Krizler iç içe geçti
Koronavirüsün küresel gündem haline gelmesi, komplo teorileri eşliğinde tartışmaları yoğunlaştırıp çeşitlendirdi. Virüsün Çin’in Vuhan kentinden mi yayıldığı yoksa ABD kaynaklı mı olduğundan biyolojik bir silah olma ihtimaline kadar mevcut tartışmalar aynı zamanda kriz koşullarında küresel boyuttaki rekabetin/savaşın aktörler arasında ne türden araç ve yöntemlerin kullanımını ihtiyaç haline gtirdiğine işaret ediyor.
İnsanlık, kapitalizmin yıkıcı/bozucu/öldürücü etkileriyle yüzleşirken, sermaye de kendi sisteminin sonuçlarıyla boğuşuyor; yeniden paylaşım ikliminde krizler iç içe geçiyor. Daha önce uzun aralıklarda rastlanan sermayenin “kara” günleri bugün peş peşe yaşanıyor. Örneğin “Kara Pazartesi”yi “Kara Perşembe” izliyor. Basın, süreci kısaca şöyle özetliyor:
“Amerikan Merkez Bankası’nın Pazar günü faizi yüzde 0-0.25 bandına çekmesine ve 700 milyar dolarlık varlık alımı yaparak dünyayı 2008-2009 Krizi’nden çıkaran “Parasal genişleme” politikasını yeniden başlatacağını açıklamasına rağmen Pazartesi günü dünya borsalarında şok düşüşler yaşandı. Pazartesi Avrupa’da Paris Borsası yüzde 9’dan fazla, Almanya’da Frankfurt Borsası yüzde 8’e, Londra Borsası yüzde 7’ye yakın değer yitirdi.”
Mevcut tabloda Koronavirüs hızlandırıcı ve açığa çıkartıcı rol oynamış olsa da kapitalizm açısından sorun köklü ve yapısal. Şişirilmiş türev araçların patladığı 2008 krizinden sonra, düşük borçlanma maliyetlerinin dönemsel avantajları kullanılarak mali varlıklara soyutta abartılı bir değer kazandırma çabası devam etti. Ve sonuçta, dünyanın fabrikasına dönüşmüş ana tedarikçi Çin’de üretim durunca borsalar çöktü ve 15 trilyon dolarlık menkul kıymet yok oldu.
Muazzam boyutlarda büyüyen üretim kapasitesinin buna denk bir tüketim kapasitesiyle karşılanmıyor olmasının yanında, daralan pazar alanları, daha önceki paylaşım sonrasında büyüyen ve pazarda yayılarak rol almaya başlayan yeni aktörlerin varlığı süreçte gerilmenin, rekabet ve paylaşım ikliminin temel nedenidir. Buna, konjonktürel olarak Koronavirüs salgını ve petrol fiyatlarındaki düşüş/rekabet eklendi ve krizler iç içe geçti.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu süreçte ekonomiyi canlandırmayı amaçlayan önlemlerden biri de Merkez bankalarının faizleri sıfır tabanına çekmesi oldu. Ancak bu da çözüm olacak gibi görünmüyor. Bu süreçte tedarik zincirini bozan gelişmelerin eşliğinde hareketin ve yaşamın sınırlanmasına bağlı olarak bir tüketim krizi de yaşanıyor. Bu gelişmelerin, işsizlik dahil ekonominin hemen tüm boyutlarına olumsuz yansıması kaçınılmaz görünüyor. Koronavürisün etkisiyle beraber kriz koşullarında önümüzdeki süreçte sermayenin birikim modelinde değişimden çok sermayenin el değiştirmesi, iflaslar ve el koymalar beklenmelidir.
Salgın ilk değil son da olmayacak
İç içe geçen krizler, virüse dair belirsizlikler, yayılmanın boyutu vb. nedenlerle “yeni/ilk” çağrışımı yapsa da Koronavirüs, daha önce yaşananların devamı, bizzat sermaye eliyle gerçekleştirlen ekolojik tahribatın sonucudur. Vebanın, Koleranın çıkış tarihine kadar gitmeye gerek yok, yakın tarihlerde Sars, Mers vb. örnekler yaşandı. Bunlar, sermayenin doğaya yönelik giderek çap büyüten saldırganlığının sonucudur.
Her zorlu süreçte ve salgınlarda olduğu gibi Koronavirüs karşısında da ticarileştirilen sağlık sistemi sınava giriyor. Özelleştirilen hastanelerin işlevsizliği ve kamucu anlayışın tasfiyesinin nelere sebep olduğu görülüyor.
Bu süreçte Çin, sosyalizmden kalan planlı davranma, kamusal sağlık vb. avatajlarını kullanarak, örneğin Wuhan’da hızla 16 hastane yaparak salgın karşısında daha başarılı bir grafik çizdi. Küba, Koronavirüse karşı antiviral bir ilaç geliştirdi. Tam da kapitalizmin sınıfsal niteliğine uygun şekilde Salgın Hastalıklarla Mücadele Merkezi’nin (CDC) küresel salgın hastalık biriminin bütçesini %80 oranında azalttığı orta çıkan ABD ise üretim ve ticaretin devamlılığını insan yaşamına tercih eden duruşunu sürdürüyor. Bunun bir başka örneğini, “sürü bağışıklığı” yöntemi ile önlem almayarak ekonomik faaliyeti sürdüren İngiltere oluşturuyor. Bugün salgın karşısında acz içinde kalan İtalya hem kendi sağlık sisteminin niteliğini hem de AB üyesi olmanın üyeler arasında bir dayanışma anlamına gelmediğini gösteren bir örnek oldu. Benzer şekilde önlem almakta geç kaldığı bilinen Almanya ve Fransa’nın durumu da pek farklı değil; insan değil sermaye öncelikli sistemin sebep olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız.
Kapitalizm sürdürülebilirliğin sınırına gelmiştir
Gerçekte hastalıktan kırılan kapitalizmin kendisidir. Koronavirüs sorunu bir şekilde aşılsa da devamında bozulan ve tahrip edilen doğa veya çarpık ekonomi kaynaklı farklı sorunlar beklenmelidir. Lenin’in asalak, çürüyen ve can çekişen kapitalizm olarak tanımladığı tekelci süreç bir yanıyla en büyüklere daha büyük avantajlar sağlarken diğer taraftan sonun başlangıcı anlamına gelmektedir. Özellikle küreselleşme ile beraber rakipsiz kalmışlığın dizginsizliği ile insanlığın tüm birikimlerini, kazanılmış tüm hakları ve doğanın tüm potansiyelini kâr öngörüsüyle boy hedefi yapan kapitalizm, sürdürülebilirliğin sınırına gelmiş durumdadır. Daha önce lokalize edilerek sömürge ülkelere aktarılan veya mevcut ülkelerin orta sınıflarının sırtına yıkılan krizin de ötelenebilmesinin sınırlarına gelinmiştir.
Özetle bugün dünyada yaşanan salgın, egemenlerin politik tercihlerinin sonucudur. Bu bağlamda salgınla mücadelede rastlanan çarpıklıklar da o politikaların devamı olarak görülmelidir. Deyim yerindeyse emperyalist güçlerin kendi gerilimine doğanın isyanı da karışmış, paranın gücü çare üretemez hale gelmiştir. Tüm bu gelişmeler iktidarların bir taraftan sermaye güçlerini gözetirken diğer taraftan halka yönelik daha baskıcı tercihlere yönelmesini beraberinde getirecektir. Buna sınıfsal bağlamda en güncel örnek Erdoğan’ın açıkladığı “Ekonomik İstikrar Kalkanı” planıdır. Plan, gerçekte sermayeye kalkan olmaktadır. DİSK’in yaptığı açıklamada belirttiği gibi “Sermayeye kalkan olan iktidar, emekçileri görmemiştir. Açıklanan pakette işçi yoktur, işini kaybeden yoktur, emekli ve dar gelirli yoktur. Ekonomik İstikrar Kalkanı adı verilen önlem paketinin her yerinden sermayenin sınıfsal şımarıklığı akmaktadır.”
Umutsuz ve çaresiz değiliz
Bu konjonktür, küresel boyutta ekonomik, siyasal ve sosyal krizin derinleşmesi halidir, dolayısıyla da devrimci durumun olgunlaşmasıdır. Bugün salgın nedeniyle kimi noktalarda “sokaklardan çekilme” gündeme gelmiş olsa da dünya ölçeğinde ezilenlerin çeşitli nedenlerle ve yaratıcı yöntemlerle tepkilerini sokakta milyonların gücüyle ve birleşik sesiyle ifade eder hale gelmiş olması da sürecin niteliğine, sınıfsal gerilme ve ayrışmanın boyutuna dair bir kesittir.
1989 sonrasında reel sosyalist yapıların çözülmesiyle beraber gerek emperyalist güçlerin küresel boyuttaki saldırıya geçmesi gerekse sol/alternetif adına maddi ve moral mevzilerin yitirilmiş veya zayıf düşmüş olması, bugünkü sınıflar mücadelesi tablosunu ortaya çıkardı.
Elbette umutsuz, çaresiz değiliz; ama gerçekçi olmak durumundayız. Biliyoruz ki ne virüsler, ne savaşlar ne de doğal felaketler sermayenin sınıf tavrını değiştirmez, hiçbir hak mücadelesiz kazanılmaz. Bu gerçeklik bize, döneme uygun ittifak seçiminden hedef tayinine kadar hemen her konuda sınıfsal ölçekler dahilinde bütünlüklü ve programlı davranmak gerektiğini gösteriyor.
Belki bugünden yarına devrim olmayacak ama insiyatifi ele almak, halka seslenmek, halkla beraber hareket etmek için zemin çok uygun. Sınıfsal algının üstünü örten “Koronavirüs eşit davranıyor” veya “hepimiz aynı gemideyiz” yanılgısına düşmeden saflaşmayı sınıfsal temelde sağlayacak yaratıcı yöntemler geliştirilmelidir. Halk arasında çaresizliğin değil dayanışma bilincinin gelişmesi için çaba harcanmalı ve ufkumuzda “Örgütlenip mantıklı bir şekilde üretip yaşayamıyorsak; neden insanız, neden düşünen canlıyız diyoruz.” diyen Castro’nun rehber niteliğindeki sözleri olmalıdır.
20 Mart 2020 Devrimci Hareket