1- Aynı gemide değiliz
Kapitalizm, dünya
ölçeğinde tüm kötülüklerin kaynağı, sistemleşmiş biçimidir. Emperyalizm,
kapitalizmin asalak, çürüyen, tekelleşerek kötülük potansiyelini büyütmüş
biçimidir. Faşizm, bu kötülüğün, bizimki gibi ülkelerde yukarıdan aşağıya
biçimlendirilmiş rejimsel karşılığıdır.
Brecht, yıllar öncesinde “Fabrikalar, madenler ve toprak üzerindeki özel tekel her yerde barbarca koşullara yol açıyor” demişti. Bugün artık sadece fabrikalarda, sadece madenlerde veya topraklarda değil hayatın kılcallarında bile tekellerin izini dolayısıyla da vahşetini görmek mümkün. Bunun Bergama’daki adı Eurogold, Kazdağları’ndaki adı Alamos Gold olurken, ülkenin talanı ve betonlaştırılmasında Cengiz, Kalyon, Kolin ismine sıkça rastlanırken; üç milyon insanın geçim kaynağı olan yerli tütün üretimi bitirilirken British American Tobacco’nun, fındıkta Ferreronun, şekerde Cargilin adı öne çıktı.
Evet doğa yağmalandı,
kaynaklar tüketildi, ekolojik denge bozuldu; SARS gibi MERS de COVİD-19 da bu
örgütlü kötülüğün/tahribatın sonucudur. Kimi bakış açılarıyla tekeller de bedel
ödüyor gibi görünse de buna aldanılmamalı, onlarla ve onların sözcüleri,
temsilcileri ve iktidarlarıyla aynı gemide olmadığımız bilinciyle hareket
edilmelidir. Bir taraftan günlük yaşamda virüsün yayılma ihtimaline karşı önlem
alınırken diğer taraftan tüm kötülüklerin kaynağına karşı mücadele
yükseltilmeli, müsebbiplerle değil mağdurlarla, bedel ödeyenlerle yan yana
gelinmelidir.
2- Neoliberalizmin
bozucu-çürütücü etkisi
Genelde insanlık özelde
sınıflar, ender rastlanan bir sınavdan geçiyor. Mevcut kriz, bir yanıyla
sistemin yapısal krizi olsa da pandemi, yaşanmakta olanın etkisini büyüttü,
özgünlük kattı. Bu bağlamda söz konusu krizin, kapitalizmin toplumların
ekonomik sistemi haline geldiğinden bu yana (yani birkaç yüzyıldır), her 4-7
yılda bir döngüler, istikrarsızlıklar biçiminde ortaya çıkan krizlerden farkını
görmek gerekiyor.
Onlarca yıldır piyasaları
toplumun, kârı insan sağlığının üzerinde tutan neoliberalizmin bozucu, dağıtıcı
etkisi devam ederken aynı zamanda insanların aklı/algısı yönetilerek
yoksulluğun, işsizliğin, güvencesizliğin (dolayısıyla da hastalanmanın)
nedeninin insanların kendi hataları olduğuna dair inanç/kanaat beslendi.
Bu koşullarda neden-sonuç
ilişkisini doğru kurmak, pandemiyi kapitalizmle ilişkilendirerek değerlendirme
yapmak, olmazsa olmaz önemdedir.
Marx 170 küsür yıl önce erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç dahil her şeyin ticaret konusu olduğunu söyler. Marx’ın değindiği kapitalizmin gerçekte yapısal olan bu insan ve doğa karşıtı yanını, bozucu ve çürütücü niteliklerini görmeden, bu süreçte nasıl, hangi yönde ve derinlikte ilerlediğini hesaba katmadan bugün olup biteni anlayamayız/anlatamayız. Sistemden kopuk “Komplolar ve kötü huylu öznelerin oyunları” gibi gerekçeler ararız.
Marx’ın da eserlerinde dikkat çektiği gibi kapitalizm öncesi süreçlerde insanın yerel ve sınırlı bir gelişme gösterdiğini ve buralarda doğanın yüceltildiğini görürüz. Yalnızca kapitalist sistemde doğa, insanın sahiplendiği bir nesne haline gelmiştir. Ve bugün artık doğa ve toplum yasalarının azami kâr hırsıyla bu denli yok sayıldığı bu durumun sürdürülemez bir aşamaya geldiğini söylemek mümkün.
Kimileri kapitalizmin çöktüğüne
veya neoliberalizmin bittiğine dair değerlendirmeler yapıyor. Gerçekte ise
kapitalizm kendiliğinden çökmez. Burada “çökertici” karşıt gücün
durumu/imkanları tayin edici olacaktır. Tam da bu nedenle, önemli olan bu
sürdürülemezliğin sermaye güçleri tarafından nasıl karşılanacağıdır. Bu aynı
zamanda paylaşım savaşları konjonktürüdür. Sermaye sürdürülemezlik konusundaki
çözüm ve arayışları halk lehine yapmaz. Onların kuralları da kuralsızlıkları da
insanın değil sınıfsal çıkarlarının lehinedir. Bu nedenle “çözümün” daha büyük
çatışma ve gerilimlerin habercisi olarak okunması yanlış olmaz.
3- Pandemide kapitalizmin
rolü ve sınıfsal iz
Koronavirüs ne salt
güncel bir olaydır ne de kapitalizmin sınıfsal niteliğinden bağımsızdır. Bu
nedenle, doğru/isabetli sonuçlar için, olayı tarihsel ve sınıfsal bağları
içinde değerlendirmek gerekiyor.
Bu tür süreçlerde komplo
teorileri daha fazla ilgi çekiyor, felaket senaryoları öne çıkıyor. Belki bu
sürecin sonunda komplo teorilerini doğrulayan veriler ortaya çıkacaktır. Sanal
para kullanımı, online alışveriş vb. konularda bugüne oranla bir yaygınlaşma da
yaşanabilir. Sürecin sonunda suçlanan aktörlerden biri avantajlı da çıkabilir.
Ama bizlerin bugün işi buna kanıt toplamak değil sınıfsal izler sürmek
olmalıdır.
Çünkü olayı salt komplo
sınırları içinde görmek veya bundan sorumlu bir özne aramak, kapitalizmin
rolünü görmeyi güçleştirir, sınıfsal bakışın üzerini örter. Daha da önemlisi
kapitalizmin bugün geldiği aşamada insanlığa kurulmuş bir tuzak, bir komplo
gibi etki yaptığı kendisinin bizzat kötülük kaynağı olduğu gerçekliği
ıskalanmış olur. Aynı zamanda bugün doğal veya yapay olsun bu salgını kimlerin
fırsata çevirmek istediğine bakmak gerekiyor. Bu yapılabildiği, sınıfsal bağlar
açığa çıktığı ve gösterilebildiği oranda bunun karşısında biriken
öfkenin/tepkinin ortaklaşarak toplumsallaşması mümkün olacaktır.
Bilindiği gibi salgınlar
insanlık tarihinde daha önce de çeşitli biçim ve dönemlerde var oldu. Veba,
Çiçek, İspanyol gribi gibi. Ancak iletişimin, ticaret ve dolaşımın sınırlılığı
nedeniyle kapitalizm öncesi salgınların yayılması daha yavaş ve ve belirli
alanlarla sınırlıydı. Ne var ki o salgınlar dahil tüm salgınların ortak
özelliği, sonuçları itibariyle sınıfsal olması, yoksulları, emekçileri, sınırlı
beslenenleri ve kötü koşullarda yaşayanları etkisi altına almasıydı. Virüs,
elbette her insana bulaşabilir ama risk oranı, bulaşması halinde tedavi ortamı
ve imkanları için bir eşitlikten söz etmek hiç gerçekçi olmaz. Aynı şeyi,
kepenk kapama ve iflas aşamasında olan küçük esnafla, bugün daha fazla kar eden
online siparişleri yetiştiremeyen büyük marketler arasındaki fark/eşitsizlik
için de söyleyebiliriz.
Pandemi karşısında bütün
dünya, sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesinin sonuçlarıyla yüzleşiyor.
Paris İklim Anlaşması’ndan çıkan, salgın hastalıklarla mücadele merkezini
kapatan, kar eksenli sağlık politikasıyla on milyonlarca vatandaşının sağlık
hizmetlerine ulaşamadığı ABD, sistemin sınıfsal yüzü açısından en çarpıcı
halkayı oluşturuyor. Bugün salgın nedeniyle alınan acil önlemler yanıltmamalıdır.
Ne İspanya sermayesi ne de ABD’deki, İtalya’daki veya bir başka ülkedeki
iktidar kendiliğinden halkı gözeten sosyal politikalara dönüş yapmaz, yapamaz.
Kapitalizmin işleyiş yasaları buna izin vermez.
Kısacası dünya ekonomisi
kriz koşullarında pandemiye yakalandı. Kırılganlık zaten vardı. Korona giderek
daha da derinleştirici bir etki yapacaktır. İnsanların ölümüne iflaslar
eklenecek, Tedarik zincirinin ve finansal işlemlerin bu denli küreselleştiği
koşullarda bu durgunluk ağır sonuçlar getirecektir.
İşte açlık, yoksulluk,
işsizlik gibi milyarlarca insanın hayatını etkileyecek olan gelişmelerin aynı
zamanda daha önce görülmemiş boyutta bir muhalif dalganın ve başka dünya
arayışlarının büyümesini beraberinde getirmesi beklenmelidir.
Pratiğin, yaşayarak
gözlemin toplumların tarihinde çok önemli, öğretici bir yeri vardır. Ancak yine
de sermayenin kendiliğinden değişmesini nasıl beklememek gerekiyorsa kitlelerin
de kendiliğinden değişmesi beklenmemelidir. Tabii ki bu deneyim boşa
gitmeyecek, ödenen bedeller ve yaşanan kayıplar muhalif potansiyeli
büyütecektir. Bugünkü durağanlık, tereddüt ve belirsizlikler yanıltmamalıdır.
Önemli olan mevcut potansiyelin nasıl harekete geçeceği veya geçirileceğidir.
Mevcut koşullarda bu kriz
aşıldığında, sosyal mesafeler kalksa da sistemle aradaki mesafeler
büyütülmedikçe nitelik olarak (öz itibariyle) daha farklı bir süreç
beklenmemelidir.
Hatta sürecin sınıfsal
diyalektiği gereği, sermayenin hızlanan yeni düzen arayışı koşullarında
kayıplarını da telafi etmek üzere daha baskıcı rejimlere yönelmesi
beklenmelidir. Bu bağlamda daha baskıcı rejimler de savaş tercihleri de
artabilir.
Ülkemizde de özellikle
orta sınıf, esnaf vb. kesimlerde yaşanacak iflaslara, iş ve mülkiyet yitimine
bağlı olarak çok şeyin değiştireceğini, hatta devlet-toplum ilişkisinin
sorgulanır aşamaya geleceğini söylemek mümkün. Bu bağlamda 3-5 ay sonra
özellikle sonbaharda insanların neyi tartışıyor olacağına yoğunlaşmak, uygun
araç ve yöntem seçiminden mücadele hazırlığı yapmaya kadar çeşitli açılardan
bir gerekliliktir.
4- Bu aynı zamanda bir
özgürleşme kavgasıdır
Mevcut tablo gösteriyor
ki sömürü ve yağma üzerine bina edilen, çürümeyi hızlandıran sistemin
temsilcileri, kar-rant adına iktidar olanlar, sermayeye uşaklık halka düşmanlık
yapanlar, şimdi de din istismarıyla, köpürtülmüş görüntüler ve bindirilmiş
kıtalar eşliğinde, günü kurtarmaya, gündemi değiştirmeye çalışıyor.
İşleri her zamankinden daha
zor.
Dünyadaki çeşitli örneklerde
veya Trump’ın şahsında dışa vurduğu gibi çok gerilimliler; çünkü maske düştü,
çıplak ve hızlı bir yüzleşme yaşanıyor. Rıza araçlarının yerini tehdit,
güvenlik mekanizmasını güçlendirmek vb. alıyor. Ancak mücadele tarihi, bu
araçların bilinçle sokağa çıkan halk güçleri karşısında nasıl etkisiz olduğuna
dair pek çok örnekle doludur. Gramsci’nin bir sözünden hareketle söylersek,
eski dünyanın ölüyor ve yeni dünyanın doğmak için mücadele ediyor olduğu bu
koşullarda insiyatifi canavarlara bırakmamak için halkların rolünü oynaması,
kendi özgücüyle sürece müdahil olması gerekiyor.
Mücadele için objektif
koşulların olgunlaştığı, muhalif potansiyelin özel tanım gerektirecek
boyutlarda büyüdüğü bu konjonktürde subjektif koşullardaki (örgütlenme ve
bilinç düzeyindeki) eksiklik/yetersizlik alanlarda güçlü bir duruş sergilemeyi
ve sonuç almayı güçleştiriyor. Egemen sınıfların cüretini büyüten olgulardan
biri de budur.
İktidar, sınıfsal
tercihlerinde güvenlik tedbirleri eşliğinde ısrarcı olurken düzen muhalefeti de
bu gidişe dolaylı destek sunarken sürece ezilenler adına bilinçli ve iradi
müdahale yapılması, muhalif kesimlerin birleşik mücadele zemininde ortaklaşması
büyük önem taşıyor.
Bugün sistem sahipleri
nasıl gerçeklikle yüzleşiyorsa muhalif kesimler de çok uygun bir anda gerekli
sınıfsal duruşu sağlayamamakla yüzleşiyor.
Ülkemizde somut biçimde
gözleyebildiğimiz gibi her muhalif dinamiği kendi sınırları içinde hareket
etmeye zorlayan, hatta birleşik hareketi tetiklemesin diye saldırı hamlelerini
teker teker yapan iktidar, sınıfsal duruşunun gereği her hakkı, her kazanımı boy
hedefi yapmışken bunu, sanki politik değil basit bağlamlar içinde teknik bir
mesele olarak göstermeye gayret ediyor.
Herkesin kendi
sorunlarına yoğunlaşıp dar sınırları içine hapsolması; kapısının önünü süpürme
veya eylemini kapının önünde yapma eğilimi, iktidarın işini kolaylaştırıyor.
Gerçekte ise çevre
mücadelesinden kadın mücadelesine, kimlik sorunundan sınıf sorununa kadar tüm
muhalif/alternatif ufuklu mücadelelerin kardeşleşme potansiyeli yüksektir. Bu
potansiyelin, dinamikleri kriminalize eden, baskı altında tutan iktidar
atraksiyonları sebebiyle etkisizleşmesi, her dinamiğin en dar sınırlarına kadar
çekilmesi, özgürleşme mücadelesinin en büyük handikaplarından biridir.
Bu kapsamda iş sorunu da
aş sorunu da iktidarın toplam politikaları ve faşizmin güncel niteliği
bağlamından koparılmadan değerlendirilmelidir.
İktidarın sahiplerinin ve
sözcülerinin göstermelik kararlılığı yanıltmamalıdır. Saldırganlıkları
güçsüzlüklerinin dışavurumudur. Halkların biriken öfkesi ve potansiyel gücü,
birleşik mücadele zeminlerinde buluştuğu oranda bu örgütlü kötülüğün sonu
gelecektir. Bugünden yarına yapacak çok şey var. Pandemi, örgütlenmeye de
mücadeleye de engel değildir. Halkların mücadele tarihi yaratıcı deneyimlerle
doludur. Yeter ki her dinamik, kendi imkanlarının da imkansızlıkların da
birleşik mücadele bileşenlerinin de ayırdında olsun…
Bu, özgürleşme ve
geleceği kazanma kavgasıdır. Onlar bir avuç biz milyonlarız.
Onlar, dağılmakta ve çürümekte
olanı; haksızlığı, sürdürülemez olanı temsil ediyor; biz tohumu, filizi,
büyümekte olanı, güzelliği ve eşitliği temsil ediyoruz.
Emperyalizm ve faşizm
yenilecek, halklar kazanacak!
DEVRİMCİ HAREKET
24 Ağustos 2020