Her yıl olduğu gibi bu yıl da okulların açılışına yakın süreçte Milli Eğitim Bakanı’ndan Eğitim-Sen’e kadar çeşitli kişi ve çevrelerin, eğitim olgusuna yaklaşımını yansıtan açıklamalarına tanık olduk. Bakan, Bugüne dek Newton fiziği öğretiliyordu; biz, Quantum fiziğini öğreteceğiz biçiminde bir mesaj verirken; kimileri de süreci laik-antilaik ikileminde görmeyi sürdürdü. Dikkat çeken açıklamalardan biri de Evrim teorisi yerine yaradılış teorisinin geçirildiği iddiası oldu. Sisteme alternatif bir yaklaşım içerisinde olan kesimlerden gelen eleştiriler dahi, büyük oranda, biçimsel kalmış; tayin edici nitelikte olmayan ve hatta özün gizlenmesine yarayabilecek yapay veya tali noktaları aşamamıştır.
Biz burada, Bakan’ın açıklamasının ardındaki gerçekliğe ve Evrim Teorisi ile ilintili tartışmaya değinmeye çalışacağız.
NEWTON FİZİĞİ KUANTUM FİZİĞİNİN KARŞITI DEĞİLDİR
Bilimle şu veya bu oranda ilişkili olan herkes bilir ki Newton’un mekaniğinin rölativite ile karşıtlık oluşturan bir yanı yoktur. Ancak, bugün yaşadığımız maddi koşullarda değil de bunun çok ötesinde, uç noktalardaki hızlarda ve boyutlarda; yani atom gibi mikro veya uzay gibi makro boyutlarda, ışık hızıyla karşılaştırılabilecek hızlarda Newton mekaniğinin doğruları belki bir bilinmezlik/belirsizlik sınırına dayanıyor. Ancak buradaki, Evrenin boyutu gibi kozmik düzeydeki boyutlarda söz konusu olan belirsizlik, ne Newton mekaniğinin yadsınmasıdır; ne de bilinemezcilik felsefesinin doğrulanmasıdır. Bu bağlamda, Bugüne dek Newton mekaniği öğretiliyordu, bundan sonra Kuantum mekaniği öğreteceğiz biçimindeki yaklaşımdan ne amaçlandığına bakmak gerekiyor.
Bizce, yapılan açıklamada/yönlendirmede; Kuantum mekaniğinin bir alt birimi olarak ortaya çıkan, yeni makro ve mikro düzeydeki bazı belirsizlikler, somut uygulamada pozitif bilimlerin yerine bilinemezcilik felsefesini ikame etmenin bir aracı olarak kullanılıyor. Klasik fiziğin kesinlik, kuantum fiziğinin ise belirsizlikler içerdiği varsayımından(gerçekte yanılsamasından) hareket edip, postmodern görüşlerine dayanak arayanlar, Pozitivizm öldü. Artık kesin olan hiçbir şey yok . iddiasını ortaya atmıştır.
Bilinir ki Newton mekaniği, mekaniğin temelidir . Hatta Newton mekaniği, daha ileri bir yorumla, neden-sonuç ilişkisine dayalı bilimsel çalışmanın da özüdür. Bunun yerine, sanki alternatifiymiş gibi, Kuantum mekaniğini kullanmakla, kitlelerde sanki eski/çağdışı bir düşüncenin yerine daha modern bir düşünceyi savunuyormuş gibi bir izlenim bırakılmak isteniyor. Burada amaç, kendi yanılsamalarını (gericiliklerini) gizlemek ve kamuoyunda daha moderni, yeniyi savunuyormuş biçiminde bir imaj yaratmaktır. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi bilimsel hiçbir yaklaşım, Kuantum mekaniği ile Newton mekaniğini karşı karşıya getirmez. Çünkü Newton mekaniği; atomik boyutlar, kozmik boyutlar, ışık hızı gibi uç noktalarda bir belirsizlik içerirken; bugün yaşadığımız dünya ile ilgili boyutlar ve hızlar ele alındığında, rölativite teorisinin bütün denklemleri Newton mekaniğinin denklemlerine indirgenir . Yani Bakan, felsefi idealizmin bir ürünü olan bilinemezciliği, diğer bir ifadeyle, eğitime dair kendi tercihlerini yansıtırken, gerçekte hiçbir ilintisi olmadığı halde, Kuantum’un ardına gizlemeye çalışıyor.
EĞİTİMİN TOPLUMSAL NİTELİĞİ BÜTÜNÜYLE YOK EDİLİYOR
Geçmişten bugüne uzanan politikalar incelendiğinde, eğitimde sınırlı boyutlarda bulunan olumlulukların da tek tek hedefe konduğu, adım adım yok edildiği görülüyor. Kişiye temel eğitim verilirken sağlıklı sonuç alabilmek için, bireysel ve bölgesel farklılıkların; yetenek, ilgi ve becerilerin dikkate alınması gerekiyor. Bugün gelinen noktada, böyle bir tarzdan bütünüyle uzaklaşıldığı; yetenek ve imkanları olan az sayıda insanın, ihtiyaç duyulan biçim ve yeterlilikte eğitiminin hedeflendiği görülüyor. Bu da kapitalizmin ihtiyacı olan az sayıda nitelikli işgücünün eğitilmesi, geri kalanların ise asgari düzeyde eğitimiyle yetinilmesi gibi bir tercihe denk düşüyor.
Geçmişte sistemin taşıdığı esneklik, öğretmenin bireysel veya bölgesel farklılıkları gözetebilmesine fırsat veriyordu. Mesela sene başında yapılacak yıllık plan, okulun açıldığı dönem içerisinde kısa sürede, öğrenci ile birlikte oluşturulabiliyordu. Bu durum, öğretmenin sınıftaki öğrencilerin düzeyini, farklılıklarını kavramasına ve milli eğitimin temel programını, müfredat programını o sınıfın seviyesine uydurmasına şans tanıyordu. Hatta yıl içinde her ünite işleneceği zaman, ünitenin giriş döneminde öğrenci ile birlikte ünite planları oluşturulabiliyordu. Ünite planları daha ayrıntılı oluyor; öğrencilerin ilgileri, isteği, yetenek ve farklılıkları oranında değişebiliyordu.
Bugün, yukarıda anlattığımız modele imkan tanıyan esneklik bütünüyle kaldırılmış, yeni bir modele geçilmiştir. Artık, ünitelendirilmiş yıllık plan adı altında tek tek haftalara, hatta ders saatlerine bölünmüş bir planın sene başında hazırlanması isteniyor. Ve sonuçta bireysel, bölgesel farklılıklar bütünüyle yok sayılmış oluyor. Bu bağlamda,alabildiğine bireycileşen, hem bilimsel hem toplumsal niteliğini yitiren eğitim sistemini eleştirirken, Evrim ve yaradılış teorisi ikilemini öne çıkarmak, sorunun özünü gözden kaçırmayı beraberinde getirebilir . Bugünkü modelin düşünsel arka planında bilinemezcilik felsefesi vardır. Bilimsel çalışmada, neden-sonuç ilişkisinin kurulmasında, bilimsel verilerin oluşturulmasında deneysel modelin kullanılması ve doğrulara ulaşma yerine, felsefi idealizmin sonucu olan bilinemezcilik eğitime egemen kılınmak isteniyor.
EVRİM TEORİSİ NE MAYMUNDAN İNSANA GEÇİŞİ ANLATIR NE DE YARADILIŞ TEORİSİNİN ANTİTEZİDİR;
O, CANLI TÜRLERİ AÇISINDAN TEMEL ÖNEMDE BİR KONUDUR
Evrim Teorisi’nin bugüne dek, yanlış bir kavrayış sonucunda kimilerince, Maymundan İnsana Geçiş olarak tanımlanabildiğini gördük. Bu, farklı bir ideolojik duruş sebebiyle itiraz oluşturan ve insana dair gelişimi yaradılış ile açıklayan kesimler için, istismar edilebilir bir fırsat olarak işlev görüyor. Ve böylece söz konusu teorinin bilimselliğine kuşku düşürülmüş oluyor. Gerçekte, Evrim Teorisi’nin özüne açıkça itiraz eden yok. Doğrudan böyle bir başlıkla işlenmemiş ise de okul kitaplarında; canlıların ortaya çıkışı, sınıflandırma, benzer özellikler, benzer vücut yapıları, solunum sistemlerinin benzerliği gibi pek çok konuda teorinin özü işlenmektedir. Buna kimsenin itirazı da yok. Örneğin bir bakteriye karşı çok yoğun bir şekilde antibiyotik verildiğinde, o bakterinin evrimleşerek söz konusu antibiyotiğe dirençli hale geldiğini ve bu durumda aynı bakteriyi yok edebilmek için çok daha yüksek dozda antibiyotik kullanmak gerektiğini, günlük basında bile izleyebilmek mümkün oluyor. İşte böyle bir olguyu maymundan insana geçiş olarak soyutlamak nasıl yanlış ise, yaradılış teorisiyle karşıtlık sınırlılığında tutmak da yanlıştır. Eğitim sisteminin sorunlarını, gelinmiş olan modelin açmazlarını es geçip, bütünü kapsamayan veya yapay ikilemler yaratıp, bu ikilemler üzerinden polemik yapmak, sorunun özünü gölgelemeye sebep oluyor. Kaldı ki Evrim Teorisi de tartışılabilir. Ama, bu yapılırken, bilimsel ölçütler elden bırakılmamalıdır.
Canlıların hareketi incelendiğinde; memelilerin, evrimleşme zincirinin en üst basamağını oluşturduğu görülür. Memeli hayvanların neredeyse tamamına yakını yere sürünerek ve 4 ayak üzerinde hareket eder. Bunlar arasında en önemli olgu, arka ayakları üzerinde durup, ön ayaklarını tutma, yakalama amaçlı olarak kullanabilmektir. Bugüne dek elde edilen fosillerde gözlenebilen bu tür, arka ayakları üzerinde ayakta durabilen bu canlı, ne insana ne de maymuna tam olarak benziyor. Ancak, iki canlının ortak özelliği olan arka ayaklar üzerinde dik durabilme niteliğinin, fosiller incelendiğinde 3 milyon yıl kadar önceye uzandığı görülür. O sürece ait, insansı maymun tanımında kullanılan prokonsül denilen canlının fosilleri bulunmuş. Aynı şekilde o canlıdan günümüze uzanan süreçte, yaklaşık 3 milyon yıl öncesine ait, prokonsül’den insana geçişi yansıtan, birbirinden farklı pek çok insan türünün fosilleri mevcut. Benzer bir biçimde , maymun açısından da bir çeşitlilik söz konusu.
Bugünkü türlerine bakıldığında; cepte taşınabilen maymundan fosile kadar maymunun pek çok türü varken, insan aynı zenginlikte bir çeşitlilik göstermiyor. Bugün ayakta, arka ayakları üzerinde denge kurabilen, ancak genetik olarak birbirine bağımlı olmayan bu iki canlının ortak atası, 3 milyon yıl öncesinde yaşamış olan prokonsül adında bir canlıdır. Ondan sonraki sürece ait, Java’da bulunan bir fosilden öğrenilen, farklı bir evrimleşme düzeyine denk düşen Java adamı, Pekin’de bulunan Pekin adamı ve yaklaşık 200 bin yıl önce Avrupa’da yaşamış olan (İspanya’daki meşhur mağara resimlerini yapan) Neanderthal, ortadan kalkmış olan türlerdir. Bu süreçte gelişip yetkinleşen türler diğerlerini yok ederek varlığını egemen kılmıştır.
Bugün modern insan dediğimiz insan türünün yeryüzünde yaklaşık 40 bin yıldır varolduğu tahmin ediliyor. Maymunun da, aynı gelişim hızını göstermemiş de olsa, bugünkü türlerinin hemen hepsi, kırk bin yıl öncesinde de vardı. Sonuçta bu iki canlı türünün birbirinin atası olma olasılığı yok. Ama ikisinin ortak atası 3 milyon yıl önceki prokonsüldür. Bundan meydana gelen pek çok tür bu süreçte yok olmuş ve bugün geriye biri insan diğeri değişik biçimleriyle maymunolmak üzere iki tür kalmıştır.
Engels’in de yaptığı incelemelerde öne çıkan boyut, arka ayaklar üzerinde kalkıp ön ayakları kullanabilmenin önemidir. Bu, zeka olarak gelişimde önemli bir rol oynar. Bedensel, zihinsel gelişim açısından insanın daha hızlı bir evrim geçirmesini inceleyen Engels; insan türünün önemli bir ayrıcalığa, baş parmağın, diğer parmaklarla tek tek karşı karşıya gelebilme özelliğine dikkat çeker. Bu özellik, insanın etrafındaki varlıkları kolaylıkla tutabilme, kavrayabilme, araç olarak kullanabilme yeteneğini geliştirdi. Beyin geliştikçe ellerin, parmakların, kol ve ayakların hareket yeteneği gelişti; dolayısıyla iş zekayı, zeka işi geliştirdi. Ve sonuçta evrimleşme hızı aynı oranda arttı.
Bugün yaşayan iki canlı türü olan insan ile maymun için hiçbir bilim adamı, biri diğerinin atasıdır demez. Olsa olsa, her ikisinin ortak bir atası vardır. Bugün yaşayan diğer canlıların da mesela bir atın da insanlarla beraber ortak bir atası vardır. Geriye doğru gidildiği zaman evrim basamağında ayrıldıkları bir yer vardır. Farelerle insanların gen yapısı birbirine büyük oranda benzerdir.
Hemoglobinlerin yapısı birbirine benzerdir. Buradaki benzerlik iki canlı arasındaki genetik akrabalık ile ilintili bir durumdur. Bu saptamalar veya insanın gelişiminde nicelik değişiminin bazen nitelik değişimine yol açtığı fikri genel kabul görmektedir. Yeter ki mesele, yaradılış teorisiyle ikilemde boğulmasın. Darwin de Galapagos Adaları’ndaki incelemelerinde bölgesel farklılıkların değişimde yeni türler oluşturduğunu, dünyanın başka yerinde bu denli tür zenginliği olmadığını görür. Ve bu gerçekliğin nedenlerine dair bilimsel çalışma yapar. Ama oluşturduğu kuramın hiçbir yerinde maymunu insanın atası olarak göstermez. Bu yaklaşımın, evrim teorisiyle ilişkilendirilebilecek hiçbir yanı yoktur. Bilimselliğe gelince, Kuantum fiziğine dair tartışmaların da Evrim teorisine dair sözünü ettiğimiz iddia ve ikilemlerin de bilimsellikle ilgisi yoktur. Bu konuda sözü, Prof. Dr. Cihan Saçlıoğlu’na bırakıyoruz.
Newtoncu paradigma öldü diyenler üçüncü kattan atladıklarında kaç saniyede aşağı düşeceklerini Newton Mekaniği’ne göre hesaplayabilirler .