belli olan, şekilsiz bir yapı duruyor. Bunu, içindeki
şahsiyetlerin eski siyasal duruşuna bakarak değerlendirmek yerine;
bugünkü durumu ile incelemek, çok daha doğru ve anlamlı
olacaktır.
EKİM
DEVRİMİNİ VE KAZANIMLARINI REDDETMEK
MARKSİZM-LENİNİZM’E
YABANCILAŞMAKTIR
Çarlık
Rusya’sını “asar-ı atika müzesine” gönderen ve 20.
Yüzyıl’a damgasını vuran Ekim Devrimi; Marksizmde devamlılığın,
kesintisizliğin ve başarıda doğru çizginin göstergesidir.
Bolşevizm(Lenin)’in önderliğinde gerçekleşen ve istisnasız her
ülke devriminde, “izinde yürümenin gayretlerine”
rastlanan Ekim Devrimi; dünya proletaryasının kazanımlarını
ortak paydada topluyor ve gönüllere yerleşiyordu.
Bolşevizmin
başarısı aynı zamanda uzun bir dönem etkisini gösteren 2.
Enternasyonal oportünüzmine karşı Marksizmin başarısının da
göstergesidir. Bernstein ve Kautsky’nin şahsında somutlanan
legalizm, kendi özgücüne güvensizlik, sınıf savaşında
kavrayışsızlık; devrim anında varolan kitle desteğini yetersiz
bulacaktı. Ve tarihin, aynıları biraraya getirmedeki şaşmaz
becerisi onyıllar sonra kendini gösterecektir; Bugün için, sonuca
bakarak yorum yapanlar, Ekim Devriminin azınlığa dayanan bir darbe
olduğunu ilan edecekti!… Aynıların bir arada toplandığı
kulvarda, Ekim Devrimini “geleneksel sol’un politika yapış
tarzı” ile örtüştüren ve bir dönemi bir çırpıda mahkum
edip “rahata” eren “yeni tarz devrimciler”
olacaktı.
“Geleneksel
solun, bugün ulaşmış olduğu pratik nedeni ile çok
daha rahat bir konumda olduğumuzu düşünüyorum. Bugün
artık öyle bir sol anlayış, en somut örneğini Sovyetler
Birliği’nin çöküşünde gördüğümüz yıkılmış ve ortadan
kalkmış durumda. Bir kültürel kalıntı olarak yaşıyor, bir
siyaset yapma tarzı olarak yaşıyor ama sonuçta geleneksel sol
anlayışların, devrim de yapsa, aradan seksen doksan
yıl da geçse gelip varacakları yerin bugün çok
daha net olarak görülebildiğini söylemek mümkün.” (Bülent
Forta, Yeniden, s:24, abç.)
Ekim
Devriminden bir süre sonra Lenin “önemli olan, buzun
kırılmış, yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır” diyordu.
Ancak anlaşılan o ki, birileri buzun kırılan yerini fazla
çentikli bulmuş olacaklar ki kendilerine başka bir ‘yol’ aramak
üzere “geri dönüş”e karar verdiler.
Troçkizmin
Türkiye versiyonunda yıllardır temcit pilavı gibi ısıtılıp
sunulan -ve belki de en son, bir Devrimci Yol’cunun itibar etmesi
gereken- birkaç motife, adeta bir can simidi gibi sarıldıklarını
görüyoruz.
Yeni
olmak, farklı olmak adı altında; Marksizmin yıllar önce mahkum
edip kenara koyduğu eğilimleri ve bu eğilimlerin arkasındaki
şahsiyetleri bulup çıkarırken; yüzlerine bir mağdura itibarını
devreden insanların gururu hakim olmaktadır. Tabii biz bu
gururu kazıyıp altına bakmayacağız. İsteyenler kendilerini
“solun ana gövdesi” hatta başı, kolu ve bacakları
olarak da ilan edebilirle. Koca bir tarihi inceleme zahmetine
girmektense, her şeyi “stalinizm” ile açıklamaya çalışan
mesai arkadaşlarından “işin doğrusu”nu öğrenebilirler.
Ancak siyasal pratik, üzerilerindeki örtüyü kaldırıp gerçekte
nerede durduklarını göstermekte gecikmeyecektir.
Muarızların
dahi hakkını teslim etme özelliği ile iz bırakan Devrimci
Yol’dan, bugün için, sorunları böylesine karikatürize eden bir
duruşun sahiplerinin üremesi biz Devrimci Yol’cuları elbette ki
ilgilendiriyor; ama bir sosyolojik inceleme konusu olması itibarıyle
-sanıyoruz ki- başkalarını da ilgilendiriyor. Aktarmalı,
alıntılı tartışmalara fazlaca yer vermek istemesek de, konumuza
uygun düşecek bir örnek olması itibariyle kısa bir aktarma
yapacağız. Bülent Forta, 1995’te bir seminerde
“Devrimci Yol hareketinin tarihsel gelişimi”ni
anlatıyor(!):
“Seksen
öncesinde de Devrimci Yol’u Türkiye’deki soldan ayıran önemli bir
faktör vardı. Bu faktör ‘Kürdistan’ın’ sömürge olup olmadığı
üzerine tartışmalarda kendini ifade ediyordu. Türkiye solunda
çeşitli gruplar sözkonusudur. Bunlar şöyle düşünürler:
Kürtler üzerinden siyaset yapmak. Yani örneğin
Marksizm-Leninizm’in teorik sorunları tarafından ‘Kürdistan
sömürgedir-değildir’ diye bir çaba yerine, genellikle ‘Bütün
Kürtler biz sömürgeyiz diyorlar. O zaman bunlara siz sömürgesiniz
dersek Kürtlerle ilişki kurmak daha sağlıklı olur’ diye düşünen
siyasal hareketler var. Yani ‘Kürdistan’a’ sömürge deme tamamen
pragmatik amaçlardan kaynaklanan bir şeydi”<
Bu
aktarmayı yaptıktan sonra, hemen belirtelim ki, biz söz konusu
panelde yoktuk ve bu nedenle katılımcıların yaş ortalamasını
bilmiyoruz. Aynı şekilde, Bülent Forta’nın böylesine önemli bir
konuyu bu denli basit -komik- bir düzeye indirmesinin arka planını
da bilmiyoruz. Ancak, bildiğimiz ve Bülent Forta’nın da çok iyi
bildiğine inandığımız bir gerçeklik var ki, gerek “sömürge”
diyenler gerekse “sömürge değil” diyenler konuyu bir
hayli kapsamlı bir çerçevede tartışmaktalar. Örneğin Devrimci
Yol’un 10,16,27. Sayılarda bu konuyu kapsamlı biçimde ele aldığı
bilinmektedir. Hele ki bu tür değerlendirmeler; kendilerini
“geleneksel sol”un dışında ve üstünde gören, derin
felsefi tahliller sonucu geniş ufuklu bir kavrayışa ulaştığına
inanan kesimlerden gelince daha bir çarpıcı oluyor. Ne diyelim;
seviye bir kez düşmeye görsün…
Bilindiği
gibi Devrimci Yol bu sorunu tartışırken, Marksist yöntemin
gerekleri dahilinde hareket etmiş ve muhataplarını bu yöntemi
kavrayamamak/doğru kullanamamak noktasında
eleştirmiştir. Birincisi; iki ayrı ulusun, baskının
ve sömürünün, ezme ve ezilme ilişkisinin olması nedeni ile
fiiliyatta varolan görüntü gerçekten bir sömürge çağrışımı
yapmaktadır. İkincisi; eğer “Portekiz” gibi
bir örneği doğru kavramaz ve zaman-mekan mefhumundan muaf bir
yöntem uygulamasına gidersek; Kürdistan’ın sömürge statüsünde
olduğuna kendimizi gerçekten inandırırız.
Lenin,
kapitalizm öncesi süreçlerde; sömürgeciliğin de emperyalizmin
de varlığından söz eder. Ancak aynı Lenin, “toplumsal
biçimler arasındaki farkı görmezlikten gelerek ya da arka
planlara iterek, emperyalizmin “genel düzeni üstüne fikirler
yürütme”nin; kişiyi “birtakım boş palavralara ve
bayağılıklara” düşürdüğünü söyler.
Yukarıda
belirttiğimiz gibi sadece görüntü ile hareket edildiği takdirde
insan, totoloji yapar duruma düşer. Neden-sonuç ilişkisi doğru
kavranmak zorundadır. Yani sömürge gibi sömürgecinin de durumu
dikkate alınmalıdır. Hangi ihtiyaçları karşılamak üzere
sömürge ilişkisi gündeme gelmiştir?” sorusu, ilişkinin
niteliğini anlamakta bir anahtar rolü oynar.
Örneğin
tekel öncesi dönemde sermayenin ilkel birikimi sürecinde; ülke
içinde artı-değer sömürüsünün yanında, ülke dışından
-sömürgelerden- yapılan değer transferi önemli rol oynamıştır.
İlişki; yağma, talan ve meta ihracına dayanır. Tekelci dönemde
ise; sömürgecilik, emperyalist karaktere bürünmüş ve odağına
sermaye ihracı oturmuştur. Soruna bu bağlamda yaklaşıldığında;
emperyalist dönemde bir sömürgenin neden sömürgesi olmayacağı
daha kolay kavranır ve bir can simidi gibi kullanılan Portekiz
örneği de aydınlığa kavuşur. Tarihsel evrim içerisinde
incelendiğinde, Portekiz’in sömürgeye sahip olduğu dönemde
kendisinin sömürge olmadığı; sonraları ise, sömürgeleşme
sürecine girdiği ve emperyalizm ile (önce İngiliz, sonra ABD
emperyalizmi ile) ilişkileri sayesinde sömürgecilik olgusunu
koruyarak, tekelci döneme taşıdığı görülecektir. Yani
Portekiz, bir yarı-sömürge olarak emperyalist dönemde sömürgeci
ilişkiler geliştirmemiş; ancak önceden varolan sömürgeci
ilişkileri bu döneme taşımıştır.
İşte
bu perspektif çerçevesinde, Kürdistan meselesi incelendiğinde,
varolan işgalin, işgalci tarafın kendi kapitalizminin sorunlarını
çözmek üzere gerçekleşmediği -ki o süreçte kapitalizmin
egemenliği söz konusu değildi- görülecektir Varolan ilişkinin
kaynağında şoven bir devletin ilhak politikası yatmaktadır. Ve
sonuçta kendisi emperyalizme bağımlı olan bir ülkede yukardan
aşağı geliştirilen kapitalist ilişkiler, ezilen ulus üzerinde
de etkisini göstermektedir.
Emperyalizm ve Faşizme Karşı
DEVRİMCİ HAREKET Dergisi
Sayı:6 1997
EK
5
FARKINI
DEVRİMCİ ÖRGÜTLER ÜZERİNDEN ANLATAN BİR PARTİ;
ÖDP
Üç
yılı geçti. Mutsuzduk, çaresizdik, hevesimizi
yitirmiştik. Şu an nasılsak, beteriydik. Öylesine
acılaşmıştık ki, içimizin zehiri dışımıza vuruyor, kimimiz
kara alaycılığına sığınıyor, kimimiz vakitsiz inzivaya
çekiliyordu. Geleceğimiz üstüne değil söz sahibi olmak, oturup
birlikte bir düş kuracak gücümüz bile yoktu. Küskündük. İşte
bu yenilgi duygusu ile başa çıkabileceğine inananlar, bu
geleceksizlik duygusuna teslim olmayı reddedenler bu partiyi kurdu.”
Kendisi
de kurucularından olan YILDIRIM TÜRKER, aradan üç yıl geçtikten
sonra, böyle tanımlıyor ÖDP’yi. (Bkz. Radikal İki- 11 Nisan
1999, abç.)
Onlara
sorulursa, amaçları sol bir dalga yaratmakmış. Bu “sol
dalga” sonrasında kitleleri devrime taşıyacak olan, devrim
yapacak olan parti, elbette ki farklı olacakmış. Zaten, ÖDP’nin
devrim yapacak bir parti niteliği taşımadığının; Leninist
Partinin, farklı türden teşkilatlanması gerektiğinin bilincinde
imişler!… Buraya kadar her şey normal görünüyor. Ancak, ÖDP’yi
açıp içine baktığımızda, durumun hiç de öyle olmadığı
anlaşılıyor. Belirsizlik, köşesizlik, tanımsızlık gibi
özelliklerine rağmen ÖDP’nin, yapılmış hemen her tanımında ve
altı çizilen her niteliğinde, “biz Leninist
partilerden/örgütlerden şöyle şöyle farklıyız”
kavrayışının izlerine rastlanır. Burjuva partileri ile
farkını ortaya koymak yerine -büyük ölçüde devrimci örgütlerle
farkını anlatma yoluna giden ÖDP; bunu da, devrimci örgütleri
yansıtan normlar üzerinden değil, devrimcileri asılsız
yakıştırmalarla olumsuzlayan bir kavrayış(sızlık) üzerinden
yapmaktadır. Genellikle ne olduğunu değil, ne olmadığını
anlatmayı tercih eden ve bunu çeşitli yakıştırmalar dizisi
üzerinden yapan ÖDP; elbette ki yaptığı vurgularda sistem
partilerine de gönderme yapmakta, ancak çoğu kez, sapla samanı
karıştırmaktadır. Partinin kuruluş şenliğinde okunan,
çoğaltılıp dağıtılan bir metinden kısa bir aktarma yapmak
istiyoruz:
“Biz,
varolmak ve mücadele etmek için örgütlenmenin bir parti çatısı
altında yapılmasından ve partili olmaktan ürkenler;
(…)
Gönüllü
ve hevesli olduğumuz alanların dışında tutularak ya da mutsuz
olacağımız dar alanlarda çalışmaya zorlanarak, yönlendirilerek
pasifize edilmeden; herkesle aynı dili kullanmaya; herkesle aynı
açıdan bakmaya; herkesle aynı olmaya zorlanmadan, az sorgulanmış
bir parti geleneğinin dayatacağı koşullar, kısıtlamalar
rütbeler, kahramanlar tarafından dışa itilmeden; az sorgulanmış
bir parti geleneğinin körelten, körleştiren, mutsuz eden, sıraya
sokan, fedakârlık bekleyen, insanı kendi fedakârlığıyla
cezalandıran, kısacası köle eden labirentinde kayıp edilmeden;
sınırları bize sorulmadan çizilmiş parti ahlakı ve parti
disiplini gibi kavramlarla kelepçelendirilmeden; bizim parti için
değil, partinin bizim için var olduğu hiç unutulmadan;
katkılarımız ödünsüz bir emek fetişizminin gözüyle
tartılmadan; sabit bir ortalama alınarak tanımlanmış ‘halkımıza’
benzetilmeye çalışılmadan; farklılıklarımız törpülenmeden;
‘halkımıza layık olmak için’ fedakârlık etmemiz beklenmeden;
geçmiş yenilgilerimizin sebebi olan körlükler, dil ve bakış
kalıplarıyla üstümüze gelinmeden; parti içindeki alan kullanma,
soru üretme hakkımız oy sayımızla kısıtlandırılmadan; burada
bu partide; fikirleri, dertleri, geçmişleri birbirine benzemeyen
insanlarla birlikte eşitlikçi, özgürlükçü bir dünya için
mücadele etmek; o insanların farklılığıyla zenginleşip onlarla
birlikte eylemek istiyoruz.”
(Radikal İki, 11 Nisan 1999)
ÖDP’nin,
üzerinden “fark” belirterek hedef tahtasına koyduğu
olguların dışında, sahiplenerek de zarar verdiği, dejenere
ettiği değerler vardır. Mesela devrim ve aşk kavramları,
ÖDP’nin gazabına uğramış iki önemli değerdir. Devrim,
devrimcilerin işidir. Aşk ise, gerçekte en çok devrimcilere
yakışan bir kavramdır. Devrimi amaçlayan, devrimcileri sever,
onlara aşık olur. Devrimcilik, başlı başına bir güzellik,
bir onur, bir yücelme sebebidir. Yani devrimcilik büyük ve ciddi
bir iştir. Diğer bir ifadeyle devrimcilik, vidası gevşek
ilişkilerle, sulandırılmış kavramlarla tanımlanacak bir olgu
değildir.
ÖDP;
ÇALIŞMA ANLAYIŞI, BURJUVA SİYASET TARZI İLE MALUL BİR PARTİDİR
Aslında
mesele, Ufuk Uras‘ın, cam fanus içinde yetişmiş
çocuklar gibi ortalıkta dünyadan habersiz biçimde dolaşması ve
“ciddiyet özürlü” bir tarzda siyaset yapması olsaydı;
bu “spastik duruş” karşısında biz, gülüp geçerdik.
Ancak, mesele partinin iradesine bütünüyle hakim olmuş burjuva
siyaset tarzı ile ilintilidir. Ve bu nedenle çok önemlidir. Çünkü
artık, devrimcilikten/sosyalistlikten söz edenlerin, elinde
avucunda kalan birtakım değerleri bu denli kolay tüketme lüksü
yoktur/olmamalıdır. Bunu, partinin kurmayları için aslında
söylemeye gerek yok. Çünkü bir şeyler bilerek ve isteyerek
yapılıyor. Ancak, ÖDP’nin üyesi olan veya etki alanında bulunan
ve hiç de azımsanmayacak sayıda olan iyi niyetli bir kesim var ki,
gerçekte asıl olarak onlar için kaygılanmak gerekiyor.
Yoksa,
bu yolda adeta “kaşarlanmış” olanlar, İstanbul’da bir
salona, “şenlik” amaçlı olarak toplanan onbin kişinin
oya tahvil edilirken uğrayacağı farklılaşmayı iyi biliyor.
Mesele, çöküntünün kendini de kandırma seviyesine gelmiş
olması ile ilintilidir.
Burjuva
siyaset tarzı, eğer sadece “burjuvaziye övgüde bulunmak”
olarak algılanmıyorsa; bilinmelidir ki, bunun çok geniş çaplı
ve çeşitlilik arzeden bir yansıması vardır. Biz, seçim
öncesinde de uyarmıştık:
“Alternatif
bir duruş sergilemek isteyenlerin, burjuva siyaset kulvarında yer
alan modellere benzememek için çokça nedeni var. Bu benzemezlik,
kullanılan üsluptan yönteme ve verilen mesajlara kadar her açıdan
somutluk kazanmalıdır.
Seçimlerde
dışavuran burjuva tarzın bütünü, devrimcilere yakışık
düşmeyen özellikler taşır. Bu nedenle, yerel yönetimlerin
belirli oranlarda lehte kullanılabilir olma özelliği, bizleri
burjuva tarzların esiri haline getirmemelidir. Örneğin,
devrimcilerin ‘bağımsız aday’ seçeneğini kullanması, belirli
bir uygunluk/doğruluk taşımasına rağmen, böyle bir olasılığın,
burjuva tarzı yeniden üretmeye hizmet etmesi de mümkündür.
Halkın,
kendini temsil edecek adayı tayin etmesi ve Fatsa örneğinde olduğu
gibi, kendi kendini yönetmenin ön biçimlerini denemesi, elbette ki
önemlidir ve desteklenmelidir. Ancak, ‘bağımsız aday’ adı
altında umut tacirliğinden, oy avcılığına kadar, bütünüyle
bize yakışık düşmeyecek yöntemler kullanan kişiler, halkın
gerçek temsilcileri değildir/olamazlar.” (Devrimci
Hareket, Sayı:11, s:9)
Burjuva
siyaset tarzı, seçim çalışmaları sırasındaki tercihlerde
kendini nasıl ele veriyorsa, seçim sonrasında da verir. Alınan oy
sayısına yüklenen anlamdan ve her şeyi o sayılarla ölçmekten,
seçim bitince, “oh be” deyip bir köşeye çekilmeye dek
pek çok fiil, böyle bir tarzın, değişik görüntüleridir. Seçim
çalışmalarında yeni ilişkilere ulaşmak ve niteliği ölçüsünde,
varolan ilişkileri kalıcılaştırmak, devrimciler için en önemli
kazanımdır. Yoksa, toplumda isim yapmış sanatçı, yazar, vb.
kişilerin üzerinden oyunu “yüzde sıfır nokta bilmem kaç”
arttırmak, bir gereklilik veya bir marifet değildir.
“V
Özgürlük” gazetesini, seçime öngelen günlerde takip
edenler anımsayacaktır. İllere dair verilen kesitlerde, kimin
kiminle yarış halinde olduğu -örneğin- Radikal Gazetesi’nde
nasıl yansıtılıyorsa, orada da öyle yansıtılıyordu. Bir ilde
ANAP’ı “zorlarken”, diğer ilde “FAZİLET”i
zorluyor ve “barajı paramparça ederek” iktidara
yürüyordu!… Tekrar tekrar belirtme ihtiyacı duyuyoruz
ki, mesele “sayı” değil, tarzdır; “3 milyon temiz
oy arıyorum” diyerek halka hakaret eden tarzdaki kirliliğin
kavranmasıdır.
Seçimin,
sadece seçim kampanyaları ile kazanılmayacağı, burjuva partiler
tarafından bile kabul edilen bir gerçekliktir. Hele ki
devrimcilikten, sosyalistlikten veya sistem dışı olmaktan söz
ediliyorsa, durum daha da hassas ölçüler alır. Medyatik şovlarla,
anlık parıltılarla halkı etkileme yoluna giden partilerin
karşısına, benzer yöntemlerle çıkan ve halkın içerisine
karışıp onlarla beraber çalışmak yerine, burjuva partilerine
“hodri meydan!” çekmekle uğraşan ÖDP, izlediği tarz
itibarıyla “oy sayısının önemli olmadığını”
söyleyecek durumda değil. Amaç 3-5 oy fazla almak olunca veya
“seçim kazanmak” için çalışma yapılınca izlenecek
tarzla, halkı kazanmak gerektiğinde izlenecek tarz
aynı değildir. CHP’lileşerek de oy arttırmak mümkün, ama
o oylarla bu ülkede “sol dalga” yaratmak mümkün değil.
Kuşkusuz,
bu ülkede legal örgütlenmeye de ihtiyaç var. Hele ki, halka
yönelik saldırıların dört bir koldan gerçekleştiği
günümüzde, araçları geliştirip çeşitlendirmek, oldukça
önemlidir.
Zaten,
legal alanda da olsa, rejime karşı mücadeleci bir tutum alan,
devrim yelkenine rüzgar dolduran her hareket devletin saldırgan
soluğunu ensesinde hissedecektir. Hiç kuşkusuz bu,
kavgacı/mücadeleci bir duruşu gerektirecektir. Öfkesini rejime
yönelten her hareket, rejimin hedefi haline gelir. Doğaldır
ki, böyle bir duruşun gereklerini, üzerinde “dikkat kırılır”
diye yazan eşyalar gibi dolaşarak yerine getirmek mümkün
değildir.
DEVRİMCİLERİN SİSTEME ÖYKÜNME İHTİYACI YOKTUR
Kitleleri
manipüle etme olanakları artmış bir karşı-devrimin, solun
etrafındaki halkaları daraltması mümkün ve “anlaşılır”
bir durumdur. Zaten sol, doğası gereği muhaliftir ve az
olanaklarla çok iş yapmak gibi bir zorunluluğu vardır. Sol’da
belki de yapılmaması gereken şeylerin başında “sisteme ait
yöntem ve araçların taklidine gitmek” gelir. Solun
yaratıcılığı, en zor koşullarda bile çıkış imkanları
yaratma avantajını sağlar/sağlamıştır. Bu nedenle solun
tarihi, alternatif güç ve olanakların gelişiminin de tarihidir.
Sol,
karşı sınıflardan hiç mi öğrenmez? Elbette ki öğrenir; ama
bunu yaparken de kendi yöntemleri ile yapar. Diğer bir ifadeyle,
karşı-devrimden öğrenmek demek, kendi yöntem ve araçlarını
daha da sağlamlaştıracak değişiklikler yapmak demektir. Yoksa,
kendi yöntemlerimizi, “öğrenilen” şeyle ikame etmek
değildir.
Devrimciler,
legal araçları kullanmak üzere, burjuva partilerinin de bulunduğu
siyasal ortama çıktıklarında da kendi yöntemlerini uygularlar.
Burjuva partilerini taklit etmek, kendini onlarla zorlama
kıyaslamalara sokmak; bir kimlik karışıklığına sebeptir.
Öncelikle bilinmelidir ki, devrimciler o ortama aynı nedenlerle
çıkmazlar. Hatta, o ortamın bozucu etkilerine karşı bir “iç
kalkan” taşırlar.
Örneğin
seçim dönemlerinde devrimciler, oy telaşına düşmez; oy
avcılığı, umut tacirliği yapmaz; “yeter ki oyumu
arttırayım” diye düşünmez. Hatırlanacak olursa,
’80 öncesinin o görkemli kitleselliğinde bile sol kendini
sandıktaki varlığı ile ölçmezdi; heyecanları, sandıktaki oy
sayısı tarafından belirlenmezdi.
Bugün
için -özellikle ’90 sonrasında- karşı-devrimin, dünya çapında
bir dalga ile üzerimize geldiği, güç ve olanaklarını tahkim
ettiği; bunun, devrimci güçler için bir tehlike olduğu doğrudur.
Ancak, bunun karşısında, adeta karşı-devrimin üstünlüğünü
kabul ederek; yöntemden jargona kadar bütünüyle o alanlardan
esinlenmek, onlara öykünür duruma düşmek ve ölçülerini
onların açılarına göre düzenlemek daha büyük bir tehlikedir.
Karşı-devrimin çapını büyüten saldırganlığı karşısında
devrimcilerin zorlandığı doğrudur. Ancak, buradan hareketle,
düşünce üretemez olduğu, yöntem geliştiremediği, önünü
açacak araçlardan yoksun olduğu doğru değildir. Hatta denebilir
ki bugün için emperyalizmin ve işbirlikçi rejimlerin yüzü, her
zamankinden daha fazla açığa çıkmıştır. Sovyetlerin
çözülmesinin verdiği moral üstünlüğü kullanmakta iseler de,
gerçekte bu geçicidir ve emperyalistler de bilmektedirler ki ezilen
halkların oluşturduğu güç, hiçbir zaman yakalarını
bırakmayacaktır.
Ortaya
çıkan geçici sıkıntıların ve yanıltıcı görüntülerin
etkisine kapılarak, devrimci gelenekleri boy hedefi yapmak, gerçekte
eskiyeni/çürümekte olanı temsil eden güçleri taklit etmek ve
onların etki alanına girmek; onlardan daha da hızlı bir çürümeye
sebep olur. Örneğin
özelleştirme mi söz konusu oldu? Bir devrimci ona cepheden karşı
çıkar. Hiçbir biçimde ve hiçbir koşul altında onda olumluluk
aramaz. “Tamam zararlıdır, ama şöyle olsa fena olmaz”
anlamına gelecek yaklaşımlar da göstermez. Özelleştirmeyi bir
gereklilik kabul ederek oluşturulmuş soruları ve bu sorular
üzerinden yaratılan yapay ikilemleri ciddiye almaz.
ÖDP’nin
kime karşı ne türde mesafeler koyduğu ve kendini hangi
argümanlarla öne çıkardığı dikkatle incelendiğinde,
devrimciliğe yabancılaşmanın ve kendini sisteme ait öğelerle
tanımlamanın hangi boyutlara vardığı görülür. Örneğin,
ÖDP’nin oluşumunda fikri ve fiili rol almış olan Bülent
Forta‘nın, kendisiyle röportaj yapan Neşe Düzel’e verdiği
yanıtlara bakılırsa, bu süreçte nelerin yitirildiği ve nasıl
bir limana demirlenmiş olduğu kolaylıkla görülür (Radikal
Gazetesi, 26 nisan 1999). Aslında söz konusu röportajın bütününü
okumak çok daha anlamlı olur. Ancak biz, yine de bir kaç noktaya
dikkat çekmek istiyoruz. HADEP’in, seçimler öncesinde asli
taleplerini gizlediğinden söz eden Forta, bunu HADEP’in “biz
Türkiye partisiyiz, daha barışçı bir çözümden yanayız”
deyişine bağlıyor. Yani HADEP, daha barışçı bir çözümden
yana olmadığı halde, bunu böyle göstermiş!… Aynı yazıda
Forta, HADEP’in milliyetçiliğinden de söz ediyor. HADEP’te
milliyetçilik olsa dahi bunun hoşgörülebilir seviyede olduğu,
objektif bakan tüm gözlerce bilinmektedir. Ancak Forta’nın
şovenizmini aynı şekilde hoşgörmek olanaklı değildir. HADEP,
linç edilirken ses çıkarmadığı için mi; en temel hak ve
özgürlükleri gaspedildiğinde tepkisini demokratik çerçevede
tuttuğu veya çoğu kez tepkisiz kaldığı için mi; parti büroları
açılmadığı veya açıldığında polis baskınlarına uğrayıp
çalıştırılmadığı için mi; üyelerinin kanı dökülürken
bile barış çağrıları yaptığı için mi gerçeği gizlemiş
oluyor? Aslında bu, ezen ulus şovenizminin etkisiyle, en çıplak
gerçeği dahi farklı görme/gösterme tavrıdır. Aynı yazıda
Forta’nın; devletçilik, ekonomide özgürlükçülük, özelleştirme
gibi konulara verdiği ikircikli yanıtlar, bakış açısında ve
üzerine basılan zeminde varolan kaymanın somut göstergeleridir.
Burjuva
liberallerin, sınıfsal duruşları gereği kullandığı “derin
devlet” kavramını Bülent Forta da keşfetmiş görünüyor.
Özellikle son yıllarda kullanımı yoğunlaşan “derin devlet”
tanımlaması, aslında nitelik belirleyici bir tanımlama değildir.
Siyasal literatürdeki, kapsamları belirli tanımlamalar yerine,
neyi ifade ettiği belli olmayan kavramların kullanımı, her
dönemde somut gerçekleri gizlemenin bir aracı olmuştur. Günümüzde
burjuva liberallerinin bile, faşist devletin iyice açığa çıkan
kirli işlerini savunamayacak hale gelmeleri ve bunu “derin
devlet”e bağlamaları, olumlu bir gelişmedir. Bu, düne kadar
koşulsuz destekledikleri devlete olan güvenlerinin sarsılması
demektir. Ancak, önemli olan, bu kavramın bazı “sol
kesimler”de de kullanılıyor olmasıdır. Böyle bir kullanım,
devletin faşist niteliğinin tüm yaşananlardaki belirleyici
rolünün bilinçli olarak gizlenmesi anlamına geliyor ve
kullanıcıları hiç de masum olmayan bir konuma sokuyor. Böyle bir
kullanıma mutlaka karşı durulmalıdır.
1999
Türkiyesinde özelleştirmeye neden karşı olduğunu anlatamayan ve
özelleştirmeye karşı olmanın özgürlükçü düşünce ile
bağdaşmayacağı iddialarına prim veren bir insanın duruşunda
solculuk aramak için, bütünüyle bir hafıza kaybına uğramış
olmak gerekiyor. Kapitalist sistemde “ekonomide
özgürlükçülük” denen şeyin, tekellerin cirit atma
özgürlüğü demek olduğu, ekonomi politiğin en sıradan
konusudur. Aynı şekilde, özelleştirmenin basit bir mülkiyet
devri olarak algılanmaması gerektiği, aksine çok daha boyutlu bir
saldırı olduğu; sermayenin hareketi önündeki her türlü engeli
aşmayı amaçladığı; taşeronlaştırma, işsizlik,
sigortasızlık, sendikasızlık ve genel boyutuyla, kazanılmış
hakların gaspı anlamına geldiği ve hatta ideolojik bir saldırı
olduğu artık emek sürecinin dışında bulunanlarca dahi
bilinmektedir.
Devrimciliğin
onuru, iç tutarlılığı ve bilinç berraklığı dururken,
sorunlara burjuva liberal bir duruşun gerekleri
üzerinden yaklaşılır ve çözüm (!) aranırsa; özelleştirme
gibi, devletçilik gibi tartışmalara pabuç bırakmak mümkün hale
gelir. Aynı şekilde ve aynı pespaye duruşun bir ürünü de,
MHP’nin ırkçı milliyetçiliğini, ezilen bir ulusun kendini ifade
etme sürecinde dışavuran -anlaşılır ölçülerdeki-
milliyetçilik ile aynı kefeye koymaktır.
Devrimcilerin,
durdukları yeri doğru seçmek gibi bir zorunluluğu vardır.
Koordinat tayininde, dostlarla olan yakınlık ve benzerlik, düşmanla
olan mesafe ve fark tanımlanmış olur. Bu nedenle, koordinat
seçimindeki yanlışlık, belirleyici önemdeki kavramları da
bulanıklaştırır.
SEÇİM
SONUÇLARI, ÖDP İÇİN SÜRPRİZ DEĞİLDİR
“En
sol”da olma savı ile seçim meydanlarına çıkan ÖDP’nin,
böyle bir radikalizmi kucaklayacak, bu türden bir işlevi yerine
getirebilecek hiçbir çalışması, siyasal önermesi yoktu.
Emperyalist-kapitalist sistemin bir bütün olarak tıkandığı,
özellikle ülkemizin bu tıkanmayı çok yoğun bir şekilde
yaşadığı koşullarda, sistemin belirlediği sınırlar içinde,
en azından o sınırları zorlamadan “radikal” politikalar
yapılamaz. Toplumsal muhalefetin, kendiliğindenci biçimlerde de
olsa sık sık sistemin duvarları ile karşı
karşıya geldiği koşullarda; toplumsal muhalefet sistem içi
kanallara çekilmeye zorlanarak sol siyaset yapılamaz.
ÖDP,
bugünkü biçimlenişi ile hiçbir radikal kesimin siyasal
temsilciliğini üstlenebilmiş değildir. Herhangi bir toplumsal
dinamik ile -bütünleşmek bir tarafa- iletişim bile kuramamış
olan ÖDP için, seçim sonuçları, bu yönü ile sürpriz değildir.
Diğer
yandan, 12 Eylül sonrası kovuşturmaya uğrayan insanların sayısı
düşünülürse; yakınları ile beraber çok daha büyük bir
rakamı bulan bu “potansiyel oy kaynağı”ndan alınan 250
000 oy, “nostaljik dayanışma”dan başka bir şey
değildir. ÖDP’nin kendisinin de entelektüel aydın topluluğu
olmaktan başka bir niteliği yoktur. Şu iyi bilinmelidir ki,
medyanın tüm pompalamalarına rağmen, toplumda ÖDP gerçekliği
budur/bu kadardır. Ancak, toplumdaki “sol” ve “sol
potansiyel”, ÖDP’nin taşıyamayacağı kadar geniştir.
Emperyalizm ve Faşizme Karşı
DEVRİMCİ HAREKET Dergisi
Sayı:12 1999
EK
6
YENİDEN
BİR DEVRİMCİ HAREKET YARATMAK, DEVRİMCİ DEĞERLERLE ARALARINDA
MESAFE OLUŞTURANLARIN İŞİ DEĞİLDİR
Geçmişi
aşabilmek adına, geçmişte değerlerin ulaşmış olduğu en
rafine biçimleri, teorik ve pratik birikimin en olgun meyvelerini
reddeden; böyle bir zeminle aralarındaki tüm köprüleri kaldırıp
atan ve hatta böyle bir zemine yeniden uzanma olasılığının
önünü, ürettiği argümanlarla kesmeye gayret eden bir yapıdan
gelebilecek olan “Bir devrimci hareketin yeniden yaratılacağı”
iddiasının ciddiye alınabilecek bir yanı yoktur. Bu, bilinen
tüm tövbe çeşitlerine başvurmuş, “bu süreç
başarısız da olsa bir daha asla silaha başvurmayacağız” diye
söz vermiş, silahın yarar değil zarar getirdiğine dair
“keşif”lerde bulunmuş olan PKK önderlerinin; arada bir
tehditvari ifadeler kullanmalarına benzer. Yani Başkanlık
Konseyi’nin tehditlerinin içerdiği inandırıcılık oranı ne
ise, “yeniden”cilerin parti-devrim-devrimci hareket, vb. ile
ilgili iddialarındaki ciddiyet de o orandadır.
PKK’nin
etki alanında soluk almaya alışmış, fikri sonuçlarla değil
duygusal itkilerle hareket eden kişi ve çevreler bugün hala PKK
(ve Apo) için; “henüz süreç netleşmedi, ne olacağı belli
olmaz” derken ne denli gerçeğin dışında
iseler; Yeniden sürecinden ve onun taşıyıcısı
olan öznelerden hâlâ “bir devrimci hareket” yaratmayı
bekleyenler de gerçeklikten o denli uzaklaşmış
durumdadır. Yeniden diye bilinen sürecin
özneleri ehlileşmenin tüm renkleriyle
oluşturdukları fikrî ve pratik zeminde; dünkü TKP’den,
Troçkistlerden ve Marksizm dışı odaklardan devşirilmiş gıda
parçacıklarıyla beslenmekte ve devrimciliğin gereklerini yerine
getirme ihtimali ile aralarındaki mesafeyi adeta özel bir çaba ile
büyütmektedirler.
Hatırlanacağı
gibi geçmişte TKP’liler, her vesileyle legal araçları öne
çıkartır ve her tür illegal fiil ve aracı, gereksiz bir
zorlama ve risk alma olarak görürdü. Bu, gerçekte kendi
duruşlarını gerekçelemek için başvurdukları bir yoldu. Ne
yazık ki Devrimci Yolculuğun kenarından dahi geçmiş olan
insanlara yakışmayacak bu tarz, eski yol arkadaşlarımız
tarafından hararetle savunulmakta ve şimdi parti arkadaşları olan
eski TKP’lileri bile kıskandıracak bir gayret ve ısrarla
sürdürülmektedir. Hafızasını biraz daha zorlayanlar, geçmişten
bir başka kesit anımsayacaklardır; Taksim’de bile izinli
mitinglerin yapılabildiği dönemlerde Devrimci Yol, bununla
yetinmez, korsan gösteriler de düzenlerdi. Legal imkanları
değerlendirerek binlerce pankartı, çeşitli biçimlerde açarken;
illegal yöntemlerle pankart açmayı da ihmal etmezdi. Çünkü
Devrimci Yol bu araçları, birbirinin alternatifi olarak görmez,
birinin diğerini yadsımadığı bir tamamlayıcılık içinde
değerlendirirdi. Bunlar, devrimci araçlarla maddi ve ruhsal bağını
kesmemiş olanlar için, ne yeni ne
de bilinmez değildir. Öznelliğin, beyinleri
olduğu kadar ruhları da teslim aldığı durumlarda sınıflar
mücadelesinin gerekleri değil, kişisel ve grupsal duruşun ve
inatlaşmanın gerekleri ön plana çıkar.
Dünyada
ve ülkemizde devrimci zeminlerde yaşanan başarısızlıklar,
emperyalizmin kapsamlı müdahale ve yönlendirmelerinin de
etkisiyle; başta örgüt fobisi olmak üzere,
örgütlü çabaları tahrip edecek ve insanları planlı-programlı
mücadeleden uzaklaştıracak sonuçlara, beyinlerde ve yüreklerde
daha sık rastlanır oldu.
Bugünün
en önemli, en üretken, en aktif kesimi olma potansiyeline sahip
olan 90’lı yılların gençliği; geçmişi, çeşitli siyasal
dergilerin öznel aynalarından yansıyan biçimde ve çoğu kez
maksatlı yönlendirmelerin etkisinde tanıdığı (gerçekte
tanıyamadığı) için, oradan ders çıkarma ve bugüne
izdüşürebilme şansı da zayıf olmaktadır. Gençlik, en kolay, o
dönemden kalma kadrolardan öğrenebileceğini düşündüğü için;
aynı zamanda söz konusu kadroların yanıltma çabalarına açık
hale gelmektedir. Bugün yaygın biçimde rastlanan; geçmişi
sahiplenme ve örnek alma yerine, geçmişten kaçma ve hatta
bütünüyle kopma eğilimlerinin ardında, kendi ihtiyaçlarını
halkın ve dönemin ihtiyaçlarıymış gibi kitlelere sunan eski
kadroların sorumsuzluğu yatmaktadır. Bu tür sorumsuz davranışlar,
var olan negatif tablonun sorumlularını ve çıkış yollarını
tanımlamayı da kolaylaştırıyor.
Örneğin
bugün, gerek karşı devrim cephesinden, gerekse devrim cephesinin
hâlâ içindeymiş gibi görünen ama
çabasını, yapıcılık değil, yıkıcılık yönünde
geliştiren kesimlerden devrimciliğin yüzlerce yıllık birikimine
görülmemiş düzeyde bir saldırı sürdürülmektedir. İçinde
bulundukları her dönemde, pek çok dengeyi dikkate almak ve
devrimci zeminlere dair bilinçlerde ve yüreklerde eksilerin değil
artıların sayısını çoğaltmak durumunda olan devrimci özneler,
her zaman için dikkatli/ustaca hareket etmeye özen göstermelidir.
Madem
ki bu ülkede devrim yapmak için yola çıkmışız, o halde bu iş
için kaçınılmaz bir araç olan örgütün gereklerini doğru ve
yeterli biçimde kavramak durumundayız. Kendimize arkadaş seçerken
veya kendi dar çevremizde bir arkadaş grubu oluştururken
kişisel ve hatta keyfi davranabiliriz. Ne var ki
devrimci bir kimlikle hareket ediyor ve örgütlemek amacıyla
insanlara gidiyorsak, ölçülerimiz keyfi olamaz.
Gerçekte seçicilik özellikle devrimcilere has bir
olgudur. Ancak, seçicilikten; kişisel ölçüler oluşturup,
bunları örgütsel yaşama dayatmak anlaşılmamalıdır.
Siz
yıllarca, Devrimci Yol’un karar mekanizması içinde rol
alacaksınız ve gün gelecek, ülkemiz devrimci yapılarını
tanımlarken, “herkes şef kızılderili yok” diye yazı
yazacaksınız!… (bkz. Geçmişi Aşabilmek, Oğuzhan
Müftüoğlu) Bu, salt ehlileşme de değildir. Devamında
kişilik tanımlaması yapmamız gereken bir probleme işaret
etmektedir. Bu nedenle, konuyu daha fazla zorlayıp şahısları
tartıştırmak yerine; sahip olduğumuz devrimci perspektifin
gereklerini yerine getirerek yanıt vermeyi tercih edeceğiz.
Okurlarımız için söz konusu çevrelerin (ve kişilerin) yeterli
bir açıklık kazandığına ve artık kimi kesimlerden gelen
değerlendirmelere itibar etmemek için yeterli materyalin ve pratik
verilerin oluştuğuna inanıyoruz.
Devrimci
kaygıların yerini kişisel hesap ve kaygılar almış, ölçü
kayması yaşanmış ve sisteme ait değerlerle devrimci değerleri
ayıran çizgi belirsizleşmişse; orada rastlanacak hiçbir
gelişmeye şaşırmamak gerekiyor. Bu nedenle yoldaşlarımız,
“peygamber” sabrıyla gerçekleri açıklama ve doğru devrimci
tutuma işaret etme görevini yerine getirmeye devam etmeli; ama eski
yol arkadaşlarının sürekli olarak irtifa kaybeden seviyelerinden
etkilenmek yerine, yüzünü yeni ilişkilere, yani halka dönmelidir.
Emperyalizm ve Oligarşiye Karşı
DEVRİMCİ HAREKET Dergisi
Sayı:3 2001