İçinden geçtiğimiz günleri;
savaşlar, yoksulluk, zorunlu göçler ve salgınlar gibi gelişmeler sebebiyle bir
felaket dönemi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. İnsanlık yüzyılların
biriktirdiği büyük bir felaketin içinde.
Rosa Luxemburg’un Engels’e atıfla ifade ettiği ve hafızalarda sıklıkla “Ya barbarlık ya sosyalizm!” şeklinde özetiyle kalan sözlerini, sürece uygunluğu sebebiyle hatırlamakta fayda var:
“Friedrich Engels bir keresinde
şöyle demişti, ‘Burjuva toplumu bir ikilemle karşı karşıyadır: Sosyalizme
yönelme ya da barbarlığa dönme.’ Bu ifadeyi, korkunç anlamını kavramadan
düşüncesizce okuyup yineledik… Bugün Friedrich Engels’in bir kuşak öncesinde
kehanette bulunduğu gibi, korkunç önermenin önünde duruyoruz: Ya emperyalizmin
zaferi ve tüm medeniyetin antik Roma’da olduğu gibi çökmesi, nüfusun azalması,
ıssızlaşma, yozlaşma – bir büyük mezarlık. Ya da sosyalizmin zaferi, yani sınıf
bilinçli uluslararası proletaryanın emperyalizme ve onun yöntemi olan savaşa
karşı mücadelesi.”
Bir felaket döneminde bahis
açıldığında, bu topraklarda ilk bahsedilmesi gerekenlerden biri de felaketin tellalları
olacaktır. Tellal, esasen “herhangi bir şeyi, olayı veya bir şeyin satılacağını
halka duyurmak için çarşıda, pazarda yüksek sesle bağıran kimse, çağırtmaç” olarak
tanımlanır. Tellalların işi bir ürünün satılması için bağırmaktır. Tıpkı semt
pazarlarında alışık olduğumuz satış yöntemi cinsinden. Her felaket döneminde
bir de bunu “satmak” için tellallar ortaya çıkmıştır. Bugün bu işlevi açık ki
sermayenin medyası üstleniyor. Kah felaketlerin doğal zorunluluklar olduğundan
dem vurarak kah akıldışı komplolar ile “Dünyanın sonu geldi” masallarıyla.
İnsanlık tarihi bir yanıyla felaketlerin tarihidir ve hiçbir felaket sebepsiz
değildir. Şimdilik çığırtkanların “meslek icabı estirdiği” yaygarayı bir yana
bırakıp şunu söyleyebiliriz: Hayır, biz bunu almıyoruz. Elbette dünyanın sonu
gelmedi fakat kendimizi yeni felaketlerin içinde bulmak istemiyorsak
bildiğimiz, kurulu “dünya”nın, mevcut sınıfsal ilişkileri ile bu düzenin sonunun
gelmesi gerekmektedir. Ya biz kazanacağız ya da barbarlık içinde devasa
uğultulu bir çöküş yaşanacak. İnsanca yaşam için kazanmayı ve kazanmanın ilk
koşulu olan mücadeleyi seçiyoruz: Kurulu düzen, böyle gelmiş böyle gitmesin, bu
dünya yıkılsın, insanca yaşamı kuracağız!
Dünya çapında yaşanan felaketin sebebinin egemenlerin politik tercihleri olduğu; akıllarının, yeteneklerinin ve güçlerinin koronavirüs salgını karşısında yetersiz kaldığı açıktır. Kapitalizmin kar hırsının, doğayı hedef haline getirmesinin sonuçlarını ve ortaya çıkardığı toplumsal çürümenin çaresiz kalışını izliyoruz. Bundan dolayı salgın sorunu aşılsa bile kapitalizmin olduğu gibi sürmesi yeni felaketlerin ortaya çıkması için yeterli sebeptir.
Türkiye’de rejim “yangında ilk
neyi kurtaracak”?
Türkiye’de vaka ve ölüm sayısı
artarken iktidarın sürece dair titizlikle işlettiği tek planın krizin sermayeye
hasar vermesini engellemek olduğu da net şekilde görülüyor. Sağlık
emekçilerinin yaşadığı malzeme sıkıntısı, ilgili kamu kurumları tarafından kapı
kapı yapılması gereken bilgilendirme işlemleri, risk grubundaki yurttaşların
ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik yapılması gerekenler askıda dururken
patronlar için milyarlık kurtarma
planları, borç ertelemeleri, faiz indirimleri ve yeni krediler hayata
geçiriliyor.
AKP kamu kaynaklarını sermayeyi
korumak için kullanıyor. Ancak bir gerçeklik daha var ki; ‘yeterli’ kaynak
ayırmanın bile yeterli olamayacağı bir durumdayız. Salgınla mücadelede
disiplinin, örgütlülüğün, bilincin ve dayanışmanın en az maddi kaynak kadar
önemli olduğu ve kapitalizmin bütün bu başlıklarda da sınıfta kaldığı açıkça
görülüyor. Emperyalizmin dünyasında disiplin yerini paniğe, dayanışma yerini
karaborsa ve stokçuluğa, bilinç cehalete, örgütlülük de yalnızlığa bırakmıştır.
Bu sebeple risk grubunda bulunan yaşlı yurttaşları korumak için alınan sözde
önlemler; burjuva medya, iktidar sözcüleri ve AKP ürünü örgütlü cehalet
sayesinde bir linç kampanyasına dönüşebilmiştir.
İçinden geçilen sürece hızla uyum sağlamak, güne uygun yeni araçları mücadele içinde etkin biçimde kullanmak ve iktidarın sığındığı “aynı gemideyiz” söylemine karşı sınıfsal saflaşmayı bilinçlerde keskinleştirmek gerekiyor. Eğer metaforu doğru ele alacaksak; biz geminin yapımındaçalışıp, onu suda yüzdüren kudrete, yelkenini diken, küreğini çeken, sonunda kırıntılarla baş başa bırakılmaya zorlananlarız. Kırıntıları değil dümenin ta kendisini istiyoruz.
Böylesi dönemlerde gündeme
gelen tek bir soru var: Krizin bedelini kim ödeyecek? Egemenlerin cevabı
ortada: Emekçilerin ödemek zorunda olduğu paralarla şirketleri kurtarılacak.
Yani bir şey yapmazsak kapitalizmin her 10 senede bir arıza verip bizi en temel
ihtiyaçlarımızı bile karşılayamaz hale getiren krizler yaratmasının faturasını
yine bize kesecekler.
Sistemin, çözülmesi gereken
gerçek sorunlar karşısında ne kadar aciz olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Yıllardır sürdürülen neoliberalizm şimdi tüm gücüyle geri tepiyor: Mevcut
krizle rasyonel biçimde baş edebilmek için gerekli olan her şeyin eksikliği
çekiliyor.
Bilimsel gerçekler bize ne
anlatıyor?
Virüs ve hastalık biyolojik bir
olgudur, ancak ortaya çıktığı koşullar, yayılma ve baş edilme biçimleri
toplumsal bir sorundur. Halihazırda iktidar, insanları hastalanmaktan korumak
yerine virüsün yayılma hızını denetlemeye yönelik bir strateji izliyor. Bu
şekilde, sağlık sistemindeki yığılmaları önleyebileceklerini düşünüyorlar.
AKP’nin virüsten etkilenen herkesin hayatını korumak gibi bir niyetinin
olmadığı açık.
Görülüyor ki tüm bu süreçte
karşımızda iki farklı felaket bulunuyor: Bir tarafta, virüsün kendisinin sebep
olduğu doğal zarar; diğer tarafta da düzenin ve bu salgınla baş etme yönteminin
yarattığı felaket. İktidarın bizi kurtarmak için çalıştığına inanıp kendimizi
onlara emanet edersek hata yapmış oluruz. Egemenler sağlıktan bahsettiklerinde,
bizim vücut sağlığımızdan ziyade sermayenin bekasını kastediyorlar.
Bilimin bu konuda söyledikleri
bellidir. Kitlesel testin yapıldığı ülkelerde salgın eğrisinin gitgide indiği
görülüyor. Yani salgınla rasyonel biçimde nasıl mücadele edileceğine dair
örnekler var. Ama bu ve benzeri önlemler
için sadece evde oturmak ve sorunun bir şekilde çözülmesini beklemek yetmiyor.
İktidardakilerin de işlerine gelmediğinde bilime kulak vermedikleri ortada. Rejim
ve sermaye tarafından sürekli olarak “Evde kal” çağrıları yapılarak sorumluluk
halkın üzerine atılıyor. Ancak insanlar parasız, aç, elektriksiz, susuz ve
yakıtsız evlerinde kalamazlar. Halk sağlığı böyle korunmaz. OHAL veya “evden
çıkma yasağı” hem iktidarın ekonomik gerekçelerle dahi yanaşamadığı bir husus
hem de gerçek ve kalıcı bir çözüm değildir. Halk sağlığının planlanması “evde
kal” çağrılarını da “sokağa çıkma yasakları”nı da aşan bir perspektif
gerektirir. Biz “sokağa çıkma yasağı” ilan edilsin demiyoruz: Halk sağlığı için
merkezi planlı bir eylem gerçekleştirilmesi gerektiğini savunuyoruz. “Sokağa
çıkma yasağı” olsa olsa basit bir tedbir sayılır, mevcut iktidar
politikalarının etrafında krizi savuşturmak anlamına gelir, ama halk sağlığı
kapsamlı bir programı gerektirir.
Egemenlerin planlarına karşı
halkın talepleri var!
Egemenler tüm bu tabloyu görmezden geliyor ve halk için tedbirler almaktan bilinçli şekilde imtina ediyorlar. Taleplerimizin kabulü ancak ve ancak mücadele ile mümkün olabilir. Kısacası halk sağlığı tedbirlerini, insanca bir yaşam düzenini onlar vermeyecekler; biz söküp alma iradesi göstermeliyiz. Aşağıda sıraladığımız talepleri ezilenler adına hayatı durdurarak, kendi irademizi ortaya koyarak gerçekleştirebiliriz. İşçilere, emekçilere sağlıklı yaşam koşulu vermiyorlarsa üretimden gelen gücün bir silah olarak çekilmesi gerekmektedir. Çalışması zaruri olan kimselerin sağlığını hiçe sayıyorlarsa hayatı durdurmalıyız!
Çözümü biliyoruz, bu süreci
ancak devrimciler yönetebilir!
İlk elden yapılması gerekenler
ise bellidir:
Patronların parası değil halkın
sağlığı korunsun, yaygın ve parasız testler yapılsın
Kapitalist sağlık
politikalarının salgın karşısında ne kadar çaresiz olduğu İtalya’da
yaşananlardan görülüyor. Piyasalaşmış sağlık sistemi sebebiyle salgın süreci
boyunca etkin çalışabilecek çok sayıda özel hastane emekçilere kapalı durumda.
Özel hastanelerin salgın boyunca hastalara parasız bakması sağlansın ve
salgınla mücadelede en etken araç olan testlerin parasız ve yaygın yapılması,
teknik hazırlıkları ile enfekte olan insan sayısını artırmayacak planlama ve
formüllerle sağlansın. Tedavi süreçleri ise ilaçları da kapsayacak biçimde
parasız hale getirilsin.
Gıda, temizlik, dezenfeksiyon
malzemeleri ve temel ihtiyaçlar parasız sağlansın
Salgın haberleri başladığından
beri halkta kıtlık korkusu, patronlarda da fırsatçılık görülüyor. Gıdaya,
temizlik malzemelerine ve diğer temel ihtiyaçlar parasız sağlansın. Risk
grubunda bulunan yurttaşların evine gerekli ihtiyaçlar kamu kurumları
tarafından ulaştırsın ve parasız temin edilsin.
Zorunlu olmayan sektörlerde
üretim durdurulsun, emekçilere ücretli izin verilsin, işten çıkarmalar
yasaklansın, iş saatleri kısalsın
Milyonlar hastalık tehdidi altında patronların kar hırsı için kötü şartlarda çalışmaya devam ediyor. Mesai esnasında ellerini yıkayacak kadar bile vakit verilmiyor. Salgın süresince hastalığın yayılmaması için zorunlu olmayan sektörlerde üretim durdurulup emekçilere ücretli izin verilsin. Ücretsiz izinler ve işten çıkarmalar yasaklansın. Üretimin devam ettiği zorunlu iş kollarındaki işletmelerde de koruyucu önlemler azami seviyeye çıkarılsın ve ücret kesintisine gitmeden iş saatleri kısaltılsın.
Faturalarda indirime gidilsin, ödemeler ertelensin, icra işlemleri durdurulsun
Salgın dönemlerinde halkın
temel hizmetlere ucuza erişimi her zamankinden daha çok önem taşıyor. Mevcut
fatura borçları silinsin. Elektrik, doğalgaz, telefon ve internet salgın
boyunca asgari ihtiyaç oranında parasız yapılsın. Ödenmeyen faturalar yüzünden
hizmet kesintisi yapılmasın ve ödemelerin salgın sonrasına kadar ertelenmesi
sağlansın. Borç sebebiyle yapılan tüm icra işlemleri durdurulsun ve emekçilerin
tüm borçları ertelensin.